“Güvenle ne kadar ileri gidebileceğini insana tarih öğretir.”
19. yüzyıl Almanya Şansölyesi (Başbakanı) Bismarck
Yazı dizimizin üçüncü bölümünde, Hitler’in Rusya’ya saldırdığı 1941 Haziran’ından sonraki dönemde yaşananları inceliyoruz.
Türkiye üzerinde kara bulutlar
Hitler-Stalin savaşı panoraması içinde küçük bir pencere açalım ve Türkiye’nin durumuna bakalım.
1941 Haziran’ında Türkiye tarafsızlığını korumaya devam ediyordu. Bununla birlikte ülke büyük bir tehlike altındaydı. Bütün dünya, Hitler’in SSCB’ye saldırmaya hazırlandığının farkındaydı. Ancak hangi yoldan saldıracağı belli değildi. Karadeniz’in kuzeyinden saldırmasıyla, güneyinden saldırması arasında ciddi bir fark olacaktı; özellikle Türkiye açısından. Çünkü ikinci seçenek Türkiye’nin işgalini de beraberinde getiriyordu. Zaten yazı dizimizin bir önceki bölümünde, Hitler’in tüm Balkan ülkelerini ele geçirdiğinden söz etmiştik. Dolayısıyla Almanya artık Türkiye ile komşu olmuştu.
Atatürk’ün askeri dehası
Fransızlar 1930’lu yıllarda olası bir Alman saldırısına karşı koymak için devasa paralar harcayarak Fransız-Alman sınırı boyunca, adını Fransız devlet adamı Andre Maginot’dan alan, “Maginot Hattı” adında müthiş güçlü bir savunma hattı hazırlamışlardı. Bu hattın Fransa-Belçika arasını oluşturan kısmı ise daha zayıftı.
Dünya’da pek çok askeri uzman Maginot Hattı’na gıptayla bakıyor, bu hat sayesinde Fransızların her Alman saldırısını durdurabileceğini düşünüyordu.
Maginot Hattı’nın ilham verdiği ülkelerden biri de Türkiye’ydi. İleride çıkabilecek bir dünya savaşında Bulgaristan’ın Türkiye’ye saldırmasını durdurmak amacıyla Bulgaristan sınırının önüne bir savunma hattı yapılması, bunun da adını Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tan alması gündeme geldiğinde, Atatürk buna şiddetle karşı çıkmıştı:
“Savaş, oldum olası toprak üstünde yapılır ve toprak üstünde kazanılır, yahut kaybedilir. Çakmak Hattı ne kadar güçlü olursa olsun, ömrü, bir muharebeninki kadar kısadır. Ben milletimin parasını bir kapris uğruna toprak altına gömdürmem.”
Çakmak Hattı
Bununla birlikte, Atatürk’ün ölümünden sonra, kendisinin yıllar önce “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” sözüyle özetlediği muharebe felsefesine karşın, o dönemki Türkiye için korkunç büyüklükte para harcanarak Bulgaristan sınırına 1. Çakmak Hattı inşa edilmeye başlandı.
1940 Mayıs’ında Almanlar, Maginot Hattı’na saldırmak yerine Belçika’yı işgal ettiler. Alman komutan Erich von Manstein’ın dahice planı sayesinde, Maginot Hattı’nın kuzeyinden dolaşarak “içinden geçilemez” denilen Arden ormanlarının içinden panzerleriyle geçip Fransa’ya kuzeyden girdiler. Sık ormanlar, Alman panzerlerinin ilerlemesini durdurmak bir yana, bu panzerlerin hareketlerini gizlemiş ve baskının daha da etkili olmasına yol açmıştı.
Sonuç olarak Maginot Hattı hiçbir işe yaramadı ve Fransa teslim oldu.
Bu durum, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’ı çok endişelendirmişti. Çünkü Çakmak Hattı da Bulgar sınırı boyunca inşa edilmişti, Yunanistan sınırı açıktı. 1941 İlkbahar’ında Almanların Yunanistan’ı ele geçirmeleri üzerine hattın daha geriye, Marmara Denizi’yle Karadeniz arasına çekilmesine karar verildi.
Bu hatlardan kalan parçalara Trakya’da hala rastlanabilir.
Dedemin insanları
Bu dönemde Yunanistan sınırında (dolayısıyla Alman sınırında) üsteğmen olan dedem anlatırdı: Alman uçakları Türk hava sahasını ihlal ediyorlar ve o kadar yüksekten uçuyorlardı ki, Türk topçusunun ateşlediği toplar daha uçakların seviyesine varamadan yere düşüyorlardı.
Hitler’in Türkiye’ye saldırması halinde sonucun ne olacağını görmek için anlamlı bir işaret…
Ayrıca Genelkurmay’ın emriyle sınırdaki askerlerin geriye çekilmesi de başlamıştı. Çünkü olası bir Alman saldırısında Trakya boşaltılarak tüm askeri birlikler İstanbul’un savunulmasında kullanılacaktı. Ordunun doğuya çekildiğini gören halk panik içinde kalmıştı. Dedemin de aralarında bulunduğu askerler, halkın moralini mümkün olduğunca yüksek tutabilmek için, bunun bir taktik olduğunu, ordunun geri döneceğini söylüyor ancak elbette kimse üzerinde etkili olamıyorlardı.
İnönü’nün gözyaşları
18 Haziran 1941 Çarşamba günü Türkiye ile Almanya arasında imzalanan saldırmazlık paktı ile Hitler’in hedefinin, Türkiye üzerinden değil, Karadeniz’in kuzeyinden Rusya’ya yürümek olduğu ortaya çıkmıştı. Nitekim aynı hafta bitmeden, 22 Haziran Pazar günü Hitler Rusya’ya saldıracaktı.
Bu saldırıyı haber vermek için İsmet İnönü’yü uyandırdıklarında İnönü, pijamalarıyla yatağında bağdaş kurup sakince gülmeye başladı. Sonra bu gülmenin dozu giderek arttı, gülme kahkahalara dönüştü.
Bir yanda Hitler, diğer yanda Stalin tehlikesine karşı ülkesinin sorumluluğunu üzerinde taşımaktan aylardır yay gibi gerilmiş sinirlerin boşalma anıydı bu.
Türkiye, biraz olsun, rahat bir nefes alabilecekti.
Artık Türkiye dosyasını kapatıp tekrar ana konumuza dönebiliriz.
Otomobil tuttu yolu, bu yol da macera dolu
Direksiyon yar elinde, gönlüm ardına koşulu (dinle)
SSCB’ye saldırının Kuzey, Merkez ve Güney Ordu Grupları ile üç koldan yapılması planlanmıştı. Kuzey ve Güney Ordu Grupları aynı güçteydi, Merkez Ordu Grubu ise en güçlüleriydi.
14 Haziran’da Hitler, saldırının nedenlerini açıklamak için komutanlarını Berlin’de topladı. Onlara, İngiltere’nin bir türlü teslim olmaması yüzünden savaşın bitirilmesinin Avrupa’da kesin bir zafer kazanmaktan geçtiğini, bunun için de Rusya’nın yenilmesi gerektiğini, Rusların önce Finlandiya’yı sonra Baltık Devletleri’ni işgali ettiğini, şimdi de Almanya’ya saldırıya hazırlandığını gösteren bir takım raporlar[1] aldığını, Sovyetler Birliği ayakta kaldığı sürece sınırda tutmak zorunda oldukları askerlerin silah, denizaltı ve uçak yapımında görev alabilmeleri için Rus tehlikesinin tamamen ortadan kaldırılmasından başka bir yol bulunmadığını, vb. söyledi.
Aslında bunların hepsini toplasanız yine de Rusya’ya saldırıp ikinci bir cephe açmaya yetmezlerdi.
Bundan daha önemli bir mesele ise Rusya’nın gücünün hafife alınmasıydı. Almanların Rusya’ya saldıracağına dair raporlara Stalin’in bir türlü inanmaması gibi Hitler de, Rusya’nın sanayi kapasitesi ve savaş azmiyle ilgili kendisine iletilen her raporu elinin tersiyle itiyor, yalnızca görmek istediklerini görüyordu. Doğu ülkelerinin Rus hegemonyasından nefret ettiklerini, Alman istilası ile birlikte SSCB’yi oluşturan ülkelerin ayaklanacaklarını, dolayısıyla zaferin çok kısa bir süre içinde elde edileceğini şu sözlerle anlatıyordu: “Sadece kapıya bir tekme atmamız gerekiyor, çürümüş kulübe o zaman kendiliğinden yıkılacak.”
Böylece doğuda bir Alman imparatorluğu kurulmasını hayal eden Hitler, yanındakilere “Rusya, bizim Hindistan’ımız olacak.” demişti.
Hitler’in müthiş karizması ve daha önceki zaferleri, bu saçma iyimserliği ordu komutanlarına aşılamasına da neden olmuştu.[2] Alman General Günther Blumentritt Kızıl Ordu’nun iki hafta içinde yenileceğini öngörürken, Genelkurmay Başkanı von Brauchitsch daha temkinliydi. Kendisine göre sefer “dört haftaya kadar” uzayabilirdi.
Kara Kuvvetleri’nde, zaferin erkenden geleceğine öyle inanılmıştı ki, her beş askerden yalnızca birine kışlık kıyafet verilmişti.
Oysa ülkesinin gücünü, İlya Ehrenburg “Fırtına” adlı romanında iki Alman askerinin ağzından şöyle anlatır:
“(Ruslar) Napolyon’un hakkından geldiler, diyordu onbaşı, doğru. Ama o çağlarda insanlar, posta arabasıyla yolculuk ediyordu. Şimdi her şeye motorlar karar veriyor. Artık uzaklıkların kimseyi korkuttuğu yok.
Richter ise kuşkuyla düşünüyordu: Rusya’nın ne olduğunu bilmiyorlar… Bir ülke değil, bir dünya. İnsan gider gider de ucuna varamaz… Orada insanoğlu hiçliğinin bilincindedir hep. Savaş olmadan yolunu şaşırır, ölürsün de kimsenin ruhu bile duymaz.”
Anlı şanlı Prusya Genelkurmay geleneğinden gelen generaller, bir onbaşının peşinde girdaba doğru sürükleniyorlardı.
Kıpırdama vururum!
Yazı dizimizin bir önceki bölümünde, Alman işgaline karşı uyaran hiçbir bilgiye Stalin’in değer vermediğinden söz etmiştik. Kendisinin bu hatalı görüşünü paylaşan pek çok üst düzey bürokrat vardı, bunlardan biri de Rusya’nın Berlin büyükelçisi Dekanozov’du. Dekanozov’un bu görüşü paylaşmasının nedeni, bu görüşün Stalin’in görüşü olmasıydı. Stalin’in görüşlerini, Gizli Servis’in başındaki celladı Beriya, onun görüşlerini de kendisinin emrindeki cellatlar paylaşırdı.
Dekanozov bu göreve Beriya’nın desteğiyle gelmiş bir Gizli Servis ajanıydı. Rus İç Savaşı sırasında Kafkasya’da yaptıklarından ötürü “Bakü Celladı” olarak tanınan Dekanozov’un, Berlin Büyükelçiliği’nin altındaki işkence odasında gösterdiği meziyetleri vardı. Ancak diplomasi birikimi, ilişki yönetimi, olayları analiz etme becerisi gibi Stalin Rusya’sının büyükelçileri için zaten gereksiz sayılan özelliklere sahip değildi.
Örneğin, Almanların Rus sınırı boyunca yüz seksen tümeni hazırladıkları bilgisi kendisine iletildiğinde, bunun bir İngiliz kışkırtması olduğunu düşündü. Benzer şekilde, komünist bir Alman matbaacının Rus Konsolosluğu’na sızdırdığı, Alman istila birlikleri için hazırlanmış bir dil kılavuzuyla da ilgilenmedi. Bu kılavuzun içinde sık kullanılacak sözler arasında Rusça “Teslim ol!”, “Eller yukarı!”, “Kıpırdama vururum!” gibi ifadeler vardı.
Stalin’in öldüğü 1953 Mart’ından sonra Beriya gözden düştüğünde, onunla birlikte Dekanozov da iktidarını kaybetti ve 1953 Aralık’ında aynı gün idam edildiler.
Ancak Rusya çok büyük bir ülkedir, oradaki her caniyi anlatmaya kalkarsak yazımızı bitiremeyiz. Bu yüzden biz yine 1941 Haziran’ına dönelim.
Toplasan o öğütleri, burdan köye yol olur (dinle)
20 Haziran 1941 günü Alman işgali olasılığına dair Stalin’e ulaşan uyarılar uç noktaya varmıştı. Sovyet işgali altındaki Letonya’nın başkenti Riga Limanı’nda demirli yirmi beş Alman gemisinin aynı anda demir almaya hazırlandığı bilgisi geldiğinde Stalin’in tepkisi, bunun bir kışkırtma olduğu, gemilerin ayrılmasına izin verilmesi yönündeydi.
Bu sırada Moskova İtfaiyesi, Alman Büyükelçiliği’ndeki evrakın yakıldığını söylüyor, Büyükelçilik personelinin ailelerinin Moskova’yı terk ettikleri görülüyordu. Sınırdan gelen raporlarda ise, Almanların tank motorlarını çalıştırdıkları, nehirler üzerine köprüler inşa ettikleri ve mevzilerinin önündeki dikenli telleri kaldırdıkları belirtiliyordu.
İngiliz hükümetinden, Çinli komünist lider Mao’ya kadar tüm dünya Stalin’i uyarmaya çalışıyor ancak Stalin kendisine gelen tüm delilleri kışkırtma olarak değerlendiriyordu. Bununla birlikte Moskova’nın hava sahasının korunmasından sorumlu birliklerin arttırılması emrini verdi.
21 Haziran Cumartesi akşamı, Alman ordusundan Rus tarafına kaçan bir asker, Pazar sabahı saldırının başlayacağını söyledi. İkinci bir kaçak, saldırının saatini de verdi: 04:00. Berlinli komünist bir işçi olan üçüncü kaçak, geceleyin Prut Nehri’ni yüzerek geçti ve birliğine birkaç saat içinde saldırı emrinin verildiğini belirtti. Stalin, ordunun olası bir saldırıya karşı tetikte olması emrinin verildiğini kontrol ettirdikten sonra Stalinliğinden vazgeçmeyerek, bu komünist işçiyi idam ettirdi.
22 Haziran 1941
Napolyon’un Rusya seferi 24 Haziran 1812’de başladığında, ordusu o güne kadar Avrupa’da görülmüş en büyük orduydu.
Hitler de yüz yirmi dokuz yıl sonra, Üçüncü Haçlı Seferi’nin lideri olan Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa’dan adını alan, Barbarossa Harekatı’nı başlattığında o güne kadar görülmüş en devasa orduyu kurmuştu. Almanlar, Hırvatlar, Finler, Rumenler, İtalyanlar, Macarlar vb. çeşitli halklardan oluşan üç milyonu aşkın asker, üç bin altı yüz tank, altı yüz bin motorize araç, yedi bin top, iki bin beş yüz uçak ve altı yüz yirmi beş bin at…
İşte bu muazzam ordu, 22 Haziran 1941 sabahı kuzeyden, merkezden ve güneyden SSCB’nin uçsuz bucaksız topraklarına girdiğinde, 2. Dünya Savaşı’nın gidişatı da değişti.
Artık Hitler ve Stalin’in bilek güreşi resmen başlamıştı ve içlerinden biri düşene kadar bitmeyecekti.
Sorma utanırım, sorma söyleyemem (dinle)
Saldırı başladığında Stalin, Kremlin’den on kilometre uzaktaki kır evinde uyuyordu.
Rus komutanlara cepheden telefonlar yağıyor, Almanların saldırıya geçtiği bildiriliyor, emirleri soruluyordu. Ancak Stalin Rusya’sında, Stalin’in bilgisi dışında emir vermeye kalkmak genellikle intiharla eş anlamlı olduğu için, komutanlar herhangi bir emir veremediler. Nitekim Alman saldırısı haberini aldığında Savunma Halk Komiseri (Milli Savunma Bakanı) Timoşenko uçaksavar birliklerine savunmaya geçmemelerini söyledi.
Hepsi 1. Dünya Savaşı’nda ve bunu takip eden Rus İç Savaşı’nda çarpışmış, göğüsleri madalyalarla kaplı, cesur mareşallerin, generallerin zihinlerini meşgul eden soru, Almanlara karşı anavatanın korunması için acilen ne yapılması gerektiği değil, Hitler’in saldırısını söylemek için Stalin’i kimin uyandıracağıydı.
Ama telefonlar susacak gibi değildi; Letonya’nın başkenti Riga’dan, Ukrayna’daki Kiev’e, Sivastopol’e kadar her yerden saldırı haberleri geliyordu.
Yine cephedeki komutanlardan biri, Almanların Sivastopol’ü bombaladıklarını söyleyip emirlerini duymak için Timoşenko’yu aradığında kendisinden “hiçbir şey yapmaması” emrini alınca, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Ne demek istiyorsunuz? Birliklerimiz çekiliyor, şehirlerimiz yanıyor, insanlarımız ölüyor.”
“Yoldaş Stalin bunun birkaç Alman generalinin provokasyonu olduğu görüşünde.”
Timoşenko Stalin’i uyandırmaya çekindiği için böyle bir yalan uydurmuştu. Telefonu kapatınca yanındaki Mareşal Budyonni’ye sordu:
“Almanlar Sivastopol’ü bombalıyorlarmış. Stalin’i bilgilendirmeli miyim sence?”
“Evet, hem de hiç vakit kaybetmeden!”
“Sen ara, ben korkuyorum.”
“Hayır, sen ara, sen Savunma Halk Komiseri’sin.”
Sonunda Budyonni Stalin’i aramaya razı oldu. Ama Timoşenko, Stalin’i uykudan uyandırmanın bir Sovyet mareşalinin omzuna yüklenemeyecek kadar ağır bir sorumluluk olduğunu düşünmüş olacak ki, Budyonni’nin yükünü paylaşması için General Jukov’a da Stalin’i araması emrini verdi.
Şimdi ne olacak?
Jukov Stalin’e telefonla ulaştı, haberi verdi ve karşı saldırı için izin istedi.
Stalin hiçbir yanıt vermedi. Telefonda yalnızca ağır ağır nefes alıp verişi duyuluyordu.
Jukov sormak zorunda kaldı:
“Beni anladınız mı, yoldaş Stalin?”
Bir süre daha yalnızca Stalin’in nefesi duyuldu. En sonunda bir ses işitildi:
“Timoşenko’yla birlikte Kremlin’e gelin. “Politbüro” (Komünist Parti’nin karar organı) da toplansın.”
Kremlin’de buluşulduğunda, Stalin elinde meşhur piposuyla yavaş yavaş, kelimelerini özenle seçerek konuşuyordu. Bu saldırıların belki de birkaç Alman generalinin provokasyonu olduğunu, Hitler’in bu saldırılardan haberi olmayabileceğini, dolayısıyla Berlin’den bir haber gelene kadar, orduya direniş emri vermeyeceğini söyledi.
Stalin’in yıllar boyunca Hitler’le savaşa hazırlanıp Almanlar savaşı başlattıklarında bu durumu bir türlü kabullenememesi; bir komploya maruz kalma korkusuyla çevresindeki herkese ihanet etmiş, yola birlikte çıktığı arkadaşlarını öldürtmüş diktatörün, saldırmazlık anlaşması imzaladığı başka bir diktatör tarafından ihanete uğradığında bu gerçeği reddetmesi anlamına geliyordu.
Özetle; Stalin ihanet etmeye alışmıştı, ihanete uğramaya değil…
Bu yüzden şimdi ne yapacağını bilemiyordu.
Büyükelçilerin son görevi
Stalin, Dışişleri Bakanı Molotof’a, Alman Büyükelçisi von der Schulenburg’u görmesini emretti. Büyükelçi, Molotof’a Almanya’dan gönderilen telgrafı okudu: Bir araya toplanan Sovyet birlikleri, Almanya’yı “askeri karşı önlemler” almaya zorlamıştı. Molotof bunun bir savaş ilanı olup olmadığını sordu ancak von der Schulenburg bir şey söylemedi, yalnızca üzgün bir biçimde omuzlarını silkti. Molotof bağırmaya başladı. Bu yapılanın, tarih boyunca benzeri görülmemiş bir güven suistimali olduğunu söyledi ve ekledi: “Bunu kesinlikle hak etmedik.”
Savaşı kendi topraklarından bir süreliğine olsun uzak tutmak amacıyla Polonya’nın bağımsızlığına son veren, Letonya, Estonya, Litvanya’yı istila eden, Romanya ve Finlandiya’nın ise bir bölümünü ele geçiren SSCB’nin bunu hak edip etmediğini değerlendirmek size kalmış…
Von der Schulenburg ise, en azından Molotof’a karşı sesli olarak, böyle bir değerlendirme yapmadı. Molotof’un ofisinden çıkarken, Kremlin’e gelen generallerin limuzinleriyle karşılaştı.
Alman-Rus ilişkilerinde diplomatların dönemi bitmiş, askerlerin dönemi başlamıştı.
Bu nedenle, von der Schulenburg’un hikayemizdeki yeri son buluyor. Kendisi 1944 Temmuz’undaki Hitler’e karşı suikast girişiminde suçlu bulunmuş ve idam edilmiştir.
Aynı saatlerde Rusya’nın Berlin’deki Büyükelçisi Dekanozov, Alman Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’un ofisine davet edildi ve durumla ilgili olarak bilgilendirildi. Dekanozov odadan çıkarken, von Ribbentrop peşinden koştu ve kulağına fısıldadı: “Hitler’i bu savaştan vazgeçirmeye çalıştım ama hiç kimseyi dinlemek istemedi. Bu saldırıya karşı olduğumu Moskova’ya söyleyiniz.”
Bir Yüksek Genelkurmay Karargahımız olsa fena olmaz.
(En azından suçu başkasına atarken kullanırız…)
Almanların savaş ilanı kesinleştiğinde, acilen askeri tedbirlerin alınması gerekliliği ortaya çıktı. Böylece saldırıdan bir gün sonra, 23 Haziran 1941’de, bir Yüksek Genelkurmay Karargahı kurulmasına karar verildi.[3]
Bu karargahın başına Stalin’in atanması önerildi; ne kadar da şaşırtıcı bir gelişme… Ancak Stalin bu önerinin üzerini çizdi ve kendi adının yerine Timoşenko’yu yazdı. Bu ise pek de şaşırtıcı bir gelişme değil, zira Rus ordusunun o günkü halinde genelkurmay başkanı olmak, ateşten gömlek giymek gibiydi.
Stalin kendisinin neden olduğu başarısızlıklar için yeni günah keçileri arıyordu.
Huylu huyundan vazgeçmez
Savaşın başlamasıyla birlikte Stalin etrafına emirler yağdırmaya başladı, cephenin yanındaki insanlar ve fabrikalar trenlerle geriye taşınacak, Almanlara hiçbir şey bırakılmayacaktı. Bununla birlikte, kimseye güvenmeyen Stalin’in barış zamanında en ufak detaylarla bile ilgilenme çabası savaş döneminde hepten çığırından çıkmıştı: Hükümetin yayın organı Pravda gazetesindeki başlıkların nasıl çıkacağından, süngülerin ölçülerine kadar her konuyu idare etmeye çalışıyor, bu da tabii ki içinden çıkılmaz bir bürokrasinin meydana gelmesine neden oluyordu.
Buna ilaveten, Stalin’in her sorun için bildiği tek bir yol vardı; birini günah keçisi yapıp ibret olsun diye öldürmek. Böylece diğerlerinin ödünü patlatarak, işlerini en iyi şekilde yapmalarını sağlamayı amaçlıyordu.
Ama bu fütursuz şiddetin işe yaradığı ve yaramadığı zamanlar vardır. Yüzyıllardır kendisini yönetenlerin baskısına boyun eğmeye alışmış halklar üzerinde işe yararken; organize olmuş, güçlü ve morali yüksek bir düşmanın durdurulmasında işe yaramaz.
Nitekim işe yaramadı; Rusların savaşın daha ilk günündeki uçak kayıpları bin iki yüzden fazlaydı.
Almanlar tüm cephelerde başarılı olmuş, hızla ilerliyorlardı. Yalnızca güneybatı cephesinde bir karşı saldırı düzenleyebilen Jukov bunu bir ölçüde Stalinvari yöntemlere borçluydu: Geri çekilen subaylar için verdiği emir, bunların vatan hainliği ve korkaklıkla suçlanıp hemen öldürülmeleriydi. Bununla birlikte Jukov’un, en önemli silahı acımasızlığı olan Stalin’den farkı, kendisinin aynı zamanda askeri konularda müthiş yetenekli, dinamik ve cesur bir komutan olmasıydı.
Minsk düşüyor
Savaşın ilk günlerinde Almanlar öyle güçlü darbeler vurmuşlardı ki, Stalin bütün gururunu bir yana bırakarak, büyük toprak parçalarını verme karşılığında Hitler’le acilen barış yapmayı tasarladı. Ancak barış için aracılık yapması istenen Bulgar Büyükelçisi’nden kahince bir ret cevabı alındı: “Ural Dağları’na kadar geri çekilseniz bile savaşı siz kazanacaksınız.”
Harekatın daha birinci haftası dolmadan Heinz Guderian’ın zırhlıları Rus topraklarında beş yüz kilometre ilerlemişler ve Belarus’un başkenti Minsk şehrini almışlardı. Bu şehir stratejik açıdan önemliydi, çünkü arkasında Smolensk vardı.
Smolensk’ten sonraki ilk şehir ise Moskova’ydı.
Minsk’in düşmesi Rus ordusunda öyle bir kaos yarattı ki, Genelkurmay Başkanı Timoşenko cephedeki ordularla iletişimi kaybetti. Askerler ve Stalin’in dalkavukları başarısızlık yüzünden birbirlerini suçluyorlar, Stalin doğal olarak dalkavuklarının tarafını tutuyordu. Genelkurmay Başkanı Timoşenko’ya sordu:
“Minsk’te ne oldu?”
“Size henüz bir rapor verebilecek durumda değilim.”
“Senin görevin, doğruları bilmek ve bizi bunlardan haberdar etmek. Bize gerçekleri söylemekten korkuyorsun.”
İkisinin arasına Jukov girdi.
“Yoldaş Stalin, işimize devam etmemize izin verir misiniz?”
“Sizi engelliyor muyuz?” diye alaycı bir şekilde sordu, Gizli Servis’in başı Beriya.
Kendisi Stalin’in en uzun süre görev yapmış, en korkunç celladıydı. Stalin ondan bahsederken, Hitler’in SS birliklerinin[4] lideri ve Yahudi Soykırımı’nın baş uygulayıcısı Heinrich Himmler’e atıfta bulunarak, “Bizim Himmler’imiz” derdi.
Stalin’le Timoşenko’nun konuşması, Jukov-Beriya arasındaki kavgaya dönüştü. Jukov açık konuşuyordu:
“Biliyorsunuz, tüm cephelerde durum kritik. Cephe komutanları emir bekliyor, bu emirleri biz versek daha iyi olur.”
“Biz de emir verebiliriz.” diye bağırdı Beriya.
“Böyle düşünüyorsan, yap da görelim.”
“Parti bize bu görevi verirse, kesinlikle yaparız.”
“Öyleyse görevi alana kadar bekle. Bu iş şu anda bize verildi.”
Stalin öfkesini daha fazla tutamayarak Jukov’a bağırdı:
“Orduyla bizim aramıza bir çizgi çekerek büyük bir hata yapıyorsun. Cephedekilere nasıl yardım edeceğimizi birlikte düşünmeliyiz. Bu nasıl bir karargah böyle? Daha savaşın başında, birlikleriyle iletişimi kaybeden, emir vermekten aciz bir genelkurmay olur mu?”
Jukov kıpkırmızı kesildi ve odayı terk etti.
Stalin amacına ulaşmış, başarısızlığı komutanların üzerine atmıştı.
Stalin’in bunalımı (?)
O gece Kremlin’den çıkıp kır evi Kuntsevo’ya doğru hareket ettiklerinde, Stalin ilk kez çökmüş bir halde göründü. Şöyle diyordu: “Her şey kaybedildi. Artık bırakıyorum. Lenin ülkemizi kurdu ama biz onu mahvettik.”
Çevresindekiler çok şaşırmış, Stalin’in ne yapmak istediğini anlamamışlardı. Bunun, Stalin’e olan sadakatlerini ölçmeye yönelik bir plan olduğunu düşündüler.
Stalin ertesi gün Kremlin’deki ofisine gelmedi. Herkes Stalin’e ulaşmaya çalışıyor ancak bir türlü başaramıyordu.
Diktatör bir sonraki gün de ortalarda yoktu.
Bu sırada hızla ilerlemeye devam eden Almanların karşısında Rus orduları perişan oluyordu. Ülke başsız kalmıştı.
Bunun üzerine Komünist Parti’nin yöneticileri toplandılar. Stalin’in görevden alınmasını öneren Lenin’in vasiyetinin okunmasından bu yana, yani on altı yıl sonra ilk kez Stalin’i iktidardan indirme şansı ellerine geçmişti. Ancak bu on altı yıl içinde öyle bir terör uygulanmış ve Stalin’in adı zihinlere öylesine kazınmıştı ki, deneyimli parti liderlerinden hiçbiri ilk adımı atmaya cesaret edemiyordu. Sonunda, gençlerden Voznesenski, Stalin’in bir numaralı yoldaşı Molotof’a, kendilerine liderlik etmesini, onu takip edeceklerini söyledi.
Ürkek Molotof bu teklif karşısında şoke olmuştu, ne yapacağını bilemiyordu. Hep beraber Stalin’in kır evi Kuntsevo’ya gitmeye karar verdiler.
Eve girdiklerinde karşılarında tükenmiş, neredeyse delirmiş bir halde olan Stalin’i buldular. Stalin her şeyin bittiğini, Lenin’in mirasına sahip çıkamadıklarını söylüyordu.
Sonra parti yöneticilerine baktı. O güne kadar Stalin’in daveti olmadan onun evine gelmek görülmüş şey değildi.
Stalin’in yüzünden endişe okunuyordu. Bu anda her şey olabilir, kendisinin görevden alındığı söylenebilir, hatta hemen idam edilebilirdi. Böyle bir ruh hali içinde kritik soruyu sordu:
“Neden geldiniz?”
İstemem, yan cebime koy
Stalin o anda odada bulunanlardan ne kadar korkuyorsa, parti yöneticileri de Stalin’den o kadar korkuyorlardı. Bu nedenle hiç kimse Stalin’i indirme inisiyatifini gösteremedi. Molotof, eğer biri çıkıp da kendisini Stalin’i devirmeye yönlendirmeye kalkarsa, o aptalı lanetleyeceğini söyledi ve Stalin’den tekrar başlarına geçmesini istedi.
Stalin oyunu kazanmıştı ama zaferini perçinlemek için kendisini ağırdan satmaya karar verdi: İnsanlara umut verecek, ülkeyi nihai zafere götürecek kişinin kendisi olduğundan emin değildi. Acaba daha iyi adaylar bulunabilir miydi?
Bunun üzerine, az önce birbirlerinin arkasına saklanıp Stalin’e karşı ilk adımı başkasının atmasını uman dalkavuklar sürüsü, bir anda Stalin’i övme yarışına girdiler. Ondan daha iyi bir adayın olmadığı konusunda herkes hemfikirdi.
Stalin’in bu halinin ne kadarının gerçek ne kadarının rol olduğu üzerinde çok tartışılmıştır. Minsk kentinin kaybedilişinin ve Alman taarruzunun başarısının kendisini çok yıprattığı bir gerçek. Diğer yandan, daha önce de belirtildiği gibi, tam bir kitap kurdu olan Stalin, tarihi çok iyi biliyordu. Böyle kriz zamanlarında, Makedonyalı Büyük İskender’den Rus Çarı Korkunç İvan’a kadar, tahttan çekilme tehdidiyle çevresindekilerin sadakatini ölçme ve eskisinden daha güçlü bir şekilde tekrar iktidara sahip çıkma oyunundan haberi olmaması mümkün değildi. Bu oyunun bir faydası da, olası bir başarısızlık halinde Stalin’in, suçu kendisini seçenlerin üzerine atabilmesine olanak tanımasıydı.
Shakespeare, çok sevdiğim III. Richard trajedisinde, tarihte düzenli olarak tekrarlanan bu sahneyi anlatır. İngiltere tacına sahip olmak isteyen Gloucester Dükü Richard, kendisine sunulan tacı kabul etmez görünür, çevresindekiler ise onu ikna etmeye çalışırlar:
“RICHARD GLOUCESTER
(…)
Kusurlarım öylesine bol ve yaman ki,
Enginlere açılmaya çekinen cılız bir tekne gibi,
Büyüklüğüme sığınıp, orada gizleneceğime,
Şatafatlı mevkiimin dumanında kaybolacağıma,
O büyüklükten kaçıp gizlenmek daha işime geliyor.
Tanrı’ya şükür eksikliğim duyulmuyor. Çünkü,
O kadar çok eksiğim var ki, size yararım olmaz.
BELEDİYE BAŞKANI (Richard’a)
Lütfen, Sayın Lordum, yurttaşlarınızın dileği bu.
BUCKINGHAM (Richard’a)
Size sunulan bu sevgiyi reddetmeyin, yüce Lordum.
CATESBY (Richard’a)
Sevindirin onları, Lordum, bu meşru isteklerini kabul edin.
RICHARD GLOUCESTER
(…)
Kuzen Buckingham, ve siz, sağduyulu, basiretli insanlar,
Madem siz, ben istesem de istemesem de,
Kaderin yükünü sırtıma vurup,
Onu taşımaya layık gördünüz beni,
Bana da bu yüke katlanmaktan başka çare kalmıyor.
Ancak, bilin ki, bana kabul ettirdiğiniz bu durum
Kapkara bir rezalete veya çirkin söylentilere yol açarsa,
Bu işi sizin zorunuzla yapmış olmam
Beni her türlü kötü leke ve kirden uzak tutacaktır.
Çünkü, bu işte ne kadar gönülsüz olduğumu
Tanrı biliyor ve siz de biraz görüyorsunuz.”
Sonuçta Stalin gücüne tekrar kavuşmuştu.
Stalin’in yerine Molotof’u öneren genç idealist Voznesenski’ye ne mi oldu?
Savaştan sonra, 1950’de, idam edildi.
Yetersiz bir reenkarnasyon
Ertesi gün Stalin büyük bir kararlılıkla işinin başına döndü. Timoşenko’yu Batı Cephesi’ne gönderdi, Moskova’nın savunması O’nda olacaktı. Ayrıca ordunun içine, Finlandiya ile yapılan Kış Savaşı’ndan sonra kaldırılan politik komiserleri[5] tekrar yerleştirdi. Böylece orduda iki başlı bir idare çıktı. Komutanlar askeri kararları verirken, politik komiserler de “hainlerle, korkaklarla ve sabotajcılarla” savaşacaklardı.
Bununla birlikte Stalin’in askerlik mesleğinin gereksinimlerinden uzak, bağnaz bir politik zihnin ürünü olan “önlemleri” hiçbir işe yaramadı. Üçüncü haftanın sonuna gelindiğinde Ruslar iki milyon asker, üç bin beş yüz tank ve altı binden fazla uçak kaybetmişlerdi.
Hitler Rusya’daki zaferinden öyle emindi ki, 14 Temmuz’da Alman zırhlı kuvvetlerinin üretim hedeflerine ilişkin yeni öncelikleri belirledi: İngiltere’ye ve her geçen gün tarafsızlığını bir yana bırakacakmış gibi görünen ABD’ye karşı, hava ve deniz kuvvetlerine ağırlık verilecekti. O gece çevresindekilere, savaştan sonra Alman turist ve tatilcilerin Kırım sahiline ulaşabilmesi için Rus steplerinde inşa edilecek otobanlardan ve Ural Dağları hizasında kurulacak Alman sınır boyundan söz etti.
Hitler’in hayallerini doğrularcasına, 16 Temmuz’da Guderian’ın zırhlı birlikleri Smolensk’i de aldılar.
Artık Almanlar için Moskova yolu açılmıştı.
Yakov Çugaşvili’nin öyküsü
Smolensk’te esir düşenlerin içinde Yakov Çugaşvili de vardı, yani Stalin’in ilk evliliğinden olan oğlu.
Daha bir yaşına basmadan annesini kaybeden Yakov, uzun yıllar babasını da görmeden, annesinin Gürcistan’daki akrabaları tarafından büyütülmüştü. Yirmili yaşlarında üniversite okumak için Moskova’ya gittiğinde babasıyla buluştu ama o sırada ikinci karısıyla evli olan Stalin, Yakov’a karşı her zaman soğuk davranıyordu. Hatta bir Yahudi kızla evlenmek isteyen Yakov, bu yüzden babasının hışmına uğradığında intihara kalkışmış, ancak kurşun kalbine değil ciğerine saplanınca Stalin bu durumla alay etmişti: “Şuna bakın, daha kendini vurmayı bile beceremiyor.”
İşte bu, annesini hiç tanımamış, baba sevgisini ise hiç görmemiş Yakov, harekatın üçüncü haftasında esir düşen yüzbinlerce Sovyet askerinden biriydi. Haberi aldığında Stalin’in tepkisi kendisinden beklendiği gibi oldu: “Ahmak, intihar etmek yerine gitmiş teslim olmuş.”
Hitler, Stalin’in oğlunu, hikayesini ileride okuyacağımız, Ruslara esir düşen Mareşali von Paulus’la takas etmeyi önerdiğinde Stalin bunu reddedecekti: “Bir Mareşali bir teğmenle takas etmem.”
Yakov, 1943 yılında Sachsenhausen Toplama Kampı’nda öldü. Kimilerine göre bir kamp nöbetçisine kendisini vurdurmuş, kimilerine göre kampı çevreleyen elektrikli tellere koşarak ya da yüksek bir yerden atlayarak intihar etmişti.
Oğlunun intiharını çok sonra işiten Stalin, bu haber üzerine nihayet Yakov’la gurur duydu. Bir gün Kuntsevo’daki kır evinde akşam yemeği masasından kalktı, içerideki bir odaya gitti. Peşinden gelenler Stalin’i oğlunun resmine bakarken buldular.
Savaştan sonra, kendisi gibi Gürcü bir tanıdığına oğlunun resmini gösterip şöyle diyecekti: “Yakov’u görmüş müydün? İşte bak! Tam bir erkek değil mi? Kader ona adaletsiz davrandı.”
Rusya’da kaderin diğer adı Stalin’di.
Panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları,
Hepsi halka karşıdır (dinle)
Almanların bu kadar kısa sürede bu kadar hızla ilerlemelerinde önemli rol oynayan nedenlerden biri de, Stalin’in diktatörlüğünden bıkmış halkın Alman ordularını kurtarıcı olarak kucaklamasıydı. Kadınlar işgalci Almanlara, konukseverliğin ve şükranın bir işareti olarak ekmek, tuz, tereyağı ve haşlanmış yumurtalar sunuyorlardı.
Hatta 1939 Ağustos’unda Hitler’le imzaladığı saldırmazlık anlaşması nedeniyle Stalin Polonya’daki Alman katliamlarını sansürlediği için, Alman ordularını alkışlarla karşılayanların arasında, başlarına ne geleceğini bilmeyen Yahudiler de vardı.
Hitler kendisini biraz olsun dizginleyip, Rus topraklarını işgale başlar başlamaz Nazilerin giriştikleri katliamları engellese, Almanlar SSCB halkının önemli bölümünün desteğini alabilir, ordularını çok daha güçlü hale getirebilirlerdi. Ancak, Alman ordusunun arkasından gelen Reich Komiserleri[7], Rusya topraklarındaki savaşın, Batı’da Fransa/İngiltere ile nispeten centilmence sürdürülen savaştan[8] çok farklı biçimde, tam bir yok etme savaşı haline gelmesinde önemli rol oynadılar. Bu da Almanlara karşı duyulan sevgiyi kısa zamanda nefrete çevirdi ve yerel halkın direnişe geçerek partizanlara katılmasına yol açtı.
Hitler bu partizanların Alman ordusu için ileride yaratacağı tehlikeyi öngöremedi. Tam tersine, Stalin’in Alman işgalcilere karşı partizan savaşı verilmesi emrini sevinerek karşıladı: “Bu bize, tüm düşmanlarımızı yok etme fırsatı veriyor. Ele geçirdiğimiz bu geniş toprakları mümkün olduğunca kısa süre içinde düşman unsurlardan arındırmalıyız; bunun yolu da bize ters bakan herkesi vurmaktan geçiyor.”
Partizan kahramanların hikayelerine daha sonra değineceğiz.
Hitler’in tercihi: Yanlardan al, ortalar kalsın
Savaşın ilk haftalarında Alman orduları inanılmaz başarılara imza atmış, Moskova’dan önceki son durak Smolensk’i ele geçirmiş olsalar da, henüz büyük hedeflerden hiçbirine ulaşılamamıştı; yukarıda Leningrad, ortada Moskova, aşağıda ise tahıl ambarı konumundaki ve Kafkas petrollerine ulaşımı sağlayan Donetsk Havzası.
Ağustos başlarında General Guderian, zırhlı tümenlerle mümkün olduğunca hızlı biçimde Moskova’ya ilerlenmesi gerektiğine, Rus ordularının çevrilmesi ve yok edilmesi görevinin ise arkadan gelecek Alman piyadelerine bırakılmasının doğru olduğuna inanıyordu. Ancak Hitler, motorlu birliklerin düşmanın etrafından manevralar yapıp hızla hedefe ilerlemelerinin yanlış olduğunu düşünüyordu. Ona göre, Ruslar küçük gruplar halinde ayrı ayrı kuşatılıp imha edilmeli, böylece düşmanın asker sayısı azala azala yok olmalıydı.
Bu görüş, az sayıda askeri olan bir düşmana karşı faydalı olabilirdi. Ancak neredeyse sınırsız insan kaynağına ve bunları harcamaktan çekinmeyen bir diktatöre sahip olan Rusya’da, böyle bir taktik sadece savaşın uzamasına yol açardı. Savaşın uzaması ise, hem kaynaklarını yenilemesi Rusya gibi kolay olmayan Almanya’yı yoracak hem de Rusların Moskova ve Leningrad önlerinde kuvvetli savunma yapmalarına olanak sağlayarak, Almanların ilerlemesini durduracaktı.
Nitekim, tam da böyle olmuştur.
Buna ilaveten Hitler, savaşın başlamasından iki ay sonra, Ağustos sonuna gelindiğinde, merkezdeki Moskova saldırısını ertelemiş, kuzeydeki Leningrad ile güneydeki Ukrayna ve Kırım’ın ele geçirilmesini emretmişti.
Guderian Hitler’e karşı
1941 Ağustos’u sonunda Alman Generali Guderian Hitler’le görüşmeye gitti. Toplantı odasına girmeden, Genelkurmay Başkanı von Brauchitsch kendisini, Moskova konusunu açmaması, Leningrad ile Ukrayna-Kırım saldırılarının kesinleştiği konusunda uyardı. Aslında kendisi de, doğrudan Moskova’ya ilerlenmesi gerektiğine inanıyordu ancak Hitler’le karşı karşıya gelmemek için toplantıya katılmadı.
Hatta Kara Kuvvetleri’nden kimse toplantıya katılmamıştı. Guderian, Hitler ve yanındaki azılı Naziler’in önünde tek başınaydı. İnsan, General Jukov’un Stalin ve dalkavuğu Beriya ile girdiği tartışmayı hatırlamadan edemiyor.
Guderian neden Moskova’ya yürünmesi gerektiğini anlatmaya başladı. Moskova sadece Rusya’nın başkenti değil, aynı zamanda kara ve demiryollarının birleştiği önemli bir ulaştırma ve iletişim merkeziydi. Bu şehrin ele geçirilmesi yalnızca Rus halkının psikolojisine derin bir darbe vurmakla kalmayacak, güneydeki Ukrayna’nın düşmesinin de yolunu açacaktı. Çünkü Moskova’yı kaybedince Rusların kuzeydeki birliklerini Ukrayna savunmasına göndermeleri neredeyse imkansızdı. Diğer yandan, alternatif plan olan Ukrayna’nın kontrol altına alınması, artık yaz mevsiminin sonuna gelindiği ve yağmurlar başlamak üzere olduğu için, uzun sürecek, bu nedenle Moskova’nın o yıl içinde düşmesi mümkün olmayacaktı.
Bu tezlere karşın Hitler, ordusundaki generallerin savaşın askeri yönünü bildiklerini, ekonomik yönünü ise hiç anlamadıklarını söyledi. Savaşın devam etmesi için gerekli olan tahılı ve hammaddeleri sağlayacak Ukrayna-Kırım’a öncelikli olarak saldırılması önem arz ediyordu. Leningrad da, askeri malzeme üretim merkezi olması nedeniyle, aynı şekilde önemliydi.
Toplantının diğer katılımcıları Hitler’in sözlerini başlarını sallayarak desteklediklerinde, Guderian yapayalnız kaldı.
Moskova saldırısı bekleyecekti.
270 numaralı emir
Acilen Moskova’ya ilerlenmesi gerektiğini söyleyen komutanlarını dinlemeyen Hitler’in aksine Stalin, peş peşe gelen yenilgilerden sonra, arada sırada da olsa komutanlarının düşüncelerine değer verir olmuştu. Örneğin Smolensk’in kaybından sonra Politbüro üyeleri — teoride SSCB’yi yönetmekten sorumlu hükümetteki politikacılar, pratikte ise Stalin’in dalkavukları — Mareşal Timoşenko’yu görevlerinden azletmeyi önerdiğinde, Jukov buna karşı çıkmış, Stalin de Jukov’u dinlemişti.
Ağustos ortasına gelindiğinde Stalin meşhur 270 numaralı emrini yayınladı: Buna göre tüm Kızıl Ordu personeli, şartlar ne olursa olsun son askere kadar savaşacaktı. Eğer astlar savaşmaktan geri dururlarsa, komutanları tarafından hemen orada, savaş meydanında öldürülecek; eğer komutanlar astlarına savaşmak yerine teslim olma emrini verirse, o zaman astları komutanlarını öldürecek ve yerlerine savaşa devam edecek komutanlar seçeceklerdi. Teslim olanların aileleri de tutuklanacaktı ki; Stalin döneminde tutuklanmak ile ölmek arasında ince bir çizgi olduğunu hatırlatalım.
Stalin 270 numaralı emrin arkasında yatan anlayışla ilgili şöyle diyordu: “Sovyet savaş esiri diye bir şey yoktur. Yalnızca hainler vardır.”[9]
Artık Hitler’in karşısında böyle bir düşman vardı.
Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde Hitler Moskova kapılarına dayanıyor; Stalin ise elindeki bütün olanaklarla baş düşmanını durdurmaya çalışıyor.
[1] Rusya’nın 1941 Yaz’ında Almanya’ya karşı herhangi bir saldırı hazırlığı yoktu, nitekim Alman saldırısı başladığında Kızıl Ordu’nun yaşadığı şaşkınlık sonrasında gelen müthiş kayıpları, bu durumun göstergesidir. Bununla birlikte, içlerinde Jukov’un da yer aldığı bazı üst düzey Rus komutanlar, bir Alman saldırısının yaklaşmakta olduğunu seziyor ve Alman saldırısı başlamadan önce, SSCB’nin erken davranarak önleyici bir saldırıda bulunmasını daha doğru buluyorlardı. Bu nedenle, sınır bölgelerine Rus kuvvetlerinin getirilmesi gibi bazı önlemler almışlardı, ancak bu önlemler, böyle bir önleyici saldırıyı uygulamak için asla yeterli değildi.
[2] Bununla birlikte, Hitler de zaman zaman, Rusya harekatının başarısı hakkında şüpheye düşüyordu. Harekatın başlayacağı gece olan 22 Haziran’da, Hitler’in yanındakilerden biri Rusya’dan “büyük bir sabun köpüğü” olarak söz ettiğinde, Hitler bir anda düşünceli bir hale büründü ve şöyle dedi: “Her savaşın başlangıcı, karanlık bir odaya açılan kapıdır. Karanlıkta ne saklandığını kimse bilemez.”
[3] Bunun Rusçası “Ştavka”dır; bu tabir hem Rus Genelkurmay Başkanlığı’nı hem de savaş sırasında kurulan ve cepheleri yönetmekten sorumlu Yüksek Genelkurmay Karargahı’nı belirtmek için kullanılır.
[4] SS: “Schutzstaffel” — Koruma Timi. Kurulduğu ilk zamanlarda Nazi Partisi toplantılarının korumalığını yapmaktan sorumlu SS birliklerinin zaman içinde sayıları artmış ve bir yandan Alman ordusuna cephede destek verirken, diğer yandan soykırım suçunun bir numaralı faili haline gelmişlerdir.
[5] Alman ordusundaki SS’ler gibi, askeri yeteneklerinden ziyade yürürlükteki rejime fanatik düzeyde bağlılıkları nedeniyle tercih edilen kişiler.
[6] Teslim olmak da hayatta kalmayı garanti etmiyordu. Savaş boyunca Almanlar tarafından esir alınan Rus askerlerinin yüzde altmışa yakını toplu katliamlar, açlık, hastalık, yorgunluk, vb. nedenlerle hayatlarını kaybettiler. Bu şekilde ölenlerin sayısının en az 3,3 milyon olduğu sanılmaktadır.
[7] Yukarıdaki bölümde bahsettiğimiz komünist politik komiserlerin faşist versiyonları.
[8] Batı’daki centilmenliğin önemli bir istisnası, Alman ordusunun Fransa’yı dize getirdiği 1940 Mayıs ve Haziran aylarında, Fransız ordusundaki binlerce Afrikalı askerin, ırkçı ideoloji doğrultusunda öldürülmeleridir.
[9] 16 Ağustos 1941’de bu emrin yürürlüğe girmesiyle birlikte, bir ay önce, 16 Temmuz’da Stalin’in esir düşen oğlu Yakov’un karısı da tutuklandı.
“3. Bölüm: Perde Açılıyor” için 4 yanıt
Sn. Birincioğlu ; floodlarınızı büyük bir merak ve ilgiyle takip ediyorum bu bölümde Stalin’in bir Gürcü olduğunu yazmışsınız bu konu Batı’da böyle kabul görmüştür.Yalnız Rusya’nın Kuzey Kafkasya Bölgesinde özellikle Kuzey Osetya-Alania bölgesinde ve civarında Stalin’in bir OSET—ALAN asıllı olduğu bilinir çünkü Dedesinin ve Babasının OSET olduğu kesindir bu insanlar Gürcistan’a göç etmişler ve OSET-ALANCA biz yerel olarak ironca deriz sülale isimleri olan Zygoyte -yi Gürcüler Cugalvili ‘ye çevrilmiştir. Şahsen bende bu etnik gruptan bir Türk vatandaşıyım amacım Stalin’e sahip olmak değil bir gerçeği ifade etmektir zaten sülalesinden olanlar ve köyü halen Kuzey Osetya-ALANİA bölgesindedir. Son sözüm adını verdiğim ve mensubu olduğum insanlar Gürcü değil Hint-Avrupai dil grubundandır.
Cok tesekkur ederim Ahmet Bey:)
Haklisiniz, Stalin’in baba tarafindan Oset olduguna dair epey bir rivayet vardir. Ornegin Simon Sebag Montefiore’nin “Genc Stalin” kitabinda ya da Robert Service’in “Stalin” biyografisinde, Stalin’in baba tarafindan Oset olduguna deginilir. Nitekim babasi olum dosegindeyken hastaneye kabul edildiginde Oset olarak kayit edilmistir. Benzer sekilde, Trocki gibi Stalin’in rakipleri veya Osip Mandelstam gibi muhalif sairler Stalin’in Oset kokenlerinden soz ederler. Ornegin Mandelstam’in meshur Stalin taslamasi siirinin son dizesinde, Stalin’in “Osetyali govdesi” ifadesi gecer. Bu gorus gunumuzde de, ozellikle Kuzey Osetya-Alanya’da hakim olmaya devam ediyor. Ne yazik ki o donemden kalan kayitlar ortada olmadigi icin bunu yazili kanitlara dayanarak ispat edebilmek mumkun degil…
Bununla birlikte, sizin de belirttiginiz gibi, Stalin’in Bati’da Gurcu olarak bilinmesi ve Stalin dunyaya geldigi zaman Cugasvililerin tamamen gurculesmis olduklari gerceginden hareketle ben de Stalin’den Gurcu olarak soz ettim.
Yorumunuz ve katkiniz icin tekrar tesekkurler. Bati Resim Tarihi dizisinin de hosunuza gitmesi dilegiyle…
Bu yazınızda yine çok güzel.
Hoşuma giden ve açıklama ihtiyacı duyduğum kısımlar:
Diktatörün ne olduğu hakkında,
“Hepsi 1. Dünya Savaşı’nda ve bunu takip eden Rus İç Savaşı’nda çarpışmış, göğüsleri madalyalarla kaplı, cesur mareşallerin, generallerin zihinlerini meşgul eden soru, Almanlara karşı anavatanın korunması için acilen ne yapılması gerektiği değil, Hitler’in saldırısını söylemek için Stalin’i kimin uyandıracağıydı.”
ilk 3 hafta için SSCB nin kayıpları konusu:
“Üçüncü haftanın sonuna gelindiğinde Ruslar iki milyon asker, üç bin beş yüz tank ve altı binden fazla uçak kaybetmişlerdi.”
Hangi kaynaklarda okuduğumu hatırlamıyorum fakat bir çok eser bunu teyit ediyordu sanırım; esir olan asker vb görevli sayısı 5 milyon civarı olmalı. Savaşın bu ilk haftalarında Alman ordusunun daha da hızlı ilerleyemeyişini engelleyen faktörlerden biriside bu olmuştu.
Alman ordusunun her şeyi düşündüğü fakat bu sayıda bir gönüllü veya gönülsüz esir sayısına karşı planı olmadığı önlem almadığı dile getiriliyordu.
Çünkü gönüllü olanları derleyip toparlayacak, onlardan birlikler oluşturup geri hizmetlerde icabında cephede faydalanacak şekilde bir öngörüsü olmamıştı. Bunu sonraları yapmaya başladılar.
Hitler’in en önemli hatalarının başında bu yer alıyordu:
Alman ordusunun arkasından gelen Reich Komiserleri[7], Rusya topraklarındaki savaşın, Batı’da Fransa/İngiltere ile nispeten centilmence sürdürülen savaştan[8] çok farklı biçimde, tam bir yok etme savaşı haline gelmesinde önemli rol oynadılar.
Bu aşağıda ki yasa Ruslardan çok diğer halklara karşı sebepli veya sebepsiz her şekilde ve çok acımasızca planlı şekilde uygulandı. Etkileri bugüne kadar da devam ediyor. Kırımlılar, Ahıska ve Mesket Türkleri gibi bir çok halk toplu cezalandırılırken, Kazakistan başta olmak üzere bütün Orta Asya da bu cezalandırma bir sürek avına ve baskı rejiminin daha da bir katmerleştirilmesi aparatına dönüştü.
“Teslim olanların aileleri de tutuklanacaktı ki; Stalin döneminde tutuklanmak ile ölmek arasında ince bir çizgi olduğunu hatırlatalım.”
Yazdıklarınıza katılmamak mümkün değil. Sovyet esirlerinin ve ölülerinin sayısının milyonları bulması Alman ordusunu yavaşlatmıştı çünkü böyle bir düşmanla karşılaşmayı beklemiyorlardı. Nitekim bir sonraki bölümde Franz Halder’in notları da bu çaresizliği gözler önüne seriyor.