Yazı dizimizin üçüncü bölümünde, Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılından 2. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939’a kadarki dönemi, “İç Politika” ve “Dış Politika” adı altında iki başlıkta ele alıyoruz.
A. İç Politika
“Şunu asla unutmamalıyız ki Adolf Hitler’in Almanya’da yaptığı her şey “yasaldı” (…). Hitler Almanya’sında bir Yahudi’ye yardım ve onu teselli etmek ise “yasa dışıydı”. Bununla birlikte, eminim ki o zamanlarda Hitler Almanya’sında yaşamış olsaydım, Yahudi kardeşlerime yardım ve onları teselli ederdim.”
Martin Luther King Jr., Birmingham Hapishanesi’nden Mektup
Aranan kan bulundu: Reichstag[1] Yangını
Adolf Hitler’in, 30 Ocak 1933’te şansölye olarak atandığında ilk hedefi, parlamenter demokrasiyi en kısa sürede ortadan kaldırarak tek adam rejimi kurmaktı. Aradığı fırsat, iktidarı elde etmesinin üzerinden daha bir ay bile geçmeden ayağına geldi. Reichstag ateşe verilmişti.
Bu yangının arkasında kimlerin olduğu konusu günümüze kadar tartışılmaya devam etse de, fitili yakan kişi, ya da kişilerden biri, Martin van der Lubbe adında Hollandalı bir anarşistti. Hitler, bunun demokrasiye kast eden komünistlerin işi olduğunu söyleyerek, ülkedeki istikrarın korunması ve halkın düşmanlarıyla hesaplaşılması için özel önlemlere ihtiyaç duyulduğunu açıkladı. Tek başına Hitler’e değil ama Nazi Partisi’ne, parlamentoda oya sunmadan yasama yetkisi verilmesini sağlayan yasa teklifi 23 Mart’ta meclisten geçti. Komünist parti üyeleri yasaklı oldukları için oy kullanamamışlar, sosyal demokratlar ise yasaya “hayır” demişlerdi. Merkez Partisi’nin başkanı Katolik bir rahip olan Ludwig Kaas ise, partisinin kapatılmayacağı, dini okulların haklarının korunacağı, vb. bir dizi taahhütler karşılığında Hitler’e destek verdi.
Hitler dört ay sonra bu yasaya dayanarak, Nazi Partisi’ni tek yasal parti ilan edecek ve diğer tüm partiler (kendi kendisini lağvedecek olan Kaas’ın Merkez Partisi de dahil olmak üzere) kapanacaktı.
7 Temmuz’da yaptığı konuşmada Hitler kendinden emindi: “Parti artık devlet olmuştur.”
14 Temmuz 1933’te yürürlüğe konan kanunun metni ise çarpıcıydı: “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Almanya’nın tek partisidir. Başka bir partinin örgütünü devam ettirmeye veya yeni bir parti kurmaya kalkanlar, üç yıla kadar ağır hapisle cezalandırılırlar.”
Ne zaman bu olayı düşünsem aklıma “Star Wars” (Yıldız Savaşları) serisinin bir filminden[2] bir sahne gelir. Diktatörlük sevdalısı Palpatine, toplumun çıkarını amaçlıyormuş gibi davranarak, yetkilerini arttıran yasayı meclistekilerin tezahüratları altında açıklar:
Palpatine: “Her alanda güvenliği ve kalıcı dengeyi sağlamak amacıyla cumhuriyet sistem değiştirecek, adı da birinci galaktik imparatorluk olacak. Daha güvenli ve huzurlu bir toplum için.”
Prenses Amidala: “Demek özgürlük böyle ölüyormuş, bir sürü alkışla.”[3]
İlgili sahneyi izlemek için tıklayınız.
Reichstag yangınının arkasında Nazilerin olduğu görüşü uzun yıllar boyunca hakim olsa da, daha sonra yapılan incelemeler sonucunda, yarı deli bir esrarkeş olan Martin van der Lubbe’nin tek başına hareket ettiği kanısı tarihçiler arasında ağırlık kazandı. Bununla birlikte halen, Nazilerin van der Lubbe’ye yardım ederek yakacak madde sağladıklarını ya da yangın çıkarmasına göz yumduklarını iddia eden araştırmacılar da vardır.
Faili kim olursa olsun, Hitler bu yangından en iyi biçimde yararlanmayı bilmiş ve diktatörlüğünü ilan etmekte çok önemli bir basamak olarak kullanmıştır. Reichstag yangını, tek adam olmak isteyen iktidar sahiplerinin, halkın iradesini çiğneyen/çiğner görünen eylemlerden faydalanarak, meclisteki bazı partilerin desteğiyle ülkenin siyasi rejimini değiştirmesine klasik bir örnek oluşturur.
Kitapların ışığı
Hitler’in iktidara geldiği 1933 Ocak’ından sonra, Hitler kendisine muhalefet edebilecek siyasi hareketlerin hızla tasfiyesine yöneldi. Komünistlerden başlamak üzere solcular tutuklandılar, pek çoğu toplama kamplarına gönderildi, bir bölümü öldürüldü.
Ancak diktatörlüğün siyasal anlamda pekiştirilmesiyle yetinilmedi. Toplumun Nazi öğretileri doğrultusunda yeniden inşasına da hemen başlandı. 10 Mayıs’ta başta Berlin olmak üzere çeşitli şehirlerin meydanlarında, “sakıncalı” sayılan yazarların binlerce kitabı yakıldı. Üniversite öğrencilerinin eserlerini yaktıkları yazarlar arasında; Stefan Zweig, Albert Einstein, Sigmund Freud, Jack London, Andre Gide, Emile Zola, Marcel Proust gibi 20. yüzyıl yazın ve bilim dünyasının en büyük adlarının bir kısmı da yer alıyordu.
Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’e göre, “bu alevler sadece eski bir çağın sonunu aydınlatmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir çağa da ışık tutuyor”du.
Kitapları yakılanlardan biri olan 19. yüzyılın büyük Alman şairi Heinrich Heine ise, 1821’de yazdığı bir oyunda, Ortaçağ’da İspanyol engizisyonunun Kuran’ı yakmasını şu sözlerle eleştirmişti: “Kitapları yaktıkları yerde, gün gelir insanları da yakarlar.”
Heine bu sözleri yazdığında yalnızca Ortaçağ İspanya’sını değil, bir asır sonrasının Almanya’sını da tasvir ettiğinin farkında değildi. Kendisinin döneminde “şairler ve filozoflar ülkesi” olarak anılan Almanya değişiyordu.
Şimdi bu değişimin adımlarını izleyelim.
Ahbap çavuş ilişkisi
Tüm diktatörlüklerin bazı ortak yanları vardır; bunların başlıcalarından biri halkın fikirlerinin, hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesidir. Günümüzde olduğu gibi, Nazi Almanya’sında da bu yönlendirme, basının tek elde toplanmasından geçiyordu. O zamanlar sosyal medya ve görsel basın olmadığı için, yazılı basını ve radyoyu kontrol altına almak yeterliydi.
Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte, karşılaştıkları baskılar sonucunda önce Yahudi hissedarlar gazetelerdeki paylarını satmak zorunda kaldılar. Sonra Yahudi yazarlar işten atıldılar.
Bu gerilemeyi, liberal gazetelerin tek tek kapanması takip etti. Kapanan gazeteler içinde 1704 yılında kurulan ve iki yüz otuz yıl boyunca yayın hayatına kesintisiz devam etmiş olan, Almanya’nın en etkili gazetesi Vossiche Zeitung da vardı. Muhafazakar yayınlar bir süre daha hayatlarına devam edebildiler, onların varlığı Nazi rejimine uluslararası arenada belirli bir meşruiyet sağlıyor, Nazizm’in tam bir diktatörlük olduğu algısını mümkün olduğunca örtmeye yarıyordu.
Hitler Almanya’sında hangi haberlerin yayınlanacağı ve bu haberlerde nasıl bir dil kullanılacağı Propaganda Bakanlığı tarafından belirleniyordu. Sonuçta halk, hepsi birbirine benzeyen gazeteleri okumaz oldu, satışlar iyice düştü. Hatta Propaganda Bakanı Goebbels, hükümete dalkavukluk yapmakta yarışan yazarları uyararak, dalkavuklukta belirli bir ölçüyü aşmamalarını istedi. Bu uyarıyı görev addeden bir dergi yazarı, bakanlığın baskısıyla gazetelerin iyice tekdüze hale gelmesinden yakınınca, dergi kapatıldı, yazar da soluğu toplama kampında aldı.
Satışların düşmesi sonucunda gazeteler ya kapandılar ya da Nazi yayıncılar tarafından satın alındılar. Nazi Partisi’nin yayın şirketi Eher Verlag’ın başkanı olan Max Amann aynı zamanda Basın Odası Başkanı olduğu için, istediği yayın organını kapatıp ucuza satın alıyordu. Bu şekilde giderek büyüyen Eher Verlag kısa zamanda dünya devi haline geldi. 2. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada gazetelerin toplam tirajı yirmi beş milyonu buluyordu, bunun üçte ikisi Nazi yayıncıların elindeydi.
Max Amann böyle bir pozisyona nasıl mı gelmişti?
Kendisi Hitler’in 1. Dünya Savaşı’nda başçavuşuydu.
Radyo günleri
Radyonun ele geçirilmesi ise çok daha zahmetsizce oldu. O dönemde diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da, radyo devletin elindeydi. Böylece Goebbels, gazetelerdekilere benzer yalan haberleri ve halkı uyuşturmaktan başka bir amacı olmayan programları radyoda yayınlamaya başladı.
Savaştan önceki yıllarda Alman halkı, yabancı radyoları dinlemekte özgürdü, dolayısıyla gerçek haberlere ulaşma olanağı vardı. Bununla birlikte 1930’larda Almanya’da yaşamış olan ABD’li gazeteci William Shirer, “Nazi İmparatorluğu — Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü” adlı eserinde, kendisinin günlük olarak yabancı basını okuyup yabancı radyo kanallarını dinlemesine ve Alman basınına/radyosuna inanmamak gerektiğini bilmesine karşın, gazetelerde ve radyoda sürekli olarak yalan haberlerle karşılaşmanın, düşüncelerini belirli ölçüde de olsa etkilemesinin önüne geçemediğini belirtir. Gerçeklerden bahseden yabancı yayınları hiç ya da neredeyse hiç takip etmeyen “ortalama” Alman’ın fikirleri üzerinde, Goebbels’in propagandasının nasıl yıkıcı bir etkide bulunacağını tahmin etmek zor değildir.
Şu mektepler olmasa, maarifi ne güzel idare ederdim
Hitler, gençliğin ideolojik açıdan kazanılmasına verdiği önemi 1933 Kasım’ında yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmişti: “Biri karşıma geçer ve bize katılmayacağını söylerse ona şöyle derim: “Senin kimi desteklediğinin önemi yok, çocukların bizimdir. Onlar, içlerinde yaşadıkları toplumdan başka bir şeyi bilmeyecekler.””
Nazilerin iktidara gelmesinden sonra Alman eğitim sistemi baştan aşağı değiştirildi; Yahudi ve diğer karşıt görüşlü öğretmenler okullardan kovuldu, ders kitapları Nazi ideolojisi doğrultusunda yeniden yazıldı, ders programları yenilendi. Tüm öğretmenler Nasyonal Sosyalist Öğretmenler Birliği’ne girmeye ve Adolf Hitler’e bağlı kalacaklarına yemin etmeye mecbur bırakıldı. Üniversitede öğretim üyesi olmak isteyenler önce bir gözlem kampına gönderiliyor, kendilerinin fikirleri ve karakterleri inceleniyor, haklarında tutulan raporların sunulduğu Eğitim Bakanlığı’ndan onay ya da ret yanıtı alıyorlardı. Üniversite rektörleri ise bilimsel liyakatten ziyade partiye bağlılıkları sayesinde söz konusu mevkilere atandılar.
Sonuçta çok değerli bilim insanları üniversitelerden kovuldular, pek çoğu ise yurt dışına kaçtı.
İngiliz The Times gazetesi, kimya dalında Nobel Ödülü sahibi olan ve “kimyasal savaşın babası” lakaplı Fritz Haber’in profesörlüğünü kaybetmesi haberini verirken kendisinden, “Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nı dört yıl boyunca devam ettirebilmesinin, diğer herkesten çok bu adamın sayesinde olduğunu” belirtiyordu. Britanya’ya yerleşen ve 1945’te Nobel ödülünü alacak Alman Yahudisi Ernst Chain, penisilin üzerinde yaptığı çalışmalarla, savaşta aldığı yaralardan ölecek pek çok müttefik askerinin hayatını kurtarmıştı. Başka bir bilim insanı Ludwig Guttmann ise, omurga hasarlarını giderme konusundaki başarılarıyla, savaşta bu durumla karşılaşan askerlerin ölüm oranını yüzde seksenden yüzde ona düşürmüştü. 1945’te, İngiliz Hükümetindeki bakanlardan biri, Guttman’a atfen, “Böyle insanları bize yolladığı için Hitler’e teşekkür ediyoruz.” diyecekti. Almanya’dan kaçanların, Einstein’ın da içlerinde bulunduğu bir kısmı ise, ABD’de atom bombasının yapımında çalıştılar.
Ülkede kalanların geneli ise, bir bölümü açıkça olacak şekilde, Hitler ve Nazi öğretilerini destekledi.
Yukarıda anılan uygulamaların etkileri elbette eğitimin kalitesi üzerinde hızla görüldü, Almanya bilim alanındaki liderliğini kaybetti. Hem üniversitelerdeki öğrenci sayısı ciddi ölçüde azaldı hem de mezunların kalitesi çok düştü.
Alman üniversitelerinde, ırkçı safsataları desteklemek için “Alman fiziği”, “Alman kimyası” gibi garip isimli dersler okutulmaya başlandı. 1937’de yayınlanmaya başlayan Alman Matematiği Dergisi’nin ilk sayısında, matematiğin ırkla ilişkisi olmadığı fikrinin “içinde Alman bilimini yok edecek tohumları barındırdığı” ortaya sürülüyordu. Benzer şekilde, “Modern fiziğin, Yahudilerin Ari ırkın bilimini yok etmek için icat ettikleri bir araç olduğunu, bütün Avrupa biliminin Alman düşüncesinden doğduğunu” savunan profesörler çıktı. Zaten Nazi profesörlere göre, “Yahudi, doğruyu anlamak yeteneğinden yoksun”du. “Ari bilginlerde görüldüğü şekliyle, gerçeğin odaklı ve disiplinli bir biçimde araştırılması Yahudilerden beklenemez”di.
Küçük bir hatırlatma yapalım: 1905’le 1931 yılları arasında, bilimin çeşitli dallarında Nobel ödülü alanlardan on adedi Alman Yahudisi’dir.[4]
Bu Yahudilerden biri olan Einstein daha 1929 Aralık’ında şöyle diyordu: “Eğer Görelilik Teorim doğru çıkarsa, Almanlar Alman, Fransızlar ise dünya vatandaşı olduğumu söyleyecekler. Eğer yanlış çıkarsa, Fransızlar Alman, Almanlar ise Yahudi olduğumu ilan edecekler.”
Ancak Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya’da köprünün altından çok sular akmıştı. 20. yüzyılın en tanınan bilim insanı Einstein, Görelilik Teorisi’nin doğru ya da yanlış çıkmasından bağımsız olarak, Alman kabul edilmiyordu. O artık “bilimi bozmak ve Batı uygarlığını yok etmek peşinde olan dünya çapındaki Yahudi komplosunun” mimarı olan bir Yahudi’ydi.
Hitler Gençliği
Nazi Almanya’sında gençliğin ideolojik açıdan yetiştirilip bir yandan da savaşa hazırlanması okullarla sınırlı değildi. “Hitlerjugend” (Hitler Gençliği) adındaki örgüt, gençlerin Nazizm ilkeleri doğrultusunda eğitilmesini hedefliyordu.
Hitler’in iktidara gelmesinden birkaç ay sonra, 1933 Haziran’ında, Baldur von Shirach adında yirmi altı yaşındaki bir Nazi, “Alman Devleti Gençlik Lideri” unvanıyla işe başladı. O güne kadar Almanya’daki çeşitli gençlik birlikleri, “Almanya Gençlik Birlikleri Komitesi” adı altında toplanmışlardı; Schirach’ın emri altındaki silahlı gençler bu komitenin bürolarına saldırarak komiteyi ortadan kaldırdılar. Reichstag’da nasıl Nazi Partisi dışındaki bütün partiler lağvedildiyse, bir süre sonra, Nazi olmayan tüm örgütler de kapatıldı, Hitler Gençliği tek geçerli gençlik örgütü haline geldi.
Erkek çocuklar henüz altı yaşındayken, Hitler Gençliği adayı olarak alınıp dört yıl boyunca atletizm, kamp kurma, vb. eğitimlerden geçiyorlardı. Eğer yeterli görülürlerse on yaşında “Jungvolk” (Genç Halk) oluyor ve Hitler’e bağlılık yemini ediyorlardı: “(…) bütün enerjimi ve kuvvetimi anavatanımızın kurtarıcısı Adolf Hitler için harcayacağıma yemin ediyorum. Yaşamımı onun uğruna mutlulukla vermek istiyorum ve vermeye hazırım. Tanrı yardımcım olsun.”
Genç Halk üyesi olarak dört yıl daha eğitim aldıktan sonra on dört yaşında Hitler Gençliği üyesi olunuyordu. Bu örgütte spor, Nazi ideolojisi ve savaş oyunları gibi “eğitim”lerden geçen oğlanlar on sekiz yaşına geldiklerinde İş Hizmeti Kampları’na ve orduya alınıyor, böylece ileride Hitler’in ihtiyaç duyacağı, en acımasız emirlere sorgusuz sualsiz itaat edecek ordunun çekirdeğini oluşturuyorlardı.
Tabii ki Alman kızları da unutulmamıştı. On ile on dört yaş arasındaki kızlar “Jungmaedel” (Genç Kızlar) örgütüne giriyor ve erkek akranlarınınkine benzer bir eğitimden geçiyorlardı. On dört yaşına gelen kızların girecekleri örgütün adı “Bund Deutscher Maedel” (Alman Kızlar Birliği) idi. Nazi Almanya’sında kadının görevi ev işleri yapmak ve Nazi çocuklar yetiştirmek olduğu için, Alman Kızlar Birliği’ndeki kızlar on sekiz yaşına geldiklerinde bir yıllığına köylere gönderilir ve tarla-ev işlerine yardım ederlerdi. Bunu takip eden yılda ise şehir evlerinde benzer bir süreçten geçip, hem köy hem de şehir hayatını deneyimlemiş bir biçimde “ideal Alman kadını” olmaya hazır hale gelirlerdi.
Alman kızlarının eğitimi, erkeklere kıyasla geç başlamış ancak yüksek bir ivmeyle devam etmişti. 1933 yılında, Hitler Gençliği’ne kayıtlı oğlanların sayısı bir milyon yedi yüz bin iken, Genç Kızlar ve Alman Kızlar Birliği örgütlerinin üye sayısı altı yüz bindi. 1939’a gelindiğinde, Hitler Gençliği’nin üye sayısı üç milyon sekiz yüz bine ulaşmış, kızlarda ise bu sayı üç milyon dört yüz bini bularak erkeklere oldukça yaklaşmıştı.
Elbette, özgür görüşlü ailelerde yetişmiş kızlar için bu tarz kamplar işkenceden farksızdı. O dönemde sıkça rastlanan fıkralardan birine göz atalım:
“Babam SA üyesi, annem Nazi Kadınlar Birliği üyesi, ağabeyim SS üyesi, ben Alman Kızlar Birliği’ndeyim, erkek kardeşim Hitler Gençliği’nde, kız kardeşim ise Genç Kızlar üyesi.”
“Peki ne zaman ailece bir araya geliyorsunuz?”
“Nazi Partisi’nin Nürnberg’deki yıllık toplantısında.”
Erkek ve kızların kamplarının genellikle birbirlerine yakın olmasının pek çok gebelik olayına neden olduğunu ve bu durumun özellikle kız anne babaları tarafından pek hoş karşılanmadığını belirterek bu bölümü kapatalım.
Bir yemin ettim ki dönemem
Görüldüğü üzere, Hitler Almanya’yı kendi kafasındaki modele uygun olarak adım adım şekillendiriyordu. 1934 Ağustos’unda Cumhurbaşkanı Hindenburg öldüğünde, Hitler’in diktatörlüğü önündeki son kişi de ortadan kalkmış oldu. Hindenburg’un ölümünden üç saat sonra cumhurbaşkanlığı görevinin kaldırıldığı, Hitler’in bundan böyle Almanya’nın şansölyesi (başbakanı) ve Alman halkının Führer’i (Önderi) unvanlarını taşıyacağı belirtildi.
Bununla da yetinilmedi, 19 Ağustos’ta ordudaki subay ve erlere şu yemin ettirildi: “Alman devleti ve halkının Führer’i, silahlı kuvvetlerin ise başkomutanı olan Adolf Hitler’e kayıtsız şartsız bağlı kalacağıma, cesur bir asker olarak bu yemin kapsamında hayatımı riske atmaya her zaman hazır olacağıma Tanrı üzerine yemin ederim.”
27 Ağustos’ta bu yemini bütün devlet memurları da edecekti.
Bu yeminin önemi şurada yatmaktadır: Yemin etmek bazı din ve mezheplerde çok önemli görülmez hatta yeminin hangi hallerde geçersiz sayılacağı, yemini bozmak için ne kadarlık bir kefaret ödenmesi gerektiği, vb. konular ayrıntılarıyla tanımlanmıştır. Ancak geçmişi yüzyıllara dayanan Protestanlık kökenli bir görev duygusuyla birleşen yeminin bozulması, Alman toplumunda düşünülemezdi bile… Nitekim pek çok Alman, Hitler’in ve onu temsil eden Nazi yetkililerinin emirlerine uymamayı “sapkınlık” işareti olarak değerlendirmiş, savaşın kaybedildiği belli olduğunda bile, emirlere karşı gelme yönünde telkinlerde bulunan arkadaşlarını ele vermekten, gerektiğinde öldürmekten geri durmamıştır.
Devlet yatak odasına giriyor: Nürnberg Yasaları
Tahmin edilebileceği gibi, Nazi Almanya’sında Batı demokrasilerinin temelini oluşturan hukuk ilkelerinin işlerliği tamamen ortadan kalkmıştı. Bunun en belirgin örneklerinden biri 1935 tarihli Nürnberg Yasaları’dır. Hitler’in ırkçı fikirlerinin toplum hayatı üzerindeki belirleyici etkisi bu yasalarda kendini gösteriyordu.
Aslında bu yasaların çıkartılmasını Hitler değil, İçişleri Bakanlığı’ndaki Yahudi karşıtı memurlar talep etmişti. Yaşadıkları sorun, insanların hayatlarını cehenneme çevirmenin getireceği vicdani yük değil, kimlerin hayatlarını cehenneme çevireceklerinin net biçimde tanımlanmamış olmasıydı.
“Reich Vatandaşlık Yasası” ve “Alman Kanını ve Alman Onurunu Koruma Yasası” adı altında iki yasadan oluşan ve Nazi Partisi’nin Nürnberg kentinde yaptığı yıllık toplantıda kararlaştırıldığı için “Nürnberg Yasaları” olarak bilinen yasaların kabul edilmesiyle, Yahudilerin Alman ya da Alman kanı taşıyan kişilerle evlenmeleri, cinsel ilişkiye girmeleri yasaklandı. Birçok hakları ellerinden alınan Yahudiler ikinci sınıf vatandaş konumuna düştü. Bu yasalarda kimin Yahudi kimin melez kimin Alman kanı taşıdığı detaylı biçimde belirtiliyor, ırklar arasındaki evlilikler bu tanımlamalar çerçevesinde yapılabiliyordu.
Ve bu yasaların sonuçları olarak, bir otel odasında basılan Hristiyan kadınla Yahudi adamın ifşa edilmesi…
Alman halkının büyük bölümünün bu yasaları desteklemesinin ardında sadece ırkçılık yatmıyordu. Bu yasalar sayesinde, Yahudilere karşı yapılan gelişigüzel şiddet eylemlerinin bir son bulacağına ve “Yahudi sorunu” konusunda alınacak önlemlerin yasal sınırlarının çizildiğine inanıyorlardı. Ayrıca bu yasalar, Yahudilere uygulanan yaptırımların vicdani sorumluluğunu da halkın üzerinden almıştı; artık bu yaptırımların ardında Alman halkı yoktu, bunları “yasa” emrediyordu.
Yani o dönemde Almanlar, Yahudilere karşı fiziksel şiddetten rahatsızdılar ancak Yahudilerin haklarının ellerinden alınmasından ve toplumdan dışlanmalarından değil…
Yıllar içinde bu yasaların kapsamı adım adım genişleyecek, Yahudilerin toplumdan dışlanmasıyla başlayan süreç, gaz odalarında toplu şekilde öldürülmesiyle son bulacaktı.
Masum değiliz, hiçbirimiz
Elbette Yahudilerin hak mahrumiyetleri yalnızca evliliklerle sınırlı değildi, bu durumun Alman halkının çok işine gelen başka bir yanı daha vardı. 1930’ların Almanya’sında yasal düzenlemeler ile Yahudiler bazı meslekleri yapma hakkını kaybettiklerinde, aynı meslekleri icra eden Almanların ticari rakipleri saf dışı edilmiş oluyordu. Hitler iktidara geldikten hemen sonra, 1933 Nisan’ında, Yahudi işyerlerini boykot etmeleri için Alman halkına çağrı yapmıştı.
Ayrıca Yahudilere karşı devlet desteği/göz yumması ile düzenlenen yağmalamalarda Yahudilerin malları Almanların eline geçiyor; bir Yahudi ailesi evinden alınıp toplama kampına gönderildiğinde, o eve bir Alman yerleşiyor, evdeki Yahudilerin işleri başkaları tarafından devralınıyordu.[5]
Alman halkının Nazi idarecilerle yaptığı bu suç ortaklığı, Hitler’in arkasındaki desteğin önemli nedenlerinden birini oluşturur.
Bu suç ortaklığına konu olan eylemlerin hepsi “yasal”dı. Yani kanunlara dayanıyordu, ancak bu kanunlar “adil’ değildi. Zaten Nazilerin adil olmak gibi bir dertleri de yoktu. “Alman Hukuk Lideri” Hans Frank 1936’da hukukçulara şunu söylüyordu: “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana kanunların temelidir, bu ideoloji parti programında ve Führer’in konuşmalarında açıklanmıştır. Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her karar öncesinde kendinize şu soruyu sorunuz: “Benim yerimde olsaydı, Führer ne karar verirdi?””
B. Dış Politika
“Savaş her halükarda kaçınılmaz olduğu için, bunun 1939’da bana dayatılmasındansa, savaş açma kararını 1938’de vermeliydim. Ama İngiltere ve Fransa’nın Münih’te bütün şartlarımı kabul etmeleri üzerine, elimden bir şey gelmedi.”
Hitler’in Siyasi Vasiyetnamesi, Şubat 1945
Çekirgenin birinci sıçrayışı: Ren Bölgesi
Faşizmin pençesi Alman toplumunu her geçen gün daha sıkı bir şekilde kavrarken, Hitler hem meclisteki konuşmalarında hem de yabancı basına verdiği demeçlerde sürekli barışı övüyor, savaşın acılarını iyi bilen Alman halkının yeni bir savaş peşinde olmadığını iddia ediyordu. Gerçek ise, ünlü Alman şair Bertolt Brecht’in şiirindeki gibiydi:
“Liderler söz edince barıştan,
Anlar halk
Savaşın geldiğini.
Liderler lanetlediğinde savaşı
Seferberlik emri yazılmıştır bile.”
Hitler’in uluslararası politikada birinci hedefi, Versay Anlaşması’nı fiilen geçersiz kılarak Alman topraklarını genişletmekti. Almanya’nın asker bulundurmasının Versay Anlaşması ile yasaklandığı Ren Bölgesi’ni bir oldubittiye getirerek tekrar Almanya’ya katmakla işe başlamayı düşünüyordu. Siyasi kumarı bir strateji olarak benimseyen Hitler, Fransızların Ren Bölgesi için savaşı göze almayacaklarını varsayıyordu. Bu nedenle askerlerine bu bölgeyi işgal etmeleri emrini verdi.
Aslında Alman Genelkurmayı bu emre karşıydı, çünkü adı geçen bölgeyi işgal etmekle görevlendirilen — hatta Almanya’nın batısındaki — birliklerin tamamı, bu bölgedeki Fransız birliklerinden çok daha güçsüzdü. Nitekim Alman Savunma Bakanı, bu bölgeye girme emri verdiği birliklerine, Fransızların direnmesiyle karşılaşmaları halinde, iki ülke arasındaki sınırı oluşturan Ren Nehri’nin doğusuna çekilmelerini bildirmişti. Yani bir çatışma halinde Almanların Fransızlara karşı hiçbir şansı olmayacaktı.
Ama Fransızlar direniş göstermediler; böylece Alman birlikleri ellerini kollarını sallaya sallaya Ren Bölgesi’ni işgal ettiler.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, eğer Fransızlar karşı koymuş ve Almanları durdurmuş olsaydı, tarihin çok farklı gelişeceği kesindir. Çünkü Hitler’inki kadar sert bir diktatörlük böyle bir yenilgiyi kaldıramaz ve parçalanırdı. Bu varsayım üzerinde yalnızca tarihçiler ve Alman generalleri fikir birliği içinde değillerdir, Hitler de sonradan Ren işgalini değerlendirirken “Gerilememiz çökmemiz demek olurdu.” diyerek durumu özetlemiştir.
Diktatör, Fransa’nın Ren Bölgesi için bir savaşı göze alamayacağını öngörmüş ve ne yazık ki öngörüsünde haklı çıkmıştı. Yıllar sonra, 1942’de, bu olayı şöyle yorumlar: “Almanya’nın başında benden başka birisi olsaydı ülke mahvolmuştu çünkü benden başka kimsenin sinirleri bu duruma dayanamazdı. Ülkeyi kurtaran, benim sarsılmaz inadım ve kendime karşı duyduğum müthiş güven oldu.”[6]
Tek başına Almanya’yı ezecek güçte olan Fransa’nın bunu yapmamasına ilaveten, İngiltere de bu işgale müdahale etmemişti. Bir İngiliz lordu, “Almanlar’ın yaptığı sonuç olarak eski yerlerine dönmekten ibarettir.” diyor, İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden ise bu olayı “Ren Bölgesi’nin işgali Versay Anlaşması’nın hiçe sayılması olsa da, Almanya’nın giriştiği bu hareketi çatışma saymak için bir neden göremiyoruz.” biçiminde değerlendiriyordu.
Hitler’in Versay Anlaşması’nı kansız bir biçimde yırtarak bu anlaşma uyarınca yüz bin kişiyle sınırlandırılan ordunun mevcudunu arttırması ve Almanya’ya, 1. Dünya Savaşı’nda kaybettiği topraklardan bir bölümünü kazandırması, Alman halkını çılgına çevirmişti. Savaş çıkarmadan ülkeyi büyütmesinden ötürü Hitler’e adeta tapılıyordu.
Oysa ki Hitler’in nihai amacı, “Kavgam” kitabında açıkça belirttiği üzere savaştı. 1936 Ağustos’unda, Dört Yıllık Kalkınma Planı kapsamında Hitler, yerine getirilmesi emrini verdiği iki görevi şöyle ortaya koymuştu:
“I. Alman ordusu dört yıl içinde savaşa hazır hale getirilecektir.
II. Alman ekonomisi dört yıl içinde savaşı destekleyecek hale getirilecektir.”
Nitekim Dört Yıllık Kalkınma Planı’nın başında bulunan Hermann Göring 1936 Aralık’ındaki gizli konuşmasında sanayiciler ve yüksek memurlara sesleniyordu: “Yaklaşmakta olan savaş için müthiş bir üretim kapasitesine ihtiyacımız var. Silahlanmanın sınırı olmayacaktır. Önümüzde iki olasılık var: Zafer ya da ölüm. Son savaş artık somut bir hale gelmiştir. Seferberlik kapıda ve aslında savaşa girdik bile… Yalnızca henüz silahlar patlamadı.”
Çekirgenin ikinci sıçrayışı: Avusturya
Ren Bölgesi’nden sonra sırada Avusturya vardı.
Ancak bu ülkeyi işgal etmek, Ren Bölgesi’ni ele geçirmek kadar kolay görünmüyordu. Çünkü Avusturya hem bağımsız bir ülkeydi hem de Hitler’in Avusturya’yı işgal etmesi halinde, Avusturya’nın bir zamanlar elinde tuttuğu ancak şimdi İtalya’da bulunan topraklar üzerinde de hak iddia etme olasılığı, Mussolini’yi endişelendiriyordu.
Hitler Mussolini’yi devreden çıkarmak için onu yatıştırmayı planladı. 1937 Eylül’ünde Mussolini Almanya’ya yaptığı ziyarette bir yandan gerek Hitler gerek diğer Nazi yöneticiler tarafından övgülere boğulurken, diğer yandan Almanya’nın gücü, askeri resmi geçitler, silah fabrikaları, vb.’ler ile kendisine gösterildi. Ayrıca Hitler güney komşusuna teminat verdi; yalnızca Avusturya’yı istiyordu, İtalya’dan herhangi bir toprak beklentisi olmayacaktı.
Sonuçta Mussolini’yle ilgili hedefine ulaştı. İtalyan diktatör, Hitler’in Avusturya’yı ele geçirmesine ses çıkarmayacağını belirtti.
12 Şubat 1938’de, Almanya’nın güneyinde, Avusturya sınırına yakın bir yerdeki Berchtesgaden’da yer alan muhteşem manzaralı dağ evinde Hitler, kendisi de dinci-faşist bir idarenin başında bulunan Avusturya Başbakanı Schuschingg’i kabul etti.[7]
Manzaranın güzelliğinden bahsederek konuşmaya başlamak isteyen Schuschingg’in sözünü Hitler kesti. “Biz buraya manzarayı övmeye gelmedik” dedi ve sonraki iki saat boyunca hemen hemen yalnızca kendisi konuştu.
Hitler, tarih boyunca Avusturya’nın “Alman” fikrine ve kimliğine ihanet ettiğini, artık Alman devletinin güçlenmiş ve sınır sorunlarını çözmeye kararlı olduğunu, kimsenin bu konuda bir şey yapamayacağını söyledi. Schuschingg Hitler’e yumuşak bir şekilde itiraz edip onu sakinleştirmeye çalışsa da Hitler müthiş sinirli görünüyordu. Konuşmanın içeriği şöyleydi: “Benim tarihi misyonumu yerime getirmeme kimse engel olamaz çünkü Tanrı’nın dileği böyledir. Benimle birlikte olmayan yok olur. Avusturya’nın Alman sınırına asker getirdiğini[8] bilmediğimi mi zannediyorsunuz? Benden habersiz herhangi bir şey yapabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Bir emrimle o küçük ülkenizi haritadan silebileceğimi bilmiyor musunuz? Ordularımdan sonra Avusturya’ya girecek SA’ların[9] yapacaklarını ben bile engelleyemem. Ben sizi bütün bunlardan korumaya çalışıyorum, çünkü benden başka kimse sizi koruyamaz. İtalya benim yanımda, İngiltere sizin için hiçbir şey yapmaz, Fransa Almanya’yı durdurma fırsatını biz Ren’i işgal ederken kaçırdı. Bu yüzden size çok iyi düşünmenizi öneririm, ya yarın öğlene kadar teklifimi kabul edersiniz ya da olayların sonuçlarına katlanırsınız.”
Doğduğu ülke hakkında böyle konuşan birini bulmak, pek kolay olmasa gerek…
Hitler’in bu sözlerinden sonra Schuschingg’in içine düştüğü çaresizliği tahmin etmek ise o kadar zor değildir.
Avusturya Başbakanı, Hitler’e sordu:
“Teklifiniz nedir?”
“Bunu öğleden sonra konuşuruz.”
Öğle yemeği sırasında Hitler çok keyifliydi, Almanya’nın yapacağı binaların Amerika’dakilerden daha büyük olacağını anlatıp duruyordu. Nihayet Hitler yemekten sonra çekildiğinde, Schuschingg ve Avusturya Dışişleri Bakanı Schmidt’e Hitler’in teklifi verildi. Avusturya hükümetinin Nazi Partisi’ne karşı konulmuş yasağı kaldırması, hapisteki Nazileri serbest bırakması, İçişleri, Savaş İşleri ve Maliye Bakanlıklarına birer Nazi’yi ataması isteniyordu. Schuschingg ve Schmidt’e, Hitler’in bu teklifin tartışılmasını kabul etmediği, teklifin kabul ya da ret edilmesi (tabii bu durumda Avusturya’nın başına geleceklere katlanmaları) dışında bir seçeneklerinin bulunmadığı, dolayısıyla kabul etmelerinin daha akıllıca olacağı bildirildi.
Schuschingg tekrar Hitler’in yanına çağrıldığında, Hitler de benzer bir ifade kullandı: Bu teklifte istenenler üç gün içinde yerine getirilmezse Alman birlikleri Avusturya’yı işgal edecekti.
Bunun üzerine Schuschingg belgeyi imzalamayı kabul etti ancak belgenin geçerli olabilmesi için Avusturya Cumhurbaşkanı tarafından da imzalanması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Hitler, Schuschingg’den cumhurbaşkanının imzalamasını garanti etmesini istedi ancak Schuschingg böyle bir garanti veremeyeceğini söyleyince Hitler çıldırmış gibi davrandı. Kapıya koşup General Keitel’ı çağırdı ve Avusturya Başbakanı ile Dışişleri Bakanını dışarı çıkarttı. General Keitel odaya girip Hitler’in emirlerini almak istediğinde Hitler sırıtıyordu. Herhangi bir emrinin olmadığını söyledi, yalnızca generali çağırıp konuklarını korkutmak istemişti…
Diplomasi görüşmesine bir askerin çağrılması numarası işe yaradı; Schuschingg ile Schmidt her an tutuklanmayı bekliyorlardı. Schuschingg tekrar Hitler’in yanına alındığında Hitler büyük bir lütuf yapmış gibi konuştu: “Ömrümde ilk kez fikrimi değiştirdim. Anlaşmayı yürürlüğe koymak için size üç günlük ek bir süre veriyorum ama unutmayın, bu son şansınız.”
Schuschingg belgeyi imzaladı.
Hitler aslında dengesiz biri değildi. Gerektiği zaman dengesiz rolünü oynamayı çok iyi biliyor, peşinden sanki yumuşamış gibi davranarak, karşı tarafta Hitler’den koparabileceği son tavizi kopardığı, daha fazlasını istemenin anlamsız olacağı hissini uyandırıp, kendisinin isteklerine rakibinin boyun eğmesini sağlıyordu.
“Vallahi en son bu olur, bu da yalnız sana abicim, başkasına yapmam ha!” deyip alıcıyı kazıklayan esnafın saldırganlaşmış hali…
Aslında böylesi bir pazarlık yönteminin diplomaside olumlu karşılık bulmaması umulur ancak karşı taraf sizden çok güçlüyse ve hiçbir devlet sizi savunmaya niyetli değilse, baskılara direnmek, çok az insanın sahip olduğu derecede güçlü bir karakter gerektirir. Diğer yandan, güçlü bir karakter de pek çok zaman, “devletler hukuku”nun işleyişini değiştirmek için yeterli gelmez.
Schuschingg ülkesine döner dönmez Cumhurbaşkanı Miklas ile görüştü. Miklas, hapishanedeki Nazilerin affedilmesi gibi bazı tavizleri vermeye yanaştı ama İçişleri Bakanlığı’na bir Nazi’yi atamayı kabul etmedi. Bu sırada Hitler askeri manevralar yapılmasını emretmiş, böylece Cumhurbaşkanı Miklas’ın, Alman istilası tehdidi altında anlaşmayı imzalamasını amaçlamıştı.
Nitekim öyle de oldu, Hitler’in Schuschingg’e verdiği üç günlük sürenin son günü olan 15 Şubat 1938’de, anlaşma maddelerinin 18 Şubat’tan önce yürürlüğe gireceği Almanya’ya bildirildi. Avusturya’nın yeni İçişleri Bakanı Arthur Seyss-Inquart adındaki Nazi’ydi.
Seyss-Inquart, atanmasının ertesi günü Berlin’e gitti ve Hitler’den emirlerini aldı. Aslında Avusturya Devlet Danışmanı görevindeki bu Nazi, yıllardır Almanlar için çalışıyordu ancak koyu bir Katolik olan Başbakan Schuschingg ve Cumhurbaşkanı Miklas son ana kadar ondan şüphelenmemişlerdi. Miklas daha sonraları, Seyss-Inquart’ın “düzenli olarak kiliseye gitmesine aldandığını” belirtmiştir.
Hitler 20 Şubat 1938’de Reichstag’da yaptığı konuşmasında, Avusturya ile Almanya arasındaki ilişkilerin daha da yakınlaşmasını “kalpten dilediğini” belirtirken şunu da ekliyordu: “Sınırlarımızdaki iki devletin içinde on milyondan fazla Alman vardır. Onların Almanya’nın sınırları dışında yaşamaları, haklarının elinden alınabileceği anlamına gelmez. Bir dünya devleti olan Almanya, Alman ideallerine inanan ancak yabancı devletlerin topraklarında yaşayan ırkdaşlarının çektiği acılara kayıtsız kalamaz. Eğer bu Almanlar özgürlüklerini kendi güçleriyle elde edemeyecek durumda iseler, Almanya onların haklarını koruyacaktır.”
Bu açıklamanın hedefi yalnızca yedi milyon Alman’ın yaşadığı Avusturya değil, aynı zamanda üç milyon Alman’ın yaşadığı Çekoslovakya’nın Südet Bölgesi’ydi. Hitler, Avusturya’dan sonraki hedefini böylece duyurmuş oluyordu.
Schuschingg, Hitler’in konuşmasından dört gün sonra, 24 Şubat’ta Avusturya Meclisi’ne seslenirken Hitler’e yanıt verdi. Avusturya’nın, verebileceği tavizlerin sonuna geldiğini, bundan sonra hiçbir Alman talebinin kabul edilemeyeceğini haykırıyordu. Bu konuşma radyoda okunurken, Avusturya’daki Naziler meydanlarda gösteriler yaptılar, radyo hoparlörlerini kırdılar, Avusturya bayraklarını yırtıp Alman gamalı haç bayraklarını gönderlere çektiler. İçişleri Bakanı görevindeki Nazi Seyss-Inquart’ın polisleri doğal olarak bu gösterileri durdurmadı.
Bunun üzerine Schuschingg, 13 Mart’ta bir referandum yapılması ve Avusturya’nın Almanya ile birleşmesine halkın karar vermesi çağrısında bulundu. Ancak Hitler, Avusturya halkının tercihinden çekiniyordu, bu yüzden referandum sonucunu tanımayacağını açıkladı. Bu arada Alman basını sürekli olarak, Avusturya’nın bir kaos içinde olduğu ve Avusturya halkının yaptığı gösterilerle, güvenliğin sağlanması için Alman ordularının ülkeye girmesini arzuladığı yalanını yazıyordu. Sonuçta Schuschingg, Hitler’in baskılarına daha fazla dayanamadı ve 11 Mart’ta istifa etti. Başbakanlık görevine, tabii ki, Seyss-Inquart atandı.
Ertesi gün, 12 Mart’ta, Alman birlikleri sınırı geçip Avusturya’ya girdiler.
Avusturya halkı Alman askerlerini Nazi bayrakları ve çiçeklerle karşıladı. Aynı gün Hitler, doğduğu Braunau am Inn kasabasını, dört bin korumasıyla birlikte ziyaret etti. O güne kadar, Avusturya halkının büyük bölümünün Almanya ile birleşmeye karşı olduğunu düşünen Hitler ve Naziler, gördükleri olağanüstü tezahürat karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdi.
Sonuçta Hitler fikrini değiştirdi ve Avusturya’da Alman yanlısı kukla bir hükümet kurmak yerine, bu ülkenin bağımsızlığına son verip doğrudan Almanya’ya bağlanmasına karar verdi. 15 Mart’ta Viyana Heldenplatz’da (Kahramanlar Meydanı) yaptığı konuşmada gururluydu: “Alman halkının ve devletinin Führer’i ve şansölyesi olarak, doğduğum ülkenin Alman Devleti’ne katıldığını Alman tarihine ilan ediyorum.”
Meydanı dolduran Avusturyalılar, bağımsızlıklarının ellerinden alınmasını coşkuyla alkışladılar.
O günlerde Almanya’da sıkça karşılaşılan bir espri şöyleydi:
“Soru: Dünyanın en sıcak iklimi nerededir?
Yanıt: Elbette Avusturya’da. Orada insanlar bir gecede kahverengi oldular (bronzlaştılar).”
SA’lardan “kahverengi gömlekliler” olarak söz edildiğini belirtmiştik.
Avusturya’da Nazi yönetimiyle birlikte Yahudilere baskılar da hızla arttı. On binlerce Yahudi hapse atıldı, malları yağmalandı. Pek çok Yahudi, Alman askerlere mallarını devrederek yurt dışına kaçmaya zorlandı.[10] Sokaklardaki bağımsızlık yanlısı sloganlar, Alman askerlerinin kaldıkları kışlaların tuvaletleri, vb. Yahudilere temizlettirildi. Bu sırada çevrede toplanan Avusturya halkı, Yahudilerle alay ediyordu.
Ren Bölgesi’nin işgalinde olduğu gibi, Hitler’in yine bir oldubittiyle bu sefer bağımsız bir ülkenin varlığına son vermesi, İngiliz ve Fransız hükümetlerinde ciddi bir yankı bulmadı. “Sonuçta Almanlar bir araya gelmişlerdi, ne yapacakları kendilerini ilgilendirirdi.”
Stalin’in, yeni Alman saldırılarının önünü almak için Milletler Cemiyeti’nin[11] içinde ya da dışında bir konferans düzenlenmesi talebi İngilizlerce reddedildi. Zira böyle bir teklif, İngiliz Başbakanı Chamberlain’e göre, “ülkeler arasındaki gruplaşmaları arttıracak ve Avrupa barışının geleceğini riske atacaktı.”
Ancak daha 1936 yılında Almanya ve Japonya arasında komünizm karşıtı Anti-Komintern Pakt imzalanmış; bu bölümün başlarında belirttiğimiz Mussolini’nin Almanya ziyareti sonrasında, 1937 Kasım’ında, İtalya da bu pakta katılmıştı. Chamberlain “ülkeler arasındaki gruplaşmaların” düşman kampta zaten başladığını bir türlü göremiyordu.
İngilizlerin, Rusya’nın bu teklifini reddetmeleri, Stalin’in Almanya’ya karşı umduğu desteği Batı demokrasilerinden bulamayacağı kanısını kuvvetlendirdi.
Bundan daha önemlisi ise Hitler’in, herhangi bir ülke topraklarını Almanya’ya katma planlarına İngiliz-Fransız hükümetlerinin hiçbir şekilde karşı çıkmayacağı düşüncesinin doğruluğuna daha da inanması oldu.
O zaman neden duracaktı ki?
Çekirgenin üçüncü sıçrayışı: Çekoslovakya
Hitler Avusturya’nın ilhakıyla birlikte Çekoslovakya’yı coğrafi olarak üç taraftan kuşatmış ve gözünü bu ülkeye dikmişti. Çekoslovakya’nın Südet Bölgesi’nde üç milyon Alman yaşıyordu, yukarıda değindiğimiz konuşmasında Hitler, bu Almanların “haklarını savunacağının” işaretini vermişti.
Avusturya’nın Almanya’ya katılmasından hemen sonra, 1938 Mart’ı sonunda Hitler, Nazi taraftarı “Südet Alman Partisi” başkanıyla bir araya geldi ve ondan Çekoslovakya hükümetinin kabul edemeyeceği taleplerde bulunmasını istedi.
Nisan sonunda söz konusu parti tarafından masaya getirilen tekliflerden biri, Südet Almanları’nın özerklik statüsüne kavuşmalarıydı. Çekoslovak hükümeti daha fazla azınlık hakkı tanımaya razı olduğunu bildirdi ancak özerkliği kabul etmiyordu.
Takip eden yaz aylarında gerilim iyice arttı, sonbahar geldiğinde işin savaşa doğru gittiğini gören İngiliz Başbakanı Chamberlain, Hitler’i yatıştırabileceğini umarak, kendisi ile en kısa zamanda Almanya’da görüşmek istediği mesajını yolladı. Hitler bu durumdan çok memnundu, uluslararası düzeyde Almanya’nın gücü öylesine artmıştı ki, İngiliz Başbakanı bile Hitler’in ayağına geliyordu. Chamberlain’i Berchtesgaden’daki Berghof’ta, aynı yılın Şubat’ında Avusturya Başbakanı Schuschingg’i tehdit ettiği konutunda, kabul edeceğini söyledi.
O güne kadar hiç uçağa binmemiş olan altmış dokuz yaşındaki Chamberlain, yedi saatlik bir uçuş ve üç saatlik bir tren yolculuğunun ardından 15 Eylül 1938’de Berghof’a vardı.[12]
Berghof’ta Chamberlain’in karşısında Hitler her zamanki gibi yüksekten atıp tutuyordu: Çekoslovakya’daki üç milyon Alman’ı Almanya’ya almaya kararlıydı, bu uğurda her şeyi göze almıştı, eğer bu yüzden dünya savaşı çıkarsa çok üzülecekti, yine de böyle bir savaş bile onu kararından geri döndüremezdi, vb.
Chamberlain diktatörün üstü kapalı tehditlerine daha fazla dayanamayarak, eğer Hitler Çekoslovakya sorununu güç kullanarak çözmeye karar vermişse, o zaman kendisinin neden buraya kadar geldiğini sordu. İngiltere ve Almanya arasında anlaşma olmayacaksa, işler başka yollardan çözülecek demekti.
Hitler’e ilk kez karşı çıkılıyordu. O güçlü, mağrur devlet başkanı bir anda yirmi sene öncesinin onbaşısına döndü: Belki de bir çözüm yolu bulmak mümkündü. Acaba İngiltere, Südet Bölgesi’nin Çekoslovakya’dan ayrılmasına razı mıydı?
Chamberlain, “nihayet konuya girdiklerinden” memnun olduğunu söyledi.
Aslında o aşamada Hitler’i yola getirmek bu kadar kolaydı, diktatörün blöflerini yutmayıp karşısına dikilmek, yelkenleri suya indirmesi için yetip de artıyordu bile… Ancak bunu daha önce kimse yapmadığı gibi, bundan sonra da, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya savaş ilanına kadar kimse yapmayacaktı.
Ne yazık ki Chamberlain’in kararlılığı da bundan ibaret olarak kaldı. Her ne kadar Südet Bölgesi’nin özerklik oylamasına ilişkin nihai kararı İngiltere ve Fransa hükümetlerinin ortaklaşa vereceğini belirtse de, kendisinin bunu “prensip olarak kabul ettiğini” söyledi. Yeni bir görüşme yapılana kadar askeri bir harekata başlanılmayacağına dair Hitler’in sözünü aldıktan sonra İngiltere’ye döndü.
Hitler istediğini yine almıştı. Ertesi gün, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın çeşitli ülkelere gönderdiği telgraflarda Chamberlain-Hitler görüşmesinin içeriği çarpıtılarak, “Südet Bölgesi’ndeki durumun Almanlar için dayanılmaz bir hal aldığı, artık yalnızca özerkliğin bu sorunu çözemeyeceği, bu bölgenin Almanya’ya verilmesi gerektiği hakkında Hitler’in Chamberlain ile konuştuğu, İngiliz Başbakanı’nın da bu öneriyi şahsen kabul ettiği” notu yer alıyordu.
Yine de Chamberlain Hitler’e güveniyordu, arkadaşlarına diktatörden söz ederken, “Yüzündeki sertlik ve acımasızlık ifadesine karşın, Hitler’in sözüne güvenilecek bir kişi olduğunu” belirtmişti. Bu sırada “sözüne güvenilecek kişi” Hitler, Südet Bölgesi içindeki Almanların silahlandırılıp Çekoslovak güçleriyle çatışmaya girmelerini emrediyordu.
İngiliz-Fransız görüşmeleri, üzerinde yaşayan nüfusun yarıdan fazlası Alman olan Çekoslovakya topraklarının Almanya’ya verilmesi tasarısı ile sonuçlandı. Buna karşılık İngiltere ve Fransa, Çekoslovakya’nın kalanının bağımsızlığını garanti edeceklerdi. İtalya diktatörü Mussolini de “Eğer ülkeler Prag’ın yanında ve karşısında olmak üzere iki kampa ayrılmışlarsa, İtalya tarafını seçmiştir.” diyerek Hitler’e destek verdi.
Çekoslovak hükümeti tek başına kalmıştı. Başkan Edvard Beneş bu durumu “Benzeri olmayan bir ihanete uğradık.” şeklinde tanımlayacaktır.
22 Eylül 1938’de Chamberlain Hitler’i Almanya’nın batısındaki Bonn kentinin Bad Godesberg semtinde tekrar ziyaret etti. Hitler’in talebinin kabul edildiğini, Südet Bölgesi’nin Almanya’ya verileceğini belirtti. Hitler’in yanıtı ise, açgözlü diktatörün kişiliğini ve emellerini yansıtıyordu: “Sizi reddetmek zorunda kaldığım için o kadar üzgünüm ki… Sizinle görüştüğümüz 15 Eylül tarihinden bu yana Çekoslovak hükümetinin eylemleri, Alman halkına baskıları, hatta Alman sivillerini (kendi emriyle Çekoslovak güvenlik güçlerine karşı terörist eylemler düzenleyen Almanlardan söz ediyordu) öldürmeleri, artık bir hafta önceki talebimizi geçersiz kılıyor. Ne yazık ki barışın korunması için tek bir seçenek kaldı: Çekoslovakya’nın Almanya, Polonya ve Macaristan arasında tamamen bölüştürülmesi.”
Chamberlain bu talep karşısında şoke oldu; Hitler’in daha bir hafta önceki teklifini kabul ettirmek için İngiliz ve Fransız hükümetlerini tam ikna etmişken, Hitler şimdi daha da cüretkâr bir taleple karşısına çıkmıştı.[13]
Görüşme bittikten ve Chamberlain oteline döndükten sonra geç bir saatte Hitler İngiliz Başbakanı’nı arayarak, Şubat’ta Avusturya Başbakanı Schussingg’e uyguladığı taktiği tekrarladı: “Chamberlain’e saygısından ötürü kendisine bir hediye vermek” istemişti. Südet Bölgesi’nin Almanya’ya verilmesiyle “yetinecek” ve Çekoslovakya’dan başka bir toprak talebi olmayacaktı.
Böylece bir hafta önce Chamberlain’in onaylamayacağından korkarak masaya koyduğu özerklik teklifinden fazlasını, bu bölgenin Almanya’ya verilmesini, şimdi “lütfederek” kabul ediyordu.
Bu arada, aynı 22 Eylül günü, Çekoslovak hükümeti istifa etmiş ve ertesi gün işbaşına gelen yeni hükümet seferberlik ilan etmişti. Halkın yeni hükümete müthiş bir desteği vardı, yirmi dört saat içinde bir milyon erkek ülkenin savunması için orduya yazıldı. Çekoslovakya’nın sınır tahkimatı, Fransa’nın Maginot Hattı’ndan sonra Avrupa’daki en güçlü müstahkem mevziiydi. Ayrıca modern ordusu iyi donatılmış ve deneyimliydi. İlaveten SSCB de, saldırıya uğraması halinde Çekoslovakya’ya destek vermek istiyordu, tabii Polonya ve Romanya kendi topraklarını Kızıl Ordu’nun geçişine açarsa… Her iki ülke de bunu reddetti.[14]
26 Eylül’de Hitler Berlin’deki konuşmasında, Südet Bölgesi’nin kendisinin Avrupa’da talep edeceği son toprak parçası olacağını belirtip ekliyordu; 28 Eylül’e kadar Çekoslovakya Südet Bölgesi’ni Almanya’ya vermezse Çekoslovakya’ya savaş ilan edecekti.
Konuşmasında “28 Eylül”ü zikretse de, harekat tarihi “1 Ekim” olarak belirlenmişti. Yani aslında Hitler, kendisinin tehditlerine boyun eğerek Çekoslovakya’yı kurban etmeleri için müttefiklerin üç gün daha uğraşmalarını ve belki böylece ordusunu kullanmadan Südet Bölgesi’ni almayı umuyordu.
Nitekim tam da umduğu gibi oldu, 28 Eylül’de Alman ordusunun harekete geçeceğini sanan Chamberlain’in ricasıyla Mussolini araya girdi ve 29 Eylül’de Münih’te Çekoslovakya sorununun çözümü için toplantı yapılması önerildi. Böylece Hitler, sanki bir taviz vermiş gibi yaparak, ültimatomunun sona erdiği tarihi 28 Eylül’den 29’una çevirdi.
Toplantıya dört devlet katılacaktı; İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya.
Çekoslovakya’nın kaderinin belirleneceği toplantıya, Çekoslovakya gibi ufak bir ülkenin davet edilmesi gerekli görülmemişti.
Münih Konferansı’nda Mussolini, konunun çözümüne yönelik bir teklif hazırladığını söyledi. Aslında konferanstan bir gün önce Alman Dışişleri Bakanlığı’nda hazırlanıp gizlice Mussolini’nin eline tutuşturulan teklif, Bad Godesberg’de Chamberlain’in reddettiği Hitler teklifinin çok benzeriydi. Çekoslovakya tamamen ortadan kaldırılmamakla birlikte, Südet Bölgesi’nin Almanlara verilmesi dışında Macaristan ve Polonya’ya da bölgeler veriliyor, böylece Çekoslovakya iyice kuşa çevriliyordu. Ayrıca yine Bad Godesberg’de Hitler’in talep ettiği gibi, Çeklerin Südet Bölgesi’nde Almanya’ya bırakacakları mallar, hayvanlar karşılığında kendilerine herhangi bir bedel ödenmeyecekti, vb.
Ne Chamberlain ne de Fransa Başbakanı Daladier içine düştükleri tuzağı görebildi. Chamberlain “Mussolini’nin teklifini beğendiğini, esasen kendi teklifinin de buna benzer olduğunu” söylerken, Daladier “bu teklifin tarafsız ve dürüst bir biçimde hazırlandığını” belirtti.
Böylece dört devlet başkanı, Çekoslovakya’nın Hitler’e peşkeş çekilmesi üzerinde anlaşmaya vardılar.
29–30 Eylül gece yarısından sonra imzalanan Münih Anlaşması’nın üzerinden birkaç saat geçmişti ki, 30 Eylül sabahı, Chamberlain Hitler’in yanına gelerek, İspanya İç Savaşı’nın sona erdirilmesi, silahsızlanma, dünya ekonomik kalkınması, Avrupa’da barışın korunması, vb. birbirinden ilgisiz pek çok konuda İngiltere ve Almanya arasında sıkı bir işbirliğine gidilmesini öngören bir metin gösterdi. Bu tür belgelere attığı imzalar nedeniyle kendisini asla bağlanmış hissetmeyen Hitler belgeyi imzaladı.
Hitler ve Mussolini’nin Münih Konferansı’nda, günü geldiği zaman İngiltere’ye karşı ortaklaşa savaşa girmek üzere gizli bir anlaşmaya vardıklarını bilmeyen Chamberlain, altında Hitler’in imzası bulunan İngiliz-Alman işbirliği belgesiyle yurduna döndüğünde, nihayet barışın kalıcı olarak kurulduğunu zanneden İngiliz halkı tarafından olağanüstü gösterilerle karşılandı. İngiltere’nin saygın gazetesi The Times, “savaş meydanından zafer kazanarak ülkesine dönen bir fatihin bile bu kadar asil bir taçla onurlandırılmadığını” yazdı. Chamberlain on binlerce teşekkür mektubu ve telgraf, Hollandalı hayranlarından altı bin çiçek soğanı, Papa’dan da bir haç aldı. Hatta Chamberlain’in onuruna “Ulusal Şükran Fonu” toplanması bile önerildi ancak başbakan bunu alçakgönüllülükle reddetti.
Bir tek kişi, İngiliz Avam Kamarası’nda farklı bir görüş dile getirdi: “Topyekun, tartışmasız bir yenilgiye uğradık. (…) Bir felaketin tam ortasındayız. (…) İşin böyle biteceğini sakın zannetmeyin, bu sadece başlangıçtır.” O gün bu sözleri söyledikten sonra protestolar karşısında susmak zorunda kalan kişi, bir süre sonra başbakanlık koltuğuna oturarak 2. Dünya Savaşı’nda ülkesini zafere götürecek olan Winston Churchill’di. Zaten kendisi, Hitler’e taviz politikasını sürdüren Başbakan Chamberlain’e Münih Konferansı’ndan önce gönderdiği mektupta, bu politikanın yararsızlığını vurgulamıştı: “İngiltere’den savaş ve utanç arasında bir seçim yapması istendi. İngiltere utancı seçti, savaşı alacak.”
Churchill’in bu düşüncelerini paylaşanlar ise İngiltere’de değil, Prag’daydı. İngiltere ve Fransa, Çekoslovak hükümetinin anlaşmayı kabul etmesini, aksi takdirde meydana gelecek bir Alman saldırısı karşısında kendilerinin tarafsız kalacağını beyan ettiler. Bunun üzerine, daha bir haftalık Çekoslovak hükümeti, anlaşma şartlarına boyun eğdi. Başbakan radyoda Çek halkına seslenirken “Bizi terk ettiler, tek başımıza bırakıldık.” diyor, Çekoslovak Dışişleri Bakanı ise, İngiltere ve Fransa’nın Prag büyükelçilerini uyarıyordu: “Bizi bu hale soktunuz. Bugün sıra bizdeyse yarın da başkalarına gelecektir.”
Bu şekilde Hitler’in orduları Ekim’de Südet Bölgesi’ne girdiler. Diğer bazı bölgeleri de Polonya ve Macaristan arasında paylaşıldığı için iyice küçülen Çekoslovakya, Hitler’e karşı tamamen savunmasız hale geldi. Böylece altı ay geçmeden, 1939 Mart’ında, Hitler Slovakya’nın bağımsızlığını bahane ederek Çekoslovakya’nın kalanını işgal ettiğinde herhangi bir direnişle karşılaşmayacaktı.
Burada bir konuyu aydınlatmakta yarar var.
Geriye dönüp baktığımızda olayların nasıl geliştiğini bildiğimiz için, Churchill’in gördüğünü, Chamberlain, Daladier ve pek çok Avrupalı’nın nasıl göremediğine hayret edebiliriz.
Oysa tarihin her döneminde, bazı insanlar çıkıp büyük bir savaşın yaklaştığı, ekonomik krizin patlamak üzere olduğu, vb. uyarılarda bulunurlar. Bunlardan bazılarının öngörüleri doğru çıkar, pek çoğununki ise çıkmaz. Öngörüleri doğru çıkanlar, bunu çoğu zaman üstün sezgilerine değil, olasılık kanunlarının isleyişine borçludurlar; herkesin sürekli bir şeyler hakkında kehanetlerde bulunduğu dünyada, doğal olarak kimilerinin tahminleri tutacaktır. Nitekim, Churchill pek çok kişinin göremediği şekilde geleceği doğru kestirebilme yeteneğine sahip olsaydı, 1. Dünya Savaşı’nda İngiliz İmparatorluğu için bozgunla sonuçlanan Çanakkale’ye asker çıkarma denemesini herhalde desteklemezdi. Benzer şekilde, 2. Dünya Savaşı sırasında da Normandiya Çıkarması’nın başarısız olacağını düşünerek buna karşı çıkmış ancak buradaki öngörüsü de tutmamıştı.
Bununla birlikte, geleceğin hiçbir şekilde bilinemeyeceği ve karşı tarafın niyetini doğru tahmin etmenin yalnızca şansa kaldığını söylemek de yanlış olur. Aslında Almanya’nın 1930’larda Versay Anlaşması’nı delerek tekrar silahlanmaya başlaması, Ren Bölgesi’ni ve Avusturya’yı topraklarına katması, hatta ülkedeki Yahudi karşıtı tutumlar bile, sağcı/aşırı sağcı hükümetlerle yönetilen pek çok ülkede benzerleri az çok görülen ya da görülmesi muhtemel eylemlerdi. “Kavgam”da belirtilen hedeflerin de, Hitler’in gerçek amacının tasviri olmak yerine, popülist bir politikacının halkı coşturmak için yazdığı yalanlar olduğunu varsayalım. Ancak ne yaparsak yapalım, Münih Konferansı’nın Batılı devletlerin yöneticilerinde tam bir uyanma yaratması gerektiği gerçeğini değiştiremeyiz. Burada İngiltere ve Fransa Başbakanları, Hitler’in her seferinde daha da artan talepleriyle yüz yüze geldiklerinde, karşılarındaki kişiyi taviz vererek durdurmanın bir süre sonra mümkün olamayacağını anlamalıydılar.
Ama anlamadılar ve olaylar en istenmeyecek yönde gelişti.
Şimdi Münih Konferansı’nın sonuçlarına eğilebiliriz.
İlk önce Alman halkı üzerindeki etkisiyle başlayalım. Münih Konferansı’ndan önceki dönemde de Almanya, Hitler’in sözlerine kendisini kaptırmış Alman halkının büyük bölümü için bir cennet bahçesiydi. 1933’te Hitler’in iktidara gelmesinden önce Alman toplumunun yarısından azı Hitler’e oy vermiş ancak bu durum 1930’lar boyunca değişmişti. 1930’ların sonuna gelindiğinde halkın ezici çoğunluğu, Nasyonal Sosyalizm ilkeleri çevresinde olmasa da, Hitler’in kişiliği etrafında kenetlenmiş;
Hitler’in bu başarısında, özellikle ekonomik nedenler önemli rol oynamıştı.
İktidara geldiği Ocak 1933’te altı milyon olan işsiz sayısı üç yıl içinde erimiş, böylelikle, daha önce sol partilere oy vermiş olan işçi sınıfının büyük bölümü Hitler’in tarafına geçmişti. Elbette bu ekonomik büyümenin ve işsizlik rakamlarındaki muazzam düşüşün arkasında, Almanya’nın müthiş biçimde silahlanması, iki yıllık zorunlu askerliğin uygulamaya alınması,[15] çiftçilere bedava yardım eden kişilerin geçmiş yılların aksine işsiz adedinden düşülmesi, sezonluk işçilerin tam zamanlı işçi sayılmaları gibi çeşitli etkenler bulunuyordu. Ancak şurası inkar edilemez ki, Hitler döneminde pek çok Alman, askerlik dışı sanayi kollarında da çalışmaya başlamıştı.
Ayrıca ekonomik büyüme, normalde bekleneceği üzere enflasyona da yol açmamıştı zira hem üreticilerin mallarına koydukları fiyatlar, hem de işçilere ödenen ücretler devlet tarafından belirleniyordu. Eğer bir sermayedar, mallarının fiyatını arttırmaya ya da bir işçi örgütü, ücret artışı için greve gitmeye kalkarsa, kendisini toplama kampında buluyordu.
Yeri gelmişken toplama kamplarıyla ilgili bir fıkrayı da anlatalım.
İki adam yolda karşılaşmışlar.
– “Seni tekrar gördüğüme çok sevindim. Toplama kampı nasıldı?”
– “Harika! Yatakta kahvaltı ediyorduk, sonra kahve içiyor ya da çikolata yiyorduk. Öğle yemeğinde çorba, et ve tatlı vardı. Öğleden sonra çeşitli oyunlar oynuyor ve tekrar kahve içiyor, kek yiyorduk. Sonra ufak bir şekerleme ve akşam yemeğinden sonra da film.”
– “Gerçekten müthişmiş! Geçenlerde Meyer ile konuştum, onu da bir kampa kapatmışlardı. Ama o bambaşka şeyler anlatıyordu.”
– (Başını üzgün biçimde sallayarak) “Biliyorum. O yüzden onu tekrar içeri aldılar.”
Toplumun geleceğe nasıl umutla baktığını, doğum ve intihar rakamlarından teyit edebiliriz: 1932 yılında, Hitler iktidara gelmeden önce Almanya’da doğan her iki çocuğa karşılık, 1936’da üç çocuk doğuyordu.[16] 1938 ve 1939’da Almanya’daki evliliklerin sayısı Avrupa’nın diğer tüm ülkelerinden fazlaydı. Buna karşın, 1932’den 1939’a geldiğimizde, Almanya’da yirmi yaş altındakilerde görülen intihar vakalarının adedinin dörtte bire düştüğünü görürüz.
Bütün bunların üstüne gelen Münih Konferansı’ndan sonra Hitler’in Alman halkından gördüğü desteği anlatmaya kelimeler yetmez.[17] Ren Bölgesi ve Avusturya’dan sonra Çekoslovakya’daki Almanlar da, yine savaşa girmeden, anavatana katılmışlardı. Bu zafer yalnızca Çekoslovakya’ya değil, 1. Dünya Savaşı’nın muzaffer devletleri İngiltere ve Fransa’ya karşı da kazanılmış, Almanya Avrupa’nın en güçlü ve en korkulan ülkesi haline gelmişti. Bu savaşın sonunda imzalanan Versay Anlaşması ile gururu yerle bir olan Alman halkının kendine güvenini tekrar elde etmesinin ardında Hitler vardı. Hitler’in yıllardır bıkıp usanmadan yaptığı konuşmalarının temeli, Almanların yalnızca Alman oldukları için gurur duymaları gerektiği, çünkü diğer ırklardan üstün oldukları görüşüne dayanıyordu. Buna göre, eğer Almanlar milli benliklerinin farkına varıp harekete geçerse onları hiçbir güç durduramazdı. Bu konuya ilişkin Nazilerin ünlü sloganı “Almanya Uyan”dı ya da tam olarak söylersek “Deutschland erwache, Juda verrecke” yani “Almanya Uyan, Yahudiler Kahrolun”. Bu slogan özellikle, nispeten fakir, eğitimsiz, orta, alt sınıflarda ve peşinden gidecekleri büyük bir idealin arayışı içindeki romantik burjuva gençlerinde yankı bulmuştu.
Hor görülmeye alışmış sıradan insanlar yalnızca Alman soyundan geldikleri için kendilerinin üst sınıftakiler, seçkinler, entelektüeller kadar değerli olduğu iddiasına dört elle sarılmışlar; Hitler alt tabakaların aşağılık komplekslerine hitap ederek onları kazanmayı başarmıştı. Bu insanlar Almanya’nın peş peşe kazandığı toprakları, Hitler’in ırkçı tezlerinin doğruluğunun ispatı olarak görüyorlardı. Münih Konferansı bunun tepe noktasıydı. Nitekim Almanya 2. Dünya Savaşı’nı kaybettikten yıllar sonra bile 1930’ları yaşamış milyonlarca Alman, Hitler’i olumlu şekilde anacak, kendisi için “bize onurumuzu geri verdi” diyecekti.[18]
Münih Konferansı’nın diğer bir etkisi ise, Hitler’in Alman ordusu üzerindeki hakimiyetini iyice arttırmasıydı. Hitler’in “küçük solucanlar” diye tarif ettiği generallerin bir bölümü, 1938 Eylül’ünde diktatörün ülkeyi savaşın kenarına kadar getirmesinden dolayı, kendisine karşı bir darbe girişimi planladılar. Eğer İngiltere ve Fransa, Hitler’in Çekoslovakya’yı işgal planına karşı kararlı bir duruş sergileyip, böyle bir hamlenin savaş anlamına geleceğini ilan etselerdi, Almanya’nın kazanamayacağı bir savaşa girmesini engellemek üzere, Alman generalleri Hitler’i devirmek için harekete geçeceklerdi. Ancak, kendilerinin savaş sonrasında Nürnberg Mahkemeleri’nde belirttiği üzere, İngiltere ve Fransa’nın Hitler karşısındaki diplomatik teslimi Hitler’in halk nezdindeki popülaritesini[19] öyle arttırmıştı ki, generaller elleri kolları bağlı bir halde oturmak durumunda kaldılar. Tabii, böyle bir darbe girişiminde bulunulması halinde bunun başarıya ulaşma olasılığının ne olduğu bilinmediği gibi, generallerin Nürnberg’deki ifadelerinin ne kadarının gerçek niyetlerini yansıttığı, ne kadarının ise kendilerinin Hitler’e muhalif olduklarını ispat etme çabasıyla verildiği de bilinememektedir.
Bazı tarihçiler, Münih’teki teslimiyet sayesinde 2. Dünya Savaşı’nın bir yıl daha ertelenerek İngiltere ve Fransa’nın hızlı bir şekilde silahlanması için zaman kazanıldığını, böylece bu anlaşmanın aslında Almanya’nın lehine olmadığını iddia ederler. Nitekim, bu bölümün başına Hitler’in Siyasi Vasiyetnamesi’nden aldığımız parçada görüleceği üzere, Hitler de benzer fikirdedir.[20]
Ancak bu iddianın karşısında da pek çok kanıt vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Çeklerin dağlar boyunca sıralanan çok güçlü bir savunma hatları vardı. Eğer İngiltere ve Fransa Hitler’in tekliflerini kabul etmeyip işi savaşa sürselerdi, bu savaş muhtemelen kısa sürede Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanacaktı, çünkü Almanya iki cephede savaşa uzun süre dayanabilecek kuvvette değildi. Çeklerin gücü konusunda generalleri tarafından yapılan uyarıları dinlemeyen Hitler, Münih Konferansı’ndan sonra yeni fethettiği topraklardaki tahkimatları gezerken, Çekoslovakya’nın işgali için “çok kan dökmek zorunda kalacaklarını” kabul etmiştir. Buna ilaveten, Çekoslovakya’nın önce Südet Bölgesi, sonra kalanının istila edilmesi, Çek silahlarının Almanların eline geçmesini ve Çek fabrikalarının Alman ordusu için çalışmasını sağladı. Bunların faydaları, bir yıl sonra 2. Dünya Savaşı başladığında görülecekti.
2. Dünya Savaşı’na giden yolda çok önemli bir kilometre taşı olduğu için detaylı şekilde söz ettiğimiz Münih Anlaşması’nın bir sonucu da, “Münih” kelimesinin siyaset hayatında ve diplomaside, düşmana verilen tavizle düşmanın daha da saldırgan hale gelmesi anlamında kullanılmaya başlanmasıdır. Özellikle Amerika ve İngiltere’de — genelde muhafazakar — politikacılar kendi görüşlerinin doğruluğunu ispata çalışırken sık sık bu terimi kullanırlar. ABD Başkanı Truman Kore Savaşı’nın haklılığını açıklarken “Yatıştırma politikasıyla güvenliğin sağlanamayacağını dünya Münih’ten öğrenmiştir.” demiş, bir diğer başkan Johnson Vietnam Savaşı’ndan söz ederken “Hitler ve Münih’ten, başarının saldırganlık iştahını beslemekten başka bir sonuç vermediğini” belirtmişti. Benzer ifadeler günümüzde de İran’la nükleer silah anlaşması ya da Suriye Savaşı’na yönelik olarak kullanılmaktadır.[21]
Kırık Camlar Gecesi
Yazı dizimizin bu bölümünü bitirmeden önce değineceğimiz son olay “Kristallnacht” (Kırık Camlar Gecesi)… Bu olayın, Almanya’nın hem içinde hem de dışında önemli sonuçları olmuştur.
7 Kasım 1938’de Almanya’nın Paris Büyükelçiliği’ndeki bir Alman diplomatı, ailesi bütün eşyalarına el konularak Almanya’dan sürülen bir Yahudi genci tarafından suikasta uğradı. Bunun ertesi günü, Alman hükümeti Yahudi karşıtı önlemlerini arttırdı. Yahudi çocuklar Alman okullarına giremeyecekti, Yahudi yayınlar yasaklanacaktı, vb.
1923 yılındaki başarısız Birahane Darbesi girişiminin on beşinci yıl dönümü olan 9 Kasım’da akşam yemeği sırasında Hitler, Nazi liderlerine herhangi bir talimat vermeden ortamdan ayrıldı. Kendisinin yerine konuşma yapmak Propaganda Bakanı Goebbels’e düşmüştü. Goebbels, Hitler’in kararını şöyle açıkladı: Paris’teki suikasta ilişkin, Nazi Partisi tarafından herhangi bir gösteri düzenlenmeyecek, ancak kendiliğinden doğacak eylemlere müdahale edilmeyecekti.
Daha sonra kimi tarihçiler bu konuşmanın arkasında Hitler’in değil bizzat Goebbels’in bulunduğunu iddia etmişler, bazı tarihçiler ise, olayların başlamasında Hitler’in açık sorumluluğunun olduğunu savunmuşlardır.
Her halükarda parti yöneticileri o gece mesajı almakta zorluk çekmediler.
Böylece, 9 Kasım gecesi Almanya genelinde Yahudilere karşı müthiş bir saldırı başladı. 1938 Haziran’ında çıkan bir yasa uyarınca, tüm Yahudi dükkanlarının isimlerinin standart bir yazı tipiyle yazılması gerektiğinden, Yahudi işyerlerinin tespit edilmesi çok kolaylaşmıştı. 10 Kasım öğleden sonra Goebbels’in “gösterilerin” durdurulmasına dair emri radyoda okunana kadar sayısız dükkan yağmalanmış, iki yüz elliden fazla sinagog yakılıp yıkılmış, en az doksan bir, muhtemelen çok daha fazla Yahudi öldürülmüştü.
Almanya genelinde 10 Kasım’da başlayan ve birkaç gün boyunca devam eden tutuklamalarda, sayıları otuz bini aşana dek, on altı ile altmış yaş arasındaki Yahudi erkekler Dachau, Sachsenhausen ve Buchenwald toplama kamplarına gönderildiler. Üstüne üstlük, bu yağmalamalar sonunda meydana gelen maddi hasardan Yahudiler sorumlu tutularak, hasarın tazmini için bir milyar Reichsmark – günümüzün parasıyla dört milyar Avro’dan fazla – ödemek zorunda bırakıldılar.
Yerleri kaplayan cam kırıkları nedeniyle “Kırık Camlar Gecesi” adı verilen bu geceyi, Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’ndaki İmparatoru 2. Wilhelm şöyle yorumlar: “Alman olmaktan ilk kez utandım.”
Almanya, hatırlanacağı üzere, Yahudilerin “sinagogları, evleri, okulları yakılmalı” diyen Martin Luther’e çok hoşlanacağı bir doğum günü hediyesi vermişti. 10 Kasım, Martin Luther’in doğum günüdür.
Nazi liderlerinden Hermann Göring’in 12 Kasım’daki sözleri ise, Yahudilerin durumunu çok açık biçimde ortaya koyuyordu: “Almanya’da Yahudi olmak istemezdim.”
Diğer yandan, bu kadar büyük bir maddi zararın doğmasından şikayetçi olan Göring, saldırganları azarlamayı da ihmal etmemişti: “Keşke iki yüz Yahudi’yi öldürseydiniz de, böyle değerli malları yok etmeseydiniz.”
Peki bunlar olurken Alman halkı ne yapıyordu?
Nazım Hikmet’in “Akrep Gibisin Kardeşim” şiirinde tarif ettiği gibi insanların büyük bölümü, kendileri doğrudan etkilenmediği sürece, çevrelerindeki haksızlıklarla ilgilenmez ya da bir ölçüde rahatsızlık duysa bile seslerini çıkarmadan, otoriteler tarafından istenenleri yapar. Hele bu haksızlıklar, bazı gruplara mensup kişilerin ufak tefek görülen haklardan mahrum bırakılması gibi önemsiz addedilenlerle başlayıp yıllar içinde giderek artarsa… Almanya’da toplumsal huzursuzluğun ve istikrarsızlığın kaynağı olarak gösterilen komünist, sosyalist, Yahudi, vb. grupların ellerinden hakların alınması 1930’lar boyunca Alman halkının önemli bir kısmı nezdinde, tepkiye yol açmaktan ziyade umursamazlıkla karşılanmıştı.[23]
Gerçi Kırık Camlar Gecesi’ndeki büyük saldırı dalgasında yaşananlardan rahatsızlık duyan pek çok Alman vardı. Ancak bu rahatsızlık her zaman vicdani kaygılardan kaynaklanmıyor, bu saldırıların Yahudi olmayan Almanları da etkileyebilecek sonuçlarından endişe ediliyordu. Örneğin olaylar sırasında Stuttgart’ta on dört yaşında bir oğlan olan Henry Stern, çevresindeki Almanların sessizce “Bunun sonu iyi bitmeyecek, Tanrı’nın evlerini yakmak iyi bir sonuç vermez.” dediklerini duymuş, Dresden’deki sinagog yanarken Franz Hackel yanındaki Otto Griebel’e fısıldamıştı: “Bu ateş dönecek! Uzun bir eğri yapacak ve bize geri gelecek.”
Halkın diğer bir kısmı ise bunu bir eğlence olarak gördü. Erkekler Yahudi mallarını yağmalayıp insanları döve döve öldürürken kadınlar da alkışlıyor, olan biteni iyice izleyebilmeleri için bebeklerini havaya kaldırıyorlardı.
Bu sırada sayısız kişi de kenarda durmuş, seyrediyordu.
Bir tarihçinin belirttiği gibi, “Yahudilerin insan olarak kaderlerine karşı bu çarpıcı ilgisizlik, Nazi rejimine kökten bir “Nihai Çözüm”ü hayata geçirme özgürlüğü vermiştir.” Benzer şekilde, tarihçi Ian Kershaw’ın sözleriyle ifade edersek; “Her ne kadar Auschwitz’e giden yolun temeli nefretle atılmışsa da, bu yol umursamazlıkla döşenmiştir.”
Kırık Camlar Gecesi, Almanya’nın, dünyanın diğer ülkeleriyle olan ilişkilerinde dönüm noktası oldu. Olaylar Almanya dışında büyük bir tepkiyle karşılandı, pek çok yayın organında Almanya karşıtı yazılar yayımlandı. Çeşitli ülkeler Almanya’yı kınadılar, ABD büyükelçisini çekti. ABD ve Avrupa’nın diğer ülkelerindeki Nazi yanlısı hareketler, bu olaydan ötürü kendi kamuoyları nezdinde büyük destek kaybettiler.
Gerçekten 9–10 Kasım 1938, o güne kadar Almanya’da Yahudilere yapılan baskıların bir sonraki aşamaya geçtiği andır. Artık Yahudilerin haklarının ellerinden alınması dönemi yerine, detaylarını bundan sonraki bölümde göreceğimiz bambaşka bir dönem başlamış bulunuyordu.
Bu bölümün kapanışında sözü Einstein’a bırakalım:
“Almanlar bu toplu cinayetlerden tüm bir halk olarak sorumludurlar ve bir halk olarak cezalandırılmalıdırlar, eğer bu dünyada adalet varsa ve ulusların ortak sorumluluklarının bilinci yeryüzünden tamamen yok olmadıysa… Nazi Partisi’nin arkasında, kitabında ve konuşmalarında utanç verici niyetlerini yanlış anlama olasılığına yer vermeyecek şekilde açıkça ifade eden Hitler’i seçmiş Alman halkı vardır. Bu halk, eziyet gören masumların korunmasına yönelik hiçbir ciddi harekette bulunmamıştır. Tamamen yenildiklerinde ve kaderlerine ağlamaya başladıklarında, tekrar kandırılmamıza izin vermemeli ve insanlığa karşı sonuncu ve en iğrenç suçlarına hazırlık yapmak için başkalarının insanlığını kasıtlı olarak kullandıklarını aklımızdan çıkarmamalıyız.”
Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, Einstein’ın tanımıyla “insanlığa karşı işlenen en iğrenç suça” mercek tutuyoruz.
[1] Alman parlamentosu
[2] Episode III: Revenge of the Sith: Bölüm 3: Sith’in İntikamı
[3] Yıldız Savaşları serisinde Nazi Almanya’sına olan göndermeler, Palpatine’in Hitler’e benzer şekilde adım adım iktidarı ele geçirmesiyle sınırlı değildir. Filmde, imparatorluk kuvvetlerinin isimleri, Hitler Almanya’sının SA (Sturmabteilung — Fırtına Birlikleri) kıtalarından doğrudan alınmıştır: Fırtına Birlikleri. Ayrıca imparatorluk ordusunun giysileri SS (Schutzstaffel — Koruma Timi) üniformalarını, Darth Vader’ın kaskı da, 2. Dünya Savaşı’ndaki Alman askerlerinin çelik miğferlerini anımsatır.
[4] Hitler öncesi dönemdeki Alman bilim insanlarının ulaştığı noktayı göstermek için Nobel ödüllerine bakabiliriz. Alman bilim insanları 1918 ile 1932 yılları arasında her yıl en az bir, 1918, 1925 ve 1927’de iki, 1931’de ise tam üç tane Nobel ödülü kazandı. Bu ödüllerin sayısı, Amerikalı ve İngilizlerin kazandıkları ödüllerin toplamından fazlaydı.
[5] Bu yağmalamalar 2. Dünya Savaşı boyunca Alman askeri zaferlerine paralel biçimde artarak devam edecekti. 1942’de Hollandalı Yahudilerden alınan malların Hamburg’a taşınması için kırk beş gemi gerekmişti, getirilen malzemelerin ağırlığı yirmi yedi bin tondan fazlaydı. Bu malları ucuza satın alan şehir sakinlerinin sayısı ise yüz bin kadardı.
[6] Aynı “sarsılmaz inat ve kendisine karşı duyduğu müthiş güven”in sonraki yıllarda hem kendisinin hem de Almanya’nın başına öreceği çorapları, “Tarihin En Büyük Bilek Güreşi: Hitler-Stalin” başlıklı yazımızda göreceğiz.
[7] Görüşmenin içeriği göz önüne alınırsa, “ağırladı” demek, amacını aşan bir ifade olur.
[8] Aslında böyle bir şey yoktu, Hitler yalan söylüyordu.
[9] Sturmabteilung: Fırtına Birlikleri, Nazi Partisi’nin paramiliter gücü.
[10] Gestapo (Gizli Devlet Polisi) tarafından evi aranan Yahudiler arasında psikanalizin kurucusu Sigmund Freud da vardı. Evdeki eşyaların bir bölümüne el koyduktan sonra Alman ajanlar Freud’dan, kötü muameleye maruz kalmadığına ilişkin bir belge imzalamasını istediler. 82 yaşındaki Freud imza atmakla yetinmedi, belgeye bir de not düştü: “Gestapo’yu herkese samimiyetle öneririm.” Görevliler bu ifadedeki acı alayı anlamaktan aciz olduklarından Freud’un başına bir şey gelmedi.
[11] Birleşmiş Milletler’in öncüsü olan kurum.
[12] Hitler görüşme yerini Almanya’nın batısındaki bir nokta olarak belirleyip bu yolculuğun süresini yarı yarıya indirebilirdi, ancak hasmının karşısında psikolojik üstünlüğünü göstermek için bunu yapmamıştı.
[13] Chamberlain’i ikna etmek için önceden hazırlanmış bir mizansen de yürürlüğe kondu: Hitler ve Chamberlain’in görüşmesi sırasında Hitler’in yardımcılarından biri odaya girerek Çekoslovakların Almanları öldürmeye devam ettiklerini söyledi. Bunun üzerine Hitler “Her birinin intikamını alacağım, Çekleri yok edeceğim.” diye bağırdı.
[14] Polonya bu kararının acısını çok geçmeden, bir yıl sonra toprakları Almanya ve SSCB arasında paylaşıldığında çekecekti. Romanya’nın Hitler’e destek verme hatasını anlaması için ise altı yıl geçmesi ve Kızıl Ordu’nun istilasına uğraması gerekecekti.
[15] Hitler iktidara geldiğinde, Versay Anlaşması uyarınca yüz bin kişiyle sınırlandırılmış ordusu, 1938’de Avrupa’nın en büyük kara ve hava kuvveti haline gelmişti. Donanmada ise İngiltere, Almanya’dan güçlüydü.
[16] Hitler’in çok sayıda çocuk politikası, doğumların artışında etkili olsa da bu artışı tek başına açıklamak için yeterli gelmez.
[17] Eğer 1938’de ölseydi, Hitler’in muhtemelen Alman tarihinin en büyük kişiliklerinden biri olarak tarihe geçeceği konusunda hemen hemen tüm tarihçiler fikir birliği içindedirler. Böyle bir durumda, muhalifler, Yahudiler, vb.lerine yapılan saldırılar, baskılar ve haksızlıklar, üzerinde durulmayacak kadar küçük eylemler olarak değerlendirilecekti.
[18] Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, gerilimli zamanlarda, hele savaş yıllarında, iktidarın hamasi söylevlerine destek verilmesi Alman halkına özgü değildir, hemen her toplumda görülür. Attila İlhan’ın saptamasıyla “Mehter çalınca on komünistten dokuzu faşist olur.”
[19] Tarihçi John Lukacs, “Hitler ve Tarih — Hitler’in 20. Yüzyıldaki Yeri” kitabında, 1930’larda Hitler’in Alman halkı gözündeki yerini anlatmak için “popülarite” kelimesinin çok zayıf kaldığını ifade eder.
[20] Tabii Hitler’in sözlerinin ne kadarının gerçek düşüncelerini yansıttığı, ne kadarının ise, vasiyetnamenin yazıldığı 1945 Şubat’ında savaşın kaybedildiği belli olmuşken, bu yenilgiye bahane bulma amacına hizmet ettiği tartışmalıdır.
[21] Elbette devletler arasındaki her krize Münih sendromu hissiyatıyla yaklaşıp, rakibin kişiliğinden ve olası niyetinden bağımsız olarak, hiçbir durumda tavize yanaşmayan bir politika gütmek doğru olmaz. Örneğin 1962’deki Küba krizi sırasında ABD Başkanı Kennedy Küba’yı bombalamayı reddettiğinde “neredeyse Münih’te olduğu kadar kötü davranmakla” suçlanmış, ancak bu kararı sayesinde muhtemelen ABD-SSCB ve iki tarafın müttefikleri arasında çıkacak 3. Dünya Savaşı’nı engellemişti.
[22] Kırık Camlar Gecesi, yıllar sonra bile Almanya tarihindeki dramatik yerini korumaya devam etmektedir. Örneğin Berlin Duvarı 9 Kasım 1989’da yıkılmış, ancak Kırık Camlar Gecesi’nin yıl dönümü olan bu tarih yerine, 3 Ekim 1990’daki Almanya’nın resmi olarak birleşmesinin ulusal tatil olarak kutlanmasına karar verilmiştir.
[23] Yıllar sonra, 1943 Ocak’ında Alman işgali altındaki Brüksel’de yaşayan 16 yaşındaki Yahudi Moshe Flinker günlüğüne şöyle yazacaktı: “Birçok insanın neşe içinde olduğu ve dans ettiği, çok az insanın ise üzgün olduğu ve dans etmediği büyük bir salonda bulunmak gibi. Zaman zaman bu ikinci gruptaki az sayıda insan alınıp başka bir odaya götürülüyor ve boğuluyor. Salonda neşe içinde dans eden insanlar bunun farkına bile varmıyor. Aksine, görünen o ki bu onların neşelerine neşe katıyor ve mutluluklarını katlıyor…”
28
“3. Bölüm: Büyük Aşk: 1933–1939” için 7 yanıt
Gercekten Hitler’i tarih önünde bir kez daha lanetliyorum. Cehennemi hak eden çılgın manyak ve zır deli.
Cok haklisiniz Zeki Bey. Kendisiyle ilgili ne soylense az gelir…
Harika bir yazı. Çok açıklayıcı ve öğretici
Çok teşekkürler Emre Bey…
Merhaba. Çok iyi bir yazı dizisi. Uzun
zamandır dünya savaşları tarihi ile ilgili böyle güzel derlenmiş bir metin okumamıştım. Görseller ve dipnotlar şahane bir zenginlik katmış, emeğiniz için çok teşekkürler. Şöyle küçük bir ricam olacak; bölümleri bitirdiğimizde bir sonraki bölüme rahat geçebilmek için en alta link bırakmanız mümkün müdür? Başka makalelerde buluşmak dileğiyle.
Çok teşekkürler Muzaffer Bey, çok naziksiniz:)
Tüm yazıların altında, bir önceki ve bir sonraki yazıya ulaşmanızı sağlayacak linkler bulunuyor.
İyi günler…
Merhaba. Sorun twitter’daki bağlantıdan gelmemmiş. Tekrar teşekkürler, hoşçakalın.