Yazı dizimizin birinci bölümünde, Alman halkının Hitler’e desteğinin tarihi boyutuna değiniyoruz. Bunu iki başlık altında anlatmanın uygun olacağını düşünüyoruz; Almanya’nın çekirdeğini oluşturan Prusya Devleti’nin yıllar içindeki gelişimi ve Hitler’in ayrılmaz bir parçası olan Yahudi karşıtlığının Alman toplumunun geçmişindeki yeri…
A. Prusya Disiplini
“Prusya ordusu olan bir ülke değil, ülkesi olan bir ordudur.”[1]
Mirabeau Markizi (Fransız Devrimi Önderlerinden Mirabeau Kontu’nun Babası)
Yıkıntıların ortasında umutsuz bir halk
1618–1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşı’nda, önce Avrupa’nın Protestan ve Katolik ülkeleri birbirlerine girmiş, zamanla ülkeler kendi aralarında yeni ittifaklar kurmuş ve kıta genelinde kanlı muharebeler yaşanmıştı. İsveç’ten İspanya’ya, Hollanda’dan Avusturya’ya pek çok ülkenin katıldığı bu savaşlar en çok, Avrupa’nın ortasında yer alan Almanya[2] topraklarında meydana gelmişti.[3]
Avrupa’nın ticaret yollarının kesişim noktalarında kurulu olmanın yıllardır sefasını süren Alman şehirleri, 1492’de Amerika’nın keşfi ve sonrasında Portekiz, İspanya, Hollanda ve İngiltere[4]’nin deniz aşırı kolonileriyle geliştirdikleri ticaret yüzünden eski güçlerini kaybediyorlardı. Buna, Otuz Yıl Savaşı’nın neden olduğu müthiş can ve mal kaybı, tarım arazilerinin yakılıp yıkılması gibi olumsuz etkenler de eklenince, özellikle deniz ticaretine erişim fırsatı olmayan orta Almanya’daki şehirlerde yaşayan halk iyice fakirleşti.
Birçok küçük prenslikten oluşan ülkenin siyasi bölünmüşlüğü ve ekonomik güçsüzlüğü, yanı başlarındaki “le Roi-Soleil” (Güneş Kral) lakabıyla bilinen Fransız Kralı XIV. Louis’nin simgelediği mutlak güç ve istikrar ile büyük bir karşıtlık oluşturuyordu. Bunun sonucu olarak Alman asilleri ve entelektüelleri arasında, gözle görülür bir yabancı hayranlığı başladı. Fransa örnek alınacak ülke, Fransız adetleri günlük yaşamda uyulması gereken kurallar, Fransızca ise saray dili haline gelmiş, soylular mektuplarını Fransızca yazmaya başlamışlardı. Artık asiller, kendilerinin Almanca adları yerine, bunların Latince karşılıklarını kullanıyorlardı.
Bütün bu uygulamalar, yönetici sınıf ile yönetilenler arasındaki farkın daha da derinleşmesine neden oldu.
İlk önce ordu vardı
Alman devletlerinden biri olan Prusya’nın giderek güçlenerek, kabaca, Osmanoğulları’nın Anadolu Beylikleri’ni tek bayrak altında toplamasına benzetirsek, bütün Almanya üzerinde hakim olması dönemi 18. yüzyılla birlikte başlar.
Aslında Prusya’nın büyüme yönünde hiçbir avantajı yoktu: Nüfusu azdı, toprakları küçük ve çoraktı, doğal kaynaklardan yoksundu. Sanayisi, kültürü yoktu; hem halk hem de asiller yoksulluk içindeydi.
Peki Prusya nasıl gelişti?
Prusya’nın başındaki kral 1. Friedrich Wilhelm, Almanya’nın diğer yerlerindeki soylular gibi Fransızlara öykünerek saray nezaketi, şatafat, vb. konularla ilgilenmiyordu. Onun en büyük iki uğraşı alanı, devletin işleyişinin kusursuzlaştırılması ve askerlikti.
1. Friedrich Wilhelm, yaptığı reformlarla soyluların ayrıcalıklarını ortadan kaldırıyor, onlara, “krala ve devlete hizmet etmek şerefi” bahşediyordu. Böylece, Prusya Devleti’nin memuru olarak çalışmak giderek daha itibarlı bir hale geldi. Kendisinin döneminde, Prusyalıların ve ileride Almanların karakteristik özellikleri olarak dünyaca ünlenecek “değerler” belirginleşmeye başladı: Görev bilinci, otoriteye ve kurallara itaat, yapılan işte uzmanlaşma, dakiklik, sadakat, …vb.
Prusya Kralı’nın askerliğe ilgisi ise saplantı düzeyindeydi; Avrupa’daki en uzun erkekleri özel bir birlikte toplamaktan zevk alıyordu. Halk arasındaki adı “Lange Kerle” (Uzun Herifler) olan bu birliğe girebilmek için en az 188 cm boyunda olmak gerekiyordu.[5] İleride Almanya’nın çekirdeğini oluşturacak Prusya’da askerlik merakının ön plana çıkması, kendisi de “Soldatenkönig” (Askerler Kralı) olarak adlandırılan 1. Friedrich Wilhelm’den kaynaklanır.
Yukarıdaki resimden görüldüğü gibi, 1. Friedrich Wilhelm’in askerliğe ilgisi biraz çocukçaydı. Oğlu 2. Friedrich (“Büyük Friedrich”; 1712–1786) döneminde ise bilimsel yöntemlerle ordunun geliştirilmesine, askerlerin eğitilmesine önem verildi. Böylece Prusya’nın askeri gücü zamanla artmaya başladı. Prusya; İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya’dan sonra Avrupa’nın beşinci büyük kuvveti haline geldi. Avrupalı ülkeler, savaş meydanlarında güçlü rakiplerine karşı peş peşe zaferler kazanan küçük Prusya Krallığı’nın askeri yapısını taklit etmeye ve ordularını bu örneğe uygun biçimde yeniden yapılandırmaya başladılar.
Ancak bir farkla…
Diğer ülkelerin ordularındaki düzenlemeler, toplumsal hayatta önemli bir değişikliğe yol açmıyordu. Prusya’da ise, bir önceki yüzyılda yaşanan yıkımlardan kurtulmayı ve ulusal gururun yeniden inşasını simgeleyen ordunun disiplini, gündelik yaşamın belkemiğini oluşturmaya, Alman halkı bu disiplini kendi yaşayışı için örnek almaya başlamıştı. Antik dönemin Spartalı’larında olduğu gibi, ordu topluma değil, toplum orduya hizmet ediyor, kimi zaman devletin yıllık gelirinin altıda beşi orduya harcanıyordu.
Alman filozof Lessing’e göre, “Prusya, Avrupa’nın köleliğe en çok yaklaşan ülkesiydi.”
Berlin’deki hakimler
Büyük Friedrich, 18. yüzyılın Aydınlanma Felsefesi’nden etkilenmiş, tebaasını “birey” düzeyine yükseltmeye çalışan bir kraldı. Prusya’nın bir hukuk devleti haline gelmesini hedefliyordu, nitekim 1752’de yazdığı “Siyasi Vasiyetname”de bu amaç belirgindir: “Mahkemelere müdahale etmemeye karar verdim. Mahkemelerde kanunlar konuşmalı, krallar sessiz kalmalıdır.”
Yeri gelmişken, kendisi ile ilgili sıkça anlatılan bir hikayeyi de belirtmeden geçmeyelim: Büyük Friedrich, Berlin yakınlarındaki Potsdam kentinde “Sanssouci” (Tasasız) ismiyle anılacak yazlık sarayını yaptırmaya karar verdiğinde, o yöredeki bir değirmeni de satın almak ister. Ancak değirmenin sahibi buna yanaşmaz. Bunun üzerine kral, değirmenin sahibini yanına çağırır ve aralarında şu konuşma geçer:
“Benim kim olduğumu unutma. Bilmiyor musun ki, beş kuruş bile vermeden değirmenine el koyabilirdim?”
“Elbette kralım, bunu yapabilirdiniz. Eğer Berlin’de hakimler olmasaydı…”
Tebaasından birinin bu cesur yanıtı, aydınlanmacı kralın çok hoşuna gider. Ülkesinde yeşertmeye çalıştığı reformların başarıya ulaştığının, halkının adalete güveninin bir işaretidir bu yanıt… Bunun üzerine değirmeni almaktan vazgeçer ve sarayını bu değirmenin yanında yaptırır.
Sarayın inşası tamamlanıp Büyük Friedrich içine yerleştiğinde değirmenci ile komşu olur. Değirmenci sabahları ekmek pişirdikçe, saraya doğru bağırır:
“Kralım ekmek ister misiniz?”
Büyük Friedrich değirmencinin bu seslenişlerini arkadaşlarına şöyle yorumlar:
“Adalet bana sabahları taze ekmek kokusuyla gelir.”
Bu hikaye yıllarca Prusya okul kitaplarında yer almıştır, hatta Youtube’da aradığınız zaman, bunun Türkçe anlatılan versiyonlarını da bulabiliyorsunuz.
Ne yazık ki bu sevimli hikaye gerçek değil… Büyük Friedrich, yel değirmeninin, sarayın yapılacağı bölgenin kırsal karakterini yansıttığını ve sarayının yanında “hoş bir süs” olacağını düşündüğü için onu satın almaya kalkmamış bile…[6]
Ama insanlar bu hikayeye inanmaya devam ediyorlar. Hemen her zaman olduğu gibi, insanlara keyif veren yalanın, gerçeğin önüne geçmiş hali… Tevfik Fikret’in sözlerini hatırlamamak elde değil:
“Beşerin böyle dalaletleri var,
Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
En iyisi biz, Alman tarihine devam edelim.
Ülke kurma yolunda ilerleme karnesi:
Protestanlık pekiyi, aydınlanma orta
Alman toplumunun giderek daha disiplinli bir yapıya bürünmesinde tek etken, gurur duyduğu güçlü ordusunu örnek alması değildi. Kendisi de bir Alman olan Martin Luther’in[7] kurucusu olduğu Protestan Mezhebi’nin dünya görüşü pratiği, Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun, kişinin kendine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmesi olduğuna dayanıyordu[8]. Bu görüş, Protestanlığı seçen Alman halkının yaşamı üzerinde yıllar boyunca daha da derinleşen bir etkiye sahip olmuştu.
İbadeti ve münzevi bir hayatı ön plana çıkaran Katolik dünya görüşüne göre Protestan bakış açısının, siyasi ve ekonomik ilerleme açısından üstünlüğü tartışmasızdı. Nitekim bunun örnekleri günümüzde de, Protestan geçmişe sahip Kuzey Avrupa ülkeleriyle Katolik gelenekten gelen Güney Avrupa ülkeleri arasında yapılacak kıyaslamalarda görülebilir[9].
Ancak Protestanlığın bazı olumsuz tarafları da vardı. Kişinin kendisine düşen görevi layığıyla yerine getirmeye giderek daha fazla, saplantılı denebilecek bir şekilde sarılması, toplumun, bu görevin kim tarafından ve ne için verildiğini göz ardı etmesine neden oluyordu. Başka bir deyişle, aracın kusursuzlaştırılması yönündeki çaba, amacın meşruiyetinin irdelenmesini geri plana atmaya başlamıştı.
Ayrıca Katolik hükümdarların karşısında, ruhani dünyanın lideri konumundaki papa, güç açısından dengeleyici bir rol oynarken, Alman prensleri aynı zamanda topraklarındaki Protestan kiliselerinin en ileri gelen kişileriydi. Dolayısıyla siyasi ve dini gücün tek elde toplandığı Alman devletlerinde, din adamları Avrupa’nın başka yerlerinden farklı olarak devlet otoritesine tam bir boyun eğme halindeydiler. Luther de zamanında farklı davranmamış, 16. yüzyıldaki köylü isyanlarında halkın değil, prenslerin tarafında yer almıştı. Zira kendisine göre, otoriteye her koşul altında tam bir itaat göstermek şarttı; devlet otoritesinin uygulamaları zorbaca olsa bile…[10]
Bu durumda Almanya’daki entelektüel sınıf, yapacağı uyarılarla halkı güç odaklarını sorgulamaya itebilirdi.
Ancak Voltaire, d’Holbach, Diderot gibi burjuva felsefecilerin topluma getirdiği bilinçle yüzyıllardır haklılığından şüphe edilmemiş krallık, aristokrasi, ruhban sınıfı gibi kurumların temellerini dinamitleyen Fransız Aydınlanması’nın tersine, 18. yüzyıldaki Alman Aydınlanması’nda etkili olanlar, yönetici sınıfın gücünü sarsmak gibi bir hedefleri olmayan küçük devlet memurlarıydı. Dolayısıyla bu Aydınlanma, Fransa’da olduğu gibi bir cumhuriyete yönelmedi; devlet memurlarının uzmanlık sahalarıyla paralel olarak hukuk, ekonomi, … vb. alanlarda yapılan reformlar ile sınırlı kaldı.
Sonuçta, işini nasıl daha iyi yapabileceğini sürekli olarak düşünen memurların önemli bir bölümünü oluşturduğu toplumda, eskisinden de kusursuz bir şekilde işleyen devlet mekanizmasına ulaşılmış oldu. Bu mekanizmayı elinde tutanların yetkilerinin sınırlandırılmasının gereksiz görülmesi pahasına…
Şairler ve Filozoflar Ülkesi
18. yüzyılda Almanya, bir önceki yüzyıldan farklı olarak, artık kültürel alanda rüştünü ispat etmişti. Goethe ve Schiller gibi edebiyatçıları; Kant ve Fichte gibi filozofları sayesinde bu ülke “Land der Dichter und Denker” (şairler ve filozoflar ülkesi) olarak biliniyordu. Bu dönemdeki Alman bestecilerinin başarılarına ise, başka hiçbir ülkenin müzisyenleri ulaşamamıştır: Bach, Haydn, Beethoven…[11]
1789’da Fransa’da devrim olduğunda, Almanların büyük bölümü hallerinden memnundu: Kendi ülkelerindeki reformları uygulamak için kanlı bir devrimden geçmek zorunda kalmamışlardı.
Ancak devrim ateşinin yakıcılığından kurtulmak o kadar kolay olmadı. 1792’de Fransız orduları Alman topraklarını işgal ettiğinde bürokrasi, yargı sistemi ve ekonomik altyapı yeniden düzenlendi. 1806 Ağustos’unda ise Napolyon, varlığı yüzyıllardır devam eden ve bir dönem Avrupa’nın en güçlü ülkesi olmasına karşın 19. yüzyıla gelindiğinde gücünü tamamen yitirmiş Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’na resmen son verdi.
Zaten daha 18. yüzyılın ortasında Fransız yazar ve felsefeci Voltaire, bu ülkenin içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmıştır: “Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, ne kutsaldır ne Romalıdır ne de imparatorluktur.”
Fransa’nın bölünmüş, çok sayıdaki Alman devletini istila etmesi, Alman milliyetçiliğinin ve birleşmiş, güçlü bir Almanya fikrinin doğuşunda temel bir etken olmuştur. “Alman kimliği”nin bileşenleri üzerine ilk kafa yoranlar ise politikacılar değil, Alman entelektüelleri ve yazarlarıydı. “Alman kültürü, dili ve gelenekleri”, Fransız hakimiyetine karşı ulusal bilincin yapıtaşları olarak görülmeye başlandı.
Alman topraklarının yeni sahibini aradığı bu yıllarda, Alman sanatçılarının “çağrısını” karşılamaya iki aile adaydı: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yöneten Habsburg Hanedanlığı ve Prusya’nın başındaki Hohenzollern Hanedanlığı…
Prusya oyuna giriyor
Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun tarihten silinmesinden bir ay sonra, 1806 Eylül’ünde, Prusya Kralı 3. Friedrich Wilhelm, Napolyon’a savaş açtı. Ancak yıllardır reformdan geçmemiş Prusya ordusu bir zamanlar sahip olduğu büyük askeri yeteneği kaybetmişti, ayrıca karşısında tarihin en büyük komutanlarından biri ve dönemin en güçlü ordusu vardı. Sonuç olarak Prusya Ekim’de Jena Muharebesi’nde ağır bir yenilgiye uğradı. İmzalamak zorunda kalınan barış anlaşması uyarınca Prusya Fransa’ya hem toprak veriyor hem de tazminat ödemek zorunda bırakılıyordu. Ayrıca Prusya, Napolyon’un ilerideki seferleri için insan ve para yardımı yapmayı da kabul etmişti.
Prusya’nın ortaya çıkan güçsüzlüğü ülkede reform yapılması gerekliliğine işaret ediyordu. Ayrıca yine 1806’da Napolyon’un İngiliz mallarının kıta Avrupası’na girişini yasaklaması, Alman devletlerinin kendi mallarını üretmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Bu dönemde İngiltere Sanayi Devrimi’ni çoktan başlatmıştı, Amerika Birleşik Devletleri’nde ise seri üretim yapılıyordu. Sömürgeleri — yani kendilerine hammadde ve ürettikleri malları satmak için pazar sağlayacak ülkeleri — olmayan Alman devletlerinin sanayileşme yönünde pek fazla şansı yok gibi görünüyordu.
Onlar da başka bir yol izlediler.
Alman devletlerinde, ekonomiden askerliğe kadar çeşitli alanlarda yapılan reformlar içerisinde, eğitim sistemine ilişkin yapılanlar özellikle dikkat çekiciydi. Bu dönemde Fransız üniversitelerinde klasik usulde ders verilirken, Alman lise ve üniversiteleri araştırmalara eğilmeye başladılar. Gerek çeşitli Alman devletlerinin üniversiteleri arasındaki rekabet gerek devletin araştırma alanları ve doğum sürecindeki sanayinin ihtiyaçları arasında kurduğu bağ sayesinde[12], günümüze kadar süregelen Alman bilimsel gelişiminin temeli atıldı.
Özetle, Alman sanayisinin erişebildiği kaynaklar az olduğu için, niceliğe değil niteliğe odaklanılacaktı.[13]
1815’te Napolyon’un kesin biçimde yenilmesi ve Avrupa sahnesinden çekilmesinin ardından Prusya’nın yıldızı da parlamaya başladı. Napolyon sonrası dönemde Avrupa topraklarının yeniden dağıtılmasını öngören Viyana Kongresi’nin önemli bir hedefi, ileride ortaya çıkabilecek yeni bir Fransız yayılmacılığının engellenmesi amacıyla güçlü bir Almanya’nın kurulmasıydı.[14] Bu kapsamda çeşitli Alman devletlerinin bir araya gelmesiyle kurulan Alman Konfederasyonu’nda, Prusya’ya, Almanya’nın batısında yer alan Ren bölgesindeki geniş arazilerin, sanayi alanlarının verilmesi kararlaştırıldı. Ülkenin nüfusu ikiye katlandı.
Alman devletlerinin liderliği için Prusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan daha kuvvetli bir seçenek haline geliyordu.[15]
Demir ve Kan Politikası
19. yüzyılın ortalarına doğru Alman devletlerinin topraklarında hızı giderek artacak bir sanayileşme gözleniyordu. Ren Nehri’nin üzerinde buharlı gemiler işliyor, ülke demiryollarıyla örülüyordu. Çok sayıdaki Alman şehir devleti arasında başlayan gümrük birliği, bazı liberal milliyetçiler tarafından, tüm Alman devletlerinin tek bir çatı altında toplanmasına giden yolun bir parçası olarak görülüyordu ki; bunu Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun zamanla Avrupa Birliği’ne dönüşmesi ve Avrupa Birleşik Devletleri oluşumunu hedeflemesine benzetebiliriz.[16] Avusturya Alman Gümrük Birliği’ne dahil olmamış, dışarıdaki Alman devletleriyle kendi gümrük birliğini kurmuştu. Alman Gümrük Birliği Prusya’nın hakimiyetindeydi, bir süre sonra Prusya’nın para birimi olan Thaler, gümrük birliğinin ortak para birimi haline geldi.[17]
Özellikle 19. yüzyılın ortasından itibaren Prusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasındaki güç dengesi Prusya lehine iyice bozulmuştu. Yıllardır Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Alman-Avusturya kökenli yöneticilerinin idaresinde yaşamış pek çok ulusta milliyetçilik rüzgarları esiyordu. İtalyanlar 1860’ta imparatorluktan ayrılmışlar, Macarlar 1867’de Almanlarla eşit olma hakkını elde etmişler, Çekler, Sırplar, Hırvatlar, Slovaklar özerklik peşinde koşuyorlardı.[18]
Çok uluslu imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğu’na benzer şekilde, parçalanmaya her gün biraz daha yaklaşırken, Almanlardan oluşan Prusya bu tür dertlerden aynı ölçüde muzdarip değildi[19]. Bu küçük ama güçlü devletin amacına adım adım ilerlediği, Prusya Kralı 4. Friedrich Wilhelm’in daha 1849’da yazdıklarından görülür: “Almanya’yı yönetmek isteyenin önce onu ele geçirmesi gerekir (…). Almanya’yı yönetmenin Prusya’nın kaderinde olduğunu bütün tarihimiz gösteriyor; bu yalnızca “nasıl” ve “ne zaman” sorunundan ibarettir.”
“Nasıl” ve “ne zaman” sorununun çözülmesinde uygulanacak yöntemi ise Prusya’nın efsanevi şansölyesi (başbakan) Bismarck gösteriyordu. Almanya’yı birleştiren kişi olarak tanımlanabilecek Bismarck’ın 1862’de şansölye olarak atandığında, mecliste yaptığı ilk konuşması tarihe geçmiştir: “Prusya’nın Almanya içindeki pozisyonu, Prusya’nın liberal olup olmamasıyla değil gücüyle belirlenecektir (…). Günümüzün büyük sorunları konuşmalarla ve çoğunluğun kararlarıyla değil (…), demir ve kanla çözülecektir.”
Bu konuşmasında Bismarck, Almanya’nın birleşmesi, daha doğrusu Prusya’nın diğer Alman devletlerini yutması için, gerektiğinde savaşmaktan çekinmeyeceğini açık şekilde ortaya koymuştu. Nitekim Prusya üç yanındaki komşularını, 1864’te Danimarka’yı, 1866’da Avusturya’yı, 1870’te ise Fransa’yı yenerek[20] bu amaca ulaştı ve 1871’de Alman İmparatorluğu[21] kurulmuş oldu.
Almanya, Avrupa’nın en fazla kömür rezervine sahip ülkesiydi. Bu enerji kaynağının da yardımıyla, ağır sanayisini hızla geliştirdi ve 1871–1914 arasında gerek nüfus gerek mal üretimi açısından, Avrupa’daki tüm rakiplerinden çok daha çabuk bir biçimde büyüdü. 19. yüzyılın son çeyreğinden 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar süren 2. Sanayi Devrimi’yle öne çıkan kimya, çelik, … vb. sanayilerin geliştirilmesinde ve üretiminde Almanya başı çekiyordu.[22]
Bu dönemde İngiliz hükümeti yabancı ülkelerde düşük kaliteli malların üretildiğini ve bunların üzerine ünlü İngiliz markalarının etiketi yapıştırılarak İngiltere’ye satıldığını tespit etmişti. Bu tür malların çoğu Almanya’dan geliyordu. 1887’den itibaren, düşük kaliteli mallar hakkında İngiliz tüketicileri uyarmak amacıyla, malların üzerine “Made in Germany” (Alman malı) etiketi konulmaya başlandı. Ancak sonraki yıllarda Alman mallarının kalitesi İngiliz standartlarını bile öyle aştı ki; daha 1900’lerde bu etiket bir uyarı olmaktan ziyade, gerek İngiltere gerek diğer ülkeler nezdinde kalitenin işareti görevini görmeye başladı.[23]
Ekonomideki bu büyümeyle orantılı şekilde Almanya’da büyük bir işçi sınıfı oluştu. Bismarck, olası bir devrim tehlikesinin önüne geçmek için işçileri sosyal demokrat politikacılardan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bu kapsamda, 1883’te hastalık sigortası, 1884’te kaza sigortası, 1889’da sakat kalma ve yaşlılık sigortası gibi uygulamaları yürürlüğe koysa da, işçiler, katı bir muhafazakar politikacı olan Bismarck’ın karşısında durmaya devam ettiler. 1. Dünya Savaşı öncesinde Alman Sosyal Demokrat Partisi, meclisteki en büyük parti ve bir milyonu aşan üye sayısı açısından dünyanın en büyük siyasi partisi oldu.
İşçi sınıfının giderek güçlenmesi, toplumdaki yönetici sınıfları çok tedirgin ediyordu. Bu durumun Almanya’daki Yahudi karşıtlığı üzerinde de etkisi olmuştur.
Bir sonraki bölümde bu konuyu açıyoruz.
B. Almanya’da Yahudi Karşıtlığının Geçmişi
“Yahudi’nin gözü yok mu? Yahudi’nin elleri yok mu, organları, boy posu, duyuları, duyguları, heyecanı yok mu? Aynı yiyecekle beslenmiyor mu, aynı silahla yaralanmıyor mu, aynı hastalıklara yakalanmıyor mu, aynı yollarla iyileşmiyor mu, aynı kışın ve yazın üşüyüp ısınmıyor mu? Farkı ne Hristiyan’dan? Etimizi kesince bizim de kanımız akmaz mı? Gıdıklanınca gülmez miyiz? Zehirlenirsek ölmez miyiz?”
Shakespeare, Venedik Taciri, Shylock’un Tiradı
Avrupa’nın günah keçileri
Avrupa’da pek çok ülkede görüldüğü üzere, Almanya’daki Yahudi karşıtlığının tarihi Ortaçağ’a kadar uzanır. Yahudi toplumu yüzyıllar boyunca, Litvanya’dan İspanya’ya Avrupa’nın hemen her yerinde pogromlara[24] uğramıştır. Bu pogromlar için öne sürülen bahanelerin geniş bir yelpazeye yayıldığını görürüz; İsa’nın çarmıha gerilmesinden, bir kentte meydana gelen veba salgınına kadar çeşitli olaylardan Yahudiler sorumlu tutulabiliyor, bazen herhangi bir bahaneye gerek dahi görülmeden saldırıya uğruyorlardı.
“Prusya Disiplini” bölümünde aydınlanmacı yanını öne çıkardığımız Büyük Friedrich döneminde bile durum pek farklı değildi. Çeşitli mezheplere hoşgörüyle yaklaşan bu kral dahi, Hristiyanların ticaretine zarar verdiğini düşündüğü Yahudi topluluğunu devlet için tehlikeli sayıyor, Yahudi nüfusunun artmaması için önlemler alınmasını savunup, büyük ölçülerde ticaret yapmalarını yasaklıyordu.
Protestanlık da fark etmiyor
Doğuşuyla Katolikliğin gücünün kırılmasına neden olan Protestanlığın, iş Yahudi düşmanlığına geldiğinde Katoliklikten aşağı kalır yanı yoktu. Protestanlığın kurucusu Luther’e göre Yahudilerin “bütün paralarına, mallarına el konulmalı; sinagogları, evleri, okulları yakılmalı”, onlar “ahırlara kapatılmalıydılar ki, içine düştükleri sefalet içinde ağlayıp sızlayarak Almanları Tanrı’ya şikayet etsinler.” Luther’in bu tür metinleri ışığında bazı tarihçiler, Hitler ve Nazizm’in Alman toplumunun yüzyıllar önceki akıl hocalarının önerilerini yerine getirmekten başka bir şey yapmadıklarını iddia ederler. Bu görüşü savunanlara göre Hitler, Luther-Bismarck çizgisinin doğal sonucudur.
Ancak tarihte böyle basit çıkarımlar hemen hiçbir zaman doğru sonuçlar vermez, nitekim yukarıda anılan görüş, Luther’in bunları söylediği dönemde, Yahudileri kazığa bağlayıp yakan engizisyon yargıçlarının cirit attığı İtalya, İspanya, Portekiz gibi Katolik ülkelerin 20. yüzyılda neden Yahudi soykırımı yapmadıklarını açıklamaz. Diğer bir deyişle, Luther’in Yahudi düşmanlığı Hitler’in Yahudi düşmanlığına neden olmuşsa, engizitörlerin Yahudi düşmanlığının da İtalyan diktatör Mussolini’de benzer bir etkiyi yaratması beklenirdi. Oysa ki faşist İtalya, 2. Dünya Savaşı boyunca Hitler’in Avrupa’daki müttefikleri olan ya da işgal ettiği ülkeler içinde Yahudilerin en rahat yaşadığı ve en az kıyıma uğradığı iki ülkeden biridir[25]. Benzer şekilde, Luther’in ve öğrencilerinin izinden giden diğer Protestan ülkelerde de 20. yüzyılda bir Yahudi soykırımı yaşanmamıştır.
Özetle Luther’in, Alman toplumunun, dolayısıyla Hitler’in Yahudi karşıtlığının şekillenmesinde etkisi olduğu açıktır; bununla birlikte “Hitler’in kaynağını Luther’de buluruz.” gibi toptancı genellemeler yapmak doğru olmaz.
Aptal heriflerin sosyalizmi
Avrupa’da feodal yapının yok olup tüm gücün tek bir elde yani kralda toplanmasına dayanan mutlakiyetçi devletlerin belirmesiyle birlikte, devlet ve ekonomi idaresi özel bir önem kazandı. Böylece, özellikle finans alanında geniş bir tecrübeye sahip olan Yahudiler Avrupa toplumlarında daha önemli konumlara yükselmeye başladılar; bu da kendilerine karşı mevcut kıskançlığı/nefreti arttırdı.
19. yüzyıla gelindiğinde, dünya topraklarının büyük bölümü belli başlı Avrupa devletleri arasında paylaşılmıştı. Bu durum, Avrupalıların kendilerini ırksal olarak diğer uluslardan daha üstün görmelerine neden oluyordu. Irkçılığın bir ideoloji haline gelmeye başladığı bu yüzyılda ortaya çıkan ilk ırkçı yazarların metinlerinde, Yahudiler daha önceki asırlardan farklı olarak, dini bir topluluk şeklinde değil, bir ırk olarak tanımlanacaklardı.
Bu değişimi, yayımlanma yılları arasında yüz yıldan uzun bir süre olan iki ünlü yapıtta görmek mümkündür. Johann Andreas Eisenmenger 1700 yılında yayımlanan “Entdecktes Judentum” (Maskesi Düşürülmüş Yahudilik) isimli kitabında, Yahudilerin “karakterlerinin bozukluğunu”, “inançlarının yozlaştırıcı etkilerine” bağlar. Buna karşın, Jakob Friedrich Fries’in 1816 tarihli “Über die Gefährdung des Wohlstandes und des Charakters der Deutschen durch die Juden” (Almanların Esenliği ve Karakteri üzerinde Yahudilerin Yarattığı Tehlike) adlı yapıtında Yahudiler, Alman toplumundaki düzenin altını oymaya ve ülkenin kontrolünü Almanların elinden almaya çalışan bir ulus ve siyasi örgütlenme biçimi olarak gösterilmiştir.
Diğer yandan, İngiliz biyolog Charles Darwin’in evrime ilişkin görüşlerini de, farklı gruplar kendilerine uygun şekilde yorumluyorlardı. Darwin, canlıların hayatta kalabilmeleri için doğaya uyum sağlamaları gerektiğini öne sürmüştü. Solcular için bu görüşler, insan toplulukları içindeki dayanışmanın, yaşam koşullarının iyileştirilmesinin, vb. önemine vurgu yaparken; sağcılar Darwin’i başka türlü değerlendirdiler. Onlara göre doğadaki varoluş mücadelesinde ancak güçlüler ayakta kalabileceklerdi, güçsüzlerin yok olmaları ise doğanın kanunuydu.
İlerleyen yazılarımızda göreceğimiz üzere, bu ikinci görüşün Avrupa tarihi üzerindeki etkisi korkunç olacaktır.
1873’te ve bunu takip eden zamanlarda Almanya’da görülen ekonomik kriz pek çok esnafı olumsuz etkiledi. Bu dönemde küçük esnaf, karmaşık dinamiklerini anlayamadıkları büyük bir finansal sistemin kurbanları olduklarını düşünürken, bunun sorumlularını da kendilerince buldular. Madem ki Yahudiler para işlerinden anlıyorlardı, öyleyse küçük esnafa zarar verenler de onlar olmalıydı. Böylece, bir ideoloji olarak Yahudi karşıtlığı ilk önce kentli orta ve alt sınıflar ile, köylüler arasında görüldü.
1890’lı yıllarda Alman sosyal demokratları arasında sıkça kullanılan bir deyimle “Yahudi karşıtlığı, aptal heriflerin sosyalizmiydi.”
Suçluyorum
Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonu-20. yüzyılın başlarında Almanya’da, diğer Avrupalı ülkelerden daha büyük bir Yahudi düşmanlığı olduğunu söyleyemeyiz. Alman muhafazakar kesimi için, 1907’de İngiltere-Rusya-Fransa arasında imzalanan ve böylece 1. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’nin temelini oluşturacak “Üçlü Anlaşma” ya da Almanya içinde güçlerini arttıran sosyal demokratlar, Yahudilerden daha önemli risk etkenleri olarak değerlendiriliyorlardı.
Almanya’daki Yahudilerin durumu örneğin komşu ülke Fransa’dakilerden daha kötü değildi. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ilkelerine dayanan devrimci geçmişiyle gurur duyan Fransız toplumunun Yahudi karşıtı eğilimi Dreyfus Davası’nda iyice gün yüzüne çıkmıştı.
1894’te, Yahudi bir Fransız Yüzbaşı olan Alfred Dreyfus, Alman casusu olduğu gerekçesiyle hapsedildi. Ancak ilerleyen yıllarda, davadaki kanıtların sahte olduğu ortaya çıktı. Yazar Emile Zola’nın Fransa Cumhurbaşkanı’na hitaben yazdığı “J’Accuse…!” (Suçluyorum) başlıklı açık mektubu gazetede yayınlanınca, Fransa’da yer yerinden oynadı[26]. Davalar ve temyizlerle geçen yıllar sonunda 1906’da Dreyfus beraat etti, hatta Legion D’Honneur nişanı ile ödüllendirildi.
Alman mısın, işçi misin?
Ancak Almanya’daki Yahudi karşıtlığı günden güne artıyordu. “Prusya Disiplini” bölümünde söz ettiğimiz, gücünü arttıran işçi sınıfından çekinen fabrika ve büyük toprak sahipleri, olası bir sosyalist devrimin önüne geçmek amacıyla milliyetçiliği körüklemeye başladılar. Tabii bu durum ordunun silahlanmasını da teşvik ediyor, böylece bu silahları üreten fabrikalara ve yan sanayi kollarına sahip tüccarlar servetlerini de arttırmış oluyorlardı.
Büyük burjuvazi tarafından desteklenen milliyetçilik akımı, iktidar sahiplerinin de çıkarınaydı. Politikaları halktan destek bulmayan yönetimler, sınıf siyaseti yerine kimlik siyasetini ön plana çıkartıyor, “Alman” olmanın “işçi” olmaktan daha önemli sayıldığı bir toplumsal algı yaratılıyor, böylelikle sınıf temelli başkaldırıların, grevlerin önüne geçilmesi hedefleniyordu. Bu siyasetin önemli ölçüde başarılı olduğu, 1. Dünya Savaşı başlangıcında, savaşın kaçınılmaz olduğu yanılgısına düşen işçilerin, hükümetin yanında savaşa destek vermesinden görülmektedir.
İki Yahudi karşıtı
Milliyetçilik rüzgarıyla birlikte Yahudi karşıtlığının hızla yükselmesinde rol oynayan sayısız kişi arasında iki Avusturyalı göze çarpar: Georg van Schönerer ve Karl Lueger.
Avusturyalı bir toprak sahibi ve politikacı olan Georg van Schönerer (1842–1921), çok uluslu Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun etnik yapısını reddediyor ve bir gün Almanya’yla birleşmenin hayalini kuruyordu[27]. “Durch Reinheit zur Einheit” (Saflık Aracılığıyla Birlik) sloganıyla toplumun içinden, başta Slav kökenliler ve Yahudiler olmak üzere “Alman olmayan tüm unsurların” uzaklaştırılmasını savunan Schönerer, 1884’teki bir parti toplantısına, Avrupa’da ilk kez, ileride benzerlerini çok yerde göreceğimiz bir giriş tabelasını astırmıştı: “Yahudiler Giremez!”.
Schönerer, yalnızca Yahudi düşmanlığıyla değil, yandaşlarının kendisine “Führer” (Önder) diye hitap etmesinden, “Heil” (Yaşa) diye selamlamasına kadar pek çok konuda Hitler’e örnek olacak, nitekim yıllar sonra bir konuşmasında Hitler, gençliğinde sıkı bir Schönerer hayranı olduğunu belirtecekti.
Bununla birlikte, Schönerer’in uç fikirleri, kendisine taparcasına bağlı olan taraftarlarının sayısı üzerinde sınırlayıcı bir etkide bulunmuştu. Ancak yine Hitler’in “gelmiş geçmiş Alman belediye başkanlarının en büyüğü” saydığı Karl Lueger’in (1844–1910) durumu hiç de böyle değildi.
Schönerer’in aksine zengin bir aileden gelmeyen Lueger, halkın nabzını tutmayı çok iyi biliyordu. Viyana Belediye Başkanlığı sırasında okullar yaptırması, şehrin altyapı ve ulaşım ağını geliştirmesi, vb. sayesinde Viyanalıların kahramanı haline gelen Karl Lueger, ya da “Schöner Karl” (Güzel Karl), Yahudilerin işletmelerine el konulması, Yahudi basınının ortadan kaldırılması gibi halkın hoşuna gidecek “hedefleri” Schönerer’in konuşmalarından almıştı. Çok sevilen popülist politikacının bu tarz söylemleri, Yahudi karşıtlığının politikada önemli bir alan bulmasına yol açıyordu. Zaten Lueger’in Yahudi karşıtlığı Schönerer’deki gibi ideolojik bir temele dayanmıyor, Yahudi iş adamlarıyla bir araya gelmek kendisini rahatsız etmiyordu. Yahudi karşıtı konuşmalarına rağmen çevresinde neden pek çok Yahudi olduğuna ilişkin soruya verdiği cevap ünlüdür:
“Kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm!”
İyi bir gözlemci
Alman Halkı’nın Hitler’e desteğinin tarihi boyutunu açıklamaya çalıştığım bu yazıyı Köpenick Olayı’ndan söz ederek bitirelim.
1906’da, işsiz bir ayakkabıcı olan Wilhelm Voigt, kullanılmış bir yüzbaşı üniformasının çeşitli parçalarını farklı dükkanlardan satın alır. Yolda gördüğü birkaç askeri de peşine takarak Berlin’in yakınlarındaki Köpenick kentine gider. “Majestelerinin emri” üzerine, valilikteki kasadan dört bin Mark’ı alıp kayıplara karışır.
On gün sonra tutuklanan Voigt’un aslında askere bile gitmediği ortaya çıkar. Voigt kısa sürede halk kahramanı haline gelir, öyle ki İmparator II. Wilhelm, daha cezası bitmeden kendisini serbest bırakır. Yıllar içinde resmi tabaklara basılır, filmi çekilir, para çaldığı valilik binasının önüne heykeli dikilir.
“Köpenick’in Yüzbaşısı”, emirlere uymak konusunda Orhan Kemal’in ünlü karakteri “Bekçi Murtaza” gibi davranmakla gurur duyan Alman Halkı’nın kendi kendisiyle dalga geçmesinin simgesi olur çıkar.
Ne yazık ki, yaşadığı toplumun nasıl bir emir-komuta zinciri içinde hareket ettiğini gözlemleyip bunu kullanan yalnızca Voigt değildir. Kısa süre sonra, birkaç asker yerine milyonlarca Alman, bir “yüzbaşı”nın bile değil, bir onbaşının peşinden gidecek, ancak bu gidiş geriye dönüp bakıldığında dalga geçilebilecek olaylardan çok daha vahim sonuçlar doğuracaktır.
Bir sonraki yazımızda bu onbaşıyı[28] iktidara taşıyan etmenlere bakıyoruz.
[1] Bu sözü Prusyalı bakanlardan Friedrich von Schrötter’e atfeden kaynaklar da vardır.
[2] O dönemdeki adıyla Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu
[3] Otuz Yıl Savaşı’nın sonunda, 1648 yılında imzalanan Vestfalya Barışı ile topraklarını ciddi biçimde genişleten tek Alman devleti, ileride “Prusya” olarak anılacak olan Brandenburg-Prusya olmuştur.
[4] Okuma kolaylığı olması açısından, yazı dizisi boyunca “Büyük Britanya” yerine Türkiye’de sık kullanılan şekliyle “İngiltere” ifadesine yer verilmiştir.
[5] Dostça ilişkilerin kurulması amacıyla Rus Çarı Büyük Petro ile Osmanlı Padişahı 3. Ahmed kendi ordularındaki uzun boylu bazı askerleri Prusya’ya yollamışlardı.
[6] Merak eden okuyucular, Potsdam kentinin resmi internet sayfasında, bu yel değirmeninin gerçek hikayesine ulaşabilirler.
[7] Hristiyanların kutsal kitabı İncil’i Latince’den Almancaya çevirerek Alman dilinin zenginleşmesinde önemli rol oynayan Luther’in kullandığı dil, Almancanın yazı dili haline geldiği için, kendisini Almancanın kurucusu olarak kabul eden dilbilimciler vardır.
[8] Bu konuya ilişkin daha detaylı bilgi almak isteyen okuyucular, sosyolog ve felsefeci Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabına başvurabilir.
[9] Elbette bu iki gruptaki ülkelerin farklılıklarını, yalnızca mezhep ayrılığıyla açıklamanın doğru olmayacağı unutulmamalıdır.
[10] Kilisenin devlet otoritesine boyun eğmesi gerektiğini savunan Luther’in bu görüşleri sonucunda pek çok Alman prensliğinin, özellikle coğrafi olarak Papa’ya uzak olan Kuzey Almanya’dakilerin, Protestanlığı seçmesine şaşmamak gerekir.
[11] Almanya günümüzde de, seksenden fazla opera binası ve yılda yedi bin civarı opera performansı ile klasik müzikteki dünya liderliğini korumaktadır. İkinci konumdaki Amerika’nın nüfusu Almanya’nın dört katı olmasına karşın, yıllık performans adedi dörtte biridir. Almanya’da her yıl en çok sergilenen opera eseri ise, ne şanslıyım ki benim de en sevdiğim opera olan, Mozart’ın “Sihirli Flüt”üdür.
[12] Benzer bir bağ, yine devlet eliyle, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da kurulacaktır.
[13] 19. yüzyılın başındaki bu üretim anlayışı hemen hiç değişmeden devam etmiş, Alman malları için nitelik her zaman nicelikten önce gelmiştir. Almanya 2. Dünya Savaşı’nda kıta Avrupası’nın neredeyse tamamına hakim olduğu, dolayısıyla kaynak bolluğu içinde yüzdüğü zaman bile silahlarda seri üretime geçmek yerine, son model tanklar, füzeler, jet uçakları, vb. sayıca daha az ama daha üstün silahlarla rakiplerini alt etmeye çalışmıştır. Bu durumun Hitler’in yenilgisinde oynadığı rolü “Tarihin En Büyük Bilek Güreşi: Hitler-Stalin” adlı yazı dizimizde bulabilirsiniz.
[14] 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni bir Avrupa savaşının önüne geçmek amacıyla, silah üretiminde kullanılan kömür ve çelik sanayilerinin yönetimini kontrol altına almak için Almanya, Fransa, İtalya ve Benelüks ülkelerinin bir araya gelmesiyle kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, Avrupa Birliği’ne giden yolda atılan ilk somut adımdır.
[15] Yine de Prusya’nın Avusturya’nın önüne geçeceği, o yıllarda kesin değildi. Hikayenin sonunu yani Prusya’nın zaferini bilmemiz, günümüzden geriye bakarak olayları yorumlarken, bunların “tarihin doğal akışı” olduğunu, Prusya’nın liderliğinden başka bir seçeneğin zaten mümkün olmadığını düşünmemize yol açmamalıdır.
[16] Bazı tarihçiler ise, bu gümrük birliğinin temelinde milliyetçiliğin değil, doğrudan maliyenin bulunduğu görüşündedirler.
[17] Thaler Prusya’dan önce de, toplam dört yüz yıl boyunca Orta Avrupa’da kullanılmış bir para birimidir. ABD’nin para birimi olan “dolar” kelimesinin kökeni de Thaler’dir.
[18] İlerleyen yıllarda, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, Slavların yönetici Alman sınıfla eşit haklara sahip olmak için çabalamasının Hitler’in siyasi görüşlerinin belirlenmesinde de etkisi olacaktır. Kendisine göre, imparatorluğun kurtulmasının tek yolu, hakim ırk olan Almanların diğer ırkları ezerek eski otoritelerini tekrar elde etmeleriydi.
[19] Bununla birlikte Prusya’da da, başta Polonyalılar olmak üzere, anadili Almanca olmayan bazı azınlıklıkların bulunduğunu unutmamak gerekir.
[20] Prusya’nın ekonomik ve teknolojik gelişmişliği, bu zaferlerde anahtar rol oynamıştır: Örneğin, rakiplerine göre gelişmiş demiryolu ağı sayesinde Prusyalı askerler, kendilerine ihtiyaç duyulan noktalara hızla ulaşabilmişlerdi. Benzer şekilde, 1866’daki Avusturya Savaşı’nda Prusya ordusu kuyruktan dolma tüfeklerle, 1870’deki Fransa Savaşı’nda ise ağır toplarla donatılarak düşmanlarına karşı önemli avantajlara sahip olmuştu (Kuyruktan dolma tüfeklerin üstünlüğü, yerde yatıp siper almışken doldurulabilmelerinden ve peş peşe birkaç atış yapabilmelerinden kaynaklanıyordu; oysa namludan dolan ve her seferinde tek bir atış yapabilen tüfekleri mermi ve barutla doldurmak için ayakta olmak ya da dizlerinin üzerinde doğrulmak gerektiğinden, askerler açık hedef haline geliyorlardı).
[21] Almanca “Reich” (okunuşu “Rayh”) kelimesini diğer dillere çevirmek kolay değildir, kimi zaman “krallık” kimi zaman “imparatorluk” olarak kullanılmıştır. Nazi jargonunda, Napolyon tarafından sona erdirilen Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu 1. Reich, Bismarck’ın birleştirdiği Alman devletlerinden oluşan imparatorluk ise 2. Reich olarak adlandırılır. Bu yüzden Hitler’in iktidarda olduğu 1933–1945 dönemine 3. Reich denir.
[22] Öyle ki, 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine, 1913–1914 yıllarına gelindiği zaman, Almanya’nın sanayi üretimini tüm dünyada yalnızca ABD, donanmasının büyüklüğünü ise sadece İngiltere geçebilecekti.
[23] Nitekim günümüzde de, “Alman malı” ifadesi benzer işlevde kullanılmaya devam etmektedir.
[24] Pogrom: Rusça’da kelime anlamı “zarar vermek, yok etmek”. Bir etnik ya da dini gruba, yasal mercilerin onayı/teşviki ile saldırılarda bulunulması anlamına gelen bu sözcük genellikle Yahudilere karşı yapılan saldırıları tanımlamada kullanılır.
[25] Diğeri Danimarka’dır.
[26] “Prusya Disiplini” bölümünde gördüğümüz, yerleşik kurumları eleştiren Fransız aydınının tipik bir örneği.
[27] Schönerer’in bu hayalini, 1938’de Avusturya’yı ilhak eden Hitler gerçekleştirecektir.
[28] Hitler, 1. Dünya Savaşı’nda onbaşıydı.
73
“1. Bölüm: Yılların Getirdiği: 1914 Öncesi” için 4 yanıt
Yazı için teşekkürler. Pogrom neden Rusça’dan bir kelime ilk orada mı bu olaylar yaşanmış?
Ben teşekkür ederim.
Pogrom İngilizce’ye, 19. ve 20. yüzyılda Rusya’da Yahudilere yapılan saldırıları tanımlamak için girmiş. Ama zamanla sözcüğün anlamı genişleyerek, daha önceki yıllarda farklı ülkelerde yapılan saldırıları da tanımlayacak hale gelmiş.
Berk bey,
Yazınızı ikinci defa ve daha da beğenerek okudum.
Bilgi dağarcığınızı Kitap haline getirmeyi düşünmüyormusunuz ?
Çok teşekkürler Kenan Bey…
Yazılar bazı yayınevleri ile paylaşıldı, uygun görürlerse kitap haline gelecekler.