“Fakat bu, güllerle dolu bir yatak,
Bir zevk gemisi değildi.
Bu, bütün insan ırkının önünde yapılan bir meydan okumaydı.
Ve kaybetmeyeceğim.
Biz şampiyonlarız, dostlarım
Ve sonuna kadar savaşmaya devam edeceğiz.
Biz şampiyonlarız
Biz şampiyonlarız
Kaybedenlere harcayacak zaman yok
Çünkü biz şampiyonlarıyız
Dünyanın.”
We are the Champions, Queen (dinle)
Yazı dizimizin onuncu bölümünde, Kızıl Ordu Berlin’de zaferini ilan ediyor ve Stalin en büyük düşmanına karşı bilek güreşini nihayet kazanıyor.
İntihar Salgını
Kızıl Ordu Alman topraklarında ilerledikçe Almanlar artan bir biçimde intihar salgınına tutuldular. Elbette bu durum daha çok, Nazi Partisi yöneticilerinde veya Nazilerle yakın ilişki içinde oldukları bilinenlerde gözleniyordu.
Alman Silahlı Kuvvetleri de bu salgından nasibini almıştı: Kara Kuvvetleri’ndeki beş yüz elli dört generalden elli üçü, Hava Kuvvetleri’ndeki doksan sekiz generalden on dördü, Deniz Kuvvetleri’ndeki elli üç generalden ise on biri intihar edeceklerdi.
Bununla birlikte, intihar vakaları yalnızca Nazi Partisi çevreleri ve ordu üyeleriyle sınırlı değildi, halkın her kesiminde görülüyordu. Rus işgalinden duyulan korku, savaşı kaybetmiş olmanın verdiği utanç, geleceğin belirsizliği, vb. pek çok neden bu konuda rol oynuyordu.
Savaşın son haftalarında ise, Kızıl Ordu başkentin kapısına dayanmışken, bu intihar salgınının merkezi Berlin’di.
Nazi ideolojisinde hayat bir güç savaşı şeklinde görüldüğü için, yenilmiş bir halkın yaşamaya devam etmesi de utanç verici kabul ediliyordu. Eğer düşmana karşı cephede savaşarak ölemeyecek bir konumdaysanız, hayatınıza kendi elinizle son vermeniz en doğrusu olurdu…
Bu nedenle, intihar vakalarının önüne geçilmesi şöyle dursun, bu durum devlet eliyle teşvik ediliyordu.
12 Nisan’da Berlin Filarmoni Orkestrası son konserini verdi. Konserde Beethoven’in Keman Konçertosu, Bruckner’in Romantik Senfonisi ve finalde Wagner’in Tanrıların Alacakaranlığı yapıtları çalındı. Konserin çıkışında, üniformalarını giymiş Hitler Gençliği üyeleri, ellerindeki sepetlerde bulunan siyanür kapsüllerini dinleyicilere dağıttılar.
Savaşın bitmesi ve Nazi rejiminin çökmesinden sonra yaz ve sonbahar aylarında dahi, yıkıntılar arasında birbirlerini vuran çiftler, pencerelerden atlayan kadınlar, yolların kenarında siyanürle çarpılmış cesetler, vb. görülmeye devam etmiştir.
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime (dinle)
16 Nisan’da Konyev’in 1. Ukrayna ile Jukov’un 1. Belarus Ordu Grubu saldırıya başladı. Bunu Rokossovski’nin 2. Belarus Ordu Grubu izledi.
Rusların kayıpları Almanlara göre çok daha ağırdı ancak durup dinlenmeden saldırıyorlardı. Almanlar ise savaşı kaybettikleri zaman başlarına geleceklerden dehşete düştükleri için var güçleriyle savunmadaydılar. O günlerde on altı yaşında bir Berlinli’nin yazdıklarına göz atalım: “Bir metro istasyonundaydık. Herkesin yüzü dehşet içindeydi, insanlar kızgınlık ve umutsuzluk içinde küfürler ediyorlardı. Birden biri “kesin sesinizi” diye bağırdı. Sesin geldiği yere döndüğümüzde, üniformasında nişanlar olan küçük, pis bir asker gördük: “Bu savaşı kazanmalıyız. Cesaretimizi kaybedemeyiz. Eğer düşmanlarımız kazanırsa ve bizim diğer ülkelerde yaptıklarımızın sadece bir bölümünü yapmaya kalkarlarsa, birkaç hafta içinde tek bir Alman kalmaz.” Bir anda öyle bir sessizlik olmuştu ki, bir iğnenin yere düştüğünü duyabilirdiniz.”
20 Nisan’da Hitler’in sığınağında doğum gününü kutlandıktan sonra Himmler, Ribbentrop, vb. çevresindeki dalkavuklar çeşitli bahanelerle Berlin’den ayrıldılar. Sonra Hitler, Berlin için savaşan çocukları başarılarından ötürü tebrik edip ödüllendirmek üzere sığınağının bahçesine çıktı. Sol kolu öylesine titriyordu ki, görünmesin diye sırtının arkasında tutuyordu.
Almanya’nın ilk bölünmesi
Amerikalıların sürekli doğuya, Konyev komutasındaki Rusların ise batıya ilerlemeleri sonucunda, iki ordunun askerleri Elbe Nehri kıyısındaki Torgau kenti yakınlarında karşılaştılar. “Elbe Günü” adı verilen bu olay, Almanya’yı kuzey ve güney olarak ikiye ayırmıştı.
Uluslararası diplomasideki “sıcak” iletişim, devletlerin karşılıklı çıkarlarının ömrüyle sınırlıdır. Bu nedenle ortak düşman Almanya’nın yenilmesinden sonra Amerika ile SSCB arasındaki ilişki bambaşka bir şekilde devam edecek ve dünyayı nükleer savaşın kıyısına getirecekti.
Almanya açısından ise Elbe Günü’ndeki ilk bölünme 2. Dünya Savaşı’ndan sonra biçim değiştirecek ve bu ülke on yıllar boyunca kuzey-güney şeklinde değil, doğu-batı olarak ikiye ayrılacaktı.
Berlin’deki atmosfer
Her yanı yıkıntı halindeki Berlin’de yaşayanlar Hitler’in iktidara gelmeden önce verdiği sözlerin bir tanesini tuttuğunu söylüyorlardı: “Bana on yıl verin, Almanya’yı tanıyamayacaksınız.”
Ancak bu durumda bile Nazi propagandası devam ediyor, insanlar savaşa devam etmeye çağrılıyorlardı. Nisan ortasından beri Berlin gazeteleri yayınlarını durdurduklarından, halkın moralinin ve savaşma azminin yüksek tutulması için Nazi yetkilileri fısıltı gazetesini kullanıyorlardı. “Güvenilir kaynaklara göre”, müttefiklerin görünürdeki başarıları Führer’in bir hilesinden başka bir şey değildi. Düşmanın vatanın içine yürümesine kasten izin verilmiş, böylelikle onun kesin olarak yok edilmesi fırsatı doğmuştu. “Deneyimli bir ordu subayı” ise, yıllardır artarak devam eden hava bombardımanlarının büyük şans yarattığını, çünkü yıkıntılar içindeki bir şehri savunanların saldırganlara göre çok daha avantajlı olduklarını vurgulamıştı. Bu söylentilere, New York’u vurabilecek menzile sahip füzeler taşıyan denizaltılardan, çıkardığı yakıcı dumanlarla çevresindeki her şeyi çürüten “buz el bombaları”na kadar pek çok fantastik silah da eşlik ediyordu.
Aynı dönemde Berlin halkı günlerinin bir bölümünü hava bombardımanlarına karşı koruma sağlayan sığınaklarda geçiriyordu. Sığınaklarda çok fazla insan olduğu için içerideki oksijen miktarının düzenli olarak ölçülmesi önemliydi. Bu amaçla mumlar kullanılıyordu. Yere konulan mumlar söndüğünde, çocuklar kucaklara alınıp omuz hizasında tutuluyordu. Sandalyedeki mumlar söndüğünde, insanlar sığınaktan çıkmaya başlıyor, çene seviyesindeki mumlar titrediğinde ise, dışarıdaki bombardıman ne kadar büyük olursa olsun, sığınakta kimse kalmıyordu.
İnsanlar bu sığınaklardan öylesine bıkmışlardı ki, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın savaşın bir an önce bitmesini isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Özellikle görmüş geçirmiş yaşlı kadınlar arasında kullanılan bir deyiş şöyleydi: “Başımızın üzerinde bir Amerikalı (Amerikan bombardıman uçağı) olmasındansa, karnımızın üstünde bir Rus (tecavüz eden bir Rus askeri) olması yeğdir.”
Bu sığınakların Almancası “Luftschutzraum”dur[1]. Bunun kısaltması ise LSR idi ancak Berlin halkı kelime oyunu yaparak, bu kısaltmanın aslında “Lernt schnell Russisch!”[2] anlamına geldiğini söylüyordu. Eskiden toplum, savaşın kazanılacağını veya kaybedileceğini düşünenler şeklinde ikiye bölünmüşken şimdi durum değişmişti. Berlinlilerin dileği Amerikalıların Ruslardan önce Berlin’e girmeleriydi. O günlerde Berlin’de dolaşan bir espri bu isteği dışarı vuruyordu: “İyimserler İngilizce öğreniyor, kötümserler Rusça”.
Kızıl Ordu askerlerinin ele geçirdikleri yerlerdeki yağma ve tecavüzleri yüzünden kendilerinden önde giden kötü şöhreti, Berlinlilerin korkudan titremesine neden oluyordu. Rusların kente girmeleriyle birlikte tecavüze uğrayacakları neredeyse kesin olan genç kızların, bekaretlerini bir tecavüz sonucunda kaybetmemek için, şehrin karanlık köşelerinde ve Berlin’in ortasındaki devasa Tiergarten Parkı’nda kuytularda tanımadıkları erkeklerle birlikte olduklarına dair hikayeler ortada dolaşıyordu ancak bunların kanıtlanması zordur.
Gerek Alman ve Rus ordularının düşman topraklarında işledikleri tecavüz suçunun büyüklüğü gerek günümüzde çeşitli film ve kitaplarla bu suçun tek taraflı bir suçmuş gibi ortaya konulma çabası, sağlıklı bir yargıya varabilmek için konunun oldukça detaylı bir şekilde ele alınmasını gerektiriyor.
Almanların unutulan suçu
Daha önce de belirtildiği üzere, Rus ordusu Stalingrad zaferinden sonra kendi ülkesini düşmanın elinden kurtarırken, Almanların ettikleri zulmün boyutlarını daha iyi görmüştü. Hemen her askerin ailesinden bir ya da birkaç kişi, pek çok durumda ailesinin tamamı, Almanlar tarafından öldürülmüş, köyü yakıp yıkılmıştı. Bu katliamlar yalnızca kurşuna dizme şeklinde olmuyordu. İnsanların canlı canlı yakılmaları, bebeklerin süngülenmesi gibi sadistçe eylemler de genellikle bu katliamlara eşlik ediyordu. Auschwitz, Sobibor, Treblinka, Belzec, Chelmno gibi ölüm kamplarında insanların gaz odalarında kitleler halinde öldürülmesi ve sonrasında fırınlarda yakılmaları, savaş sonrasındaki yargılamalarda uluslararası kamuoyunu öyle şoke etmişti ki, Alman ordusunun işlediği tecavüz suçları gündeme gelmedi bile… Bu nedenle, bugün hala pek çok kişi, Rus ordusunun Almanya’nın işgali sırasında işlediği tecavüz suçuna değinirken, “onurlu” Alman askerinin, kendisine verilen emirler doğrultusunda insanları katlettiğini kabul etmekle birlikte, tecavüz eylemlerinde bulunmadığını iddia eder. Bu iddia gülünçtür, çünkü Rus ordusunun tecavüzlerle birlikte anılmasının nedeni; işlenen bu suça ek olarak, işgal edilen Alman topraklarının büyüklüğü düşünüldüğünde çok nadir olarak değerlendirilebilecek bazı istisnalar dışında, Rus askerlerinin Almanların toplu olarak katledilmesi gibi başka eylemlerde bulunmamış olmasıdır.
Başka bir deyişle, Kızıl Ordu yağma ve tecavüz dışında toplu katliamlarda bulunmadığı için, günümüzde bu iki suçla beraber anılmaktadır. Alman askerlerinin yaptığı kıyımlar ise o kadar büyük boyuttaydı ki, tecavüz gibi diğer suçlarının üzerinde durulmadı, bunlar zamanla unutuldu ve şimdi Alman askerlerinin kimseye tecavüz etmediği alternatif bir 2. Dünya Savaşı tarihi yazılmaya çalışılıyor.
Oysa, Alman savaş suçlarının yargılandığı Nürnberg Mahkemesi kayıtlarına bakıldığında, Almanlar tarafından işgal edilen tüm köy ve şehirlerde sayısız kadının tecavüze uğradığı, bunların büyük bölümünün tecavüzlerden sonra göğüslerinin kesilmesi örneğinde olduğu gibi çeşitli türden ağır işkenceler altında öldürüldüğü, pek çok yerde Alman subaylarına yönelik, içine yüzlerce kadının doldurulduğu genelevler kurulduğu vb. suçlara dair kanıtlar görülür. Alman ordusunun nihai amacı, kendisinden daha aşağı ırklar olarak gördüğü Yahudi ve Slav ırklarını dünya üzerinden kaldırmak olduğu için, bu tecavüzler sonunda kurbanlar öldürülüyordu. Sonuç olarak, Almanların tecavüz ettiği Rus kadınlarının sayısının belirlenmesi kolay değildir; hem tecavüzün cinayetin yanında ikinci derecede bir suç olmasından ötürü hem de organları parçalanarak ya da yakılarak öldürülmüş bir kadının, bu vahşetin yanında ayrıca bir de tecavüze uğrayıp uğramadığının tespitinin zorluğu nedeniyle…
Alman askerleri tarafından tecavüze uğrayan Sovyet kadınlarının sayısını on milyona kadar çıkaran tahminler olsa da, bunun abartılı bir rakam olduğunu söylemek mümkündür.
Şimdi de Rus tarafına eğilelim…
Prusya Geceleri
Rus ordusu Almanya’ya doğru iki aşamada ilerliyordu. Öndeki disiplinli, esas ordu bir bölgeyi ele geçiriyor, sonra ardından gelen, Asya’nın steplerinden, Sibirya’dan, Moğolistan sınırından toplanmış askerlerden kurulu düzensiz birlikler o bölgede güvenliği sağlıyordu.
İlk ordunun üyeleri belirli bir profesyonellik içinde hareket ediyorlar, askeri kurallara uygun davranıyorlardı. Stalingrad’da çarpışmış askerlerin de aralarında yer aldığı ön saftakiler, düşmanı yenerek SSCB’ye şan ve şeref kazandırma peşindeydiler.
Orta Asya’dan gelenler ise, işgal edilen yerlerde girdikleri evlerdeki pek çok eşyayı ilk kez görüyor ve böyle bir zenginlik içinde yaşayan Almanların kendi ülkelerini bırakıp yokluk içindeki Asya’yı istila etmeye kalkmasına, oradaki insanları öldürmesine daha da öfkeleniyorlardı. Ayrıca bu ikinci grup, düşman toprağına ilk ayak basanlar olmanın gururundan da mahrum olduğu için, intikam hisleri daha da kamçılanıyordu. Bu ikinci grubun içindekiler, daha sonra eve göndermek için[3] yanlarına alabildikleri her şeyi alıyor, kadın kıyafetlerini bile üst üste giyiyor, götüremedikleri eşyaları ise yakıp parçalıyorlardı. Tecavüzcüler de genelde bu gruptan çıkıyordu. Bununla beraber, ilk ordunun içinde de hatırı sayılır yağmacı ve tecavüzcü bulunduğunu belirtmek gerekir.
Bu tecavüzlerin nedenini yalnızca düşmandan intikam alma arzusuna bağlamak doğru olmaz. Pek çok olayda, Kızıl Ordu tarafından Alman esaretinden kurtarılan Rus, Ukraynalı, Polonyalı kadınlar ve kızlar da tecavüzden kurtulamamışlardı. Bu kurbanların başlarına gelenlere inanamamaları çok doğaldı; yıllardır bekledikleri ordu şimdi ırzlarına geçiyordu. Alman kamplarından kurtarılanların durumu daha da kötüydü, sanki keyiften Alman askerleriyle birlikte olmuşlar gibi suçlanıyorlardı.
Tecavüzler genelde pek çok askerin katılımıyla yapılıyordu. Bir olayda, yeni doğum yapmış bir Rus kızı tecavüze uğrarken, akrabaları gelip askerlerden ara vermelerini istemek zorunda kalmışlardı. Çünkü açlıktan ağlayan bebeğini bir türlü susturamıyorlar ve bebeğin emzirilmesi gerekiyordu.
Rus askerlerinin pek çoğunun tecavüzü bir suç değil, bir hak olarak gördüğünü de eklemeliyiz. Örneğin tecavüze uğradığı için utanan Alman kadınları, kendilerini bu utançtan kurtarması için Rus askerlerine yalvardıklarında, Ruslar hakarete uğramış gibi hissediyorlardı: “Rus askeri kadınlara ateş etmez. Bunu yalnızca Almanlar yapar.”
Nobel ödüllü Rus yazar Aleksandr Soljenitsin, Almanya’ya ilerleyen Kızıl Ordu’nun içindeydi. “Prusya Geceleri” isimli şiir kitabında bu dönemde işlenen suçları şöyle anlatır:
“Küçük kız yatakta. Ölü.
Kaç kişi geçmiş üstünden,
Bir müfreze, belki bir bölük?
Bir kız bir kadına dönmüş,
Bir kadın bir cesede
Bunların hepsi basit cümlelere indirgenmiş:
Unutma! Bağışlama!
Kana kan! Dişe diş!”
Peki bütün bu olanlar karşısında subaylar ne yapıyorlardı?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, askerleri kontrol altında tutmak pek kolay değildi. Hayatlarında hiçbir kadınla birlikte olmamış, Orta Asya’dan gelen genç askerler birine tecavüz edebilmek için bol miktarda içkiye ihtiyaç duyuyorlardı. Dolayısıyla iyice sarhoş olduklarından, üstlerinin emirlerine aldırmayacak bir haldeydiler. Kendilerini dinlemeyen erlerini vurup öldüren subaylara dair pek çok olay raporlanmış olsa da, elinde otomatik silah olan sarhoş bir er grubunun karşısına çıkıp onları askeri mahkemeye vermekle tehdit etmek subayların pek tercih ettiği bir şey değildi. Ayrıca subaylar da bu yağma ve tecavüzlere katılıyordu. Pek çok örnekte ise, peş peşe tecavüze uğramak yerine, Alman kadınları bir Rus subayının metresi olmayı tercih ettiler. Çünkü böyle olduğunda diğer askerlerin saldırılarından kurtuluyorlardı.
Rus subayları, emirleri altındaki askerlerin yaptıklarına ilişkin kendilerine getirilen şikayetlerle pek ilgilenmediler. Bu tür şikayetler şöyle yanıtlarla karşılanıyordu: “Almanlar Rusya’da bundan daha kötüsünü yaptılar.” ya da “Bu kadar büyütmeye gerek yok, askerlerimizin hepsi sağlıklıdır.”
Zaten Stalin de, Berlin’e ilerlediği sürece Kızıl Ordu askerlerinin yaptıklarıyla ilgilenmiyordu. Yugoslav komünist politikacı Milovan Dilas, Stalin’e, Kızıl Ordu askerlerinin ettiği tecavüzleri sorduğunda şu yanıtı almıştı: “Sen de bir yazarsın Dilas, Dostoyevski’yi kim bilir kaç kez okumuşsundur. İnsan ruhunun ne kadar karmaşık olduğunu bilmiyormuş gibi konuşma. Stalingrad’dan Belgrad’a kadar dövüşe dövüşe gelmiş bir askeri düşün, binlerce kilometre boyunca kendi ülkesinin yıkıldığını, yoldaşlarının, akrabalarının öldürüldüğünü görmüş. Böyle bir adamın normal davranması mümkün mü? Bu kadar korkunçluktan sonra, bir kadınla biraz eğlenmesinde kötü olan nedir?”
Dostoyevski’nin bu konuşmayı duymadığına seviniyorum.
Rus ordusu tarafından tecavüze uğrayan Alman kadın ve kızlarının sayısının iki milyon civarında olduğu sanılmaktadır.
Berlin Alman kalacak
Berlin’in simgesi konumundaki parlamento binası Reichstag, tüm Rus askerlerinin hedefiydi. Artık savaşın son günlerini yaşadıklarının bilincinde olan Rus askerleri, bir yandan buraya kadar sağ kalmayı başardıktan sonra son anda ölmekten korkuyor, diğer yandan Berlin kahramanı olarak eve dönmenin onlara SSCB’de sağlayacağı prestijin hayalini kuruyorlardı. Askerlerin içinde bulundukları ruh halini görmek için Vladimir Borisoviç Pereverzev adındaki bir askerin eve yazdığı mektuba göz atalım:
“Cepheden selamlar. Merhaba, en sevdiklerim. Şu ana kadar canlı ve sağlıklıyım, sadece sürekli, hafif sarhoşum. Ama bu, cesaretimizi korumamız için gerekli. Bir parça konyağın zararı olmaz. Tabii, içmeyi bilmeyenleri kendimiz cezalandırıyoruz. Artık şehrin merkezindeki halkayı sıkılaştırıyoruz. Reichstag’dan yalnızca beş yüz metre uzaktayım. Çoktan Spree Nehri’ni geçtik ve birkaç gün içinde bütün Fritzler, Hanslar temizlenecek. Hala duvarlara “Berlin Alman Kalacak” diye yazıyorlar ama biz de diyoruz ki, “Bütün Almanların işi bitik”. Bizim dediğimiz gibi olacak.
Size fotoğrafımı göndermek istedim ama bunu bastırma şansımız olmadı. Çok yazık, çünkü çok ilginç bir fotoğraf olacaktı: Omzumda yarı otomatik tüfek, kemerimde bir mavzer, yanlarımda el bombaları. Almanları vurmak için pek çok şeyimiz var. Özetle, yarın Reichstag’da olacağız. Size buradan bir şeyler gönderemiyorum. Bunun için zaman yok. Bizim gibi ön cephede olanların yapacak başka işleri var. Mutfak tavanının bir parçasının çöktüğünü yazıyorsunuz ama bu hiçbir şey değil! Üzerimize altı katlı bir bina çöktü ve bizim çocukları içinden kazıp çıkarmak zorunda kaldık. İşte böyle yaşıyoruz ve Almanları böyle yeniyoruz. Kısaca benden haberler bunlar.”
Pereverzev bu mektubu bitirdikten kısa süre sonra kötü şekilde yaralandı ve zaferin ilan edildiği gün öldü.
Olmaz ilaç sine-i sad pareme
Çare bulunmaz bilirim yareme (dinle)
Hitler’in, 28 Nisan’da öldürülen İtalyan diktatörü Mussolini’nin cesedine yapılanları öğrenip öğrenmediğini bilmiyoruz. Ama öğrenmişse bile, bu bilgi, düşmanlarının eline değil canlı, ölü bile geçmemesi gerektiği yönündeki mevcut kararını güçlendirmekten başka bir rol oynamazdı.
Yıllardır kendisine metreslik yapan Eva Braun ile 29 Nisan 1945’te evlendi. Ertesi gün Eva Braun bir siyanür kapsülü içerek, Hitler de tabancayla intihar etti. İsteği üzerine sığınağın bahçesinde, kendisinin ve metresinin cesetleri benzinle yakıldı.
Hitler öldükten sonra, sığınaktakilerin üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Pek çoğu kendilerini içkiye verdi. Martin Bormann, Amiral Dönitz’e haber göndererek, Hitler’in yerine Dönitz’in atandığını bildirdi.
Reichstag’ın fethi
Sovyet liderler, bir ölçüde, 1933 yılındaki Reichstag yangını ve sonrasında komünistlerin yargılanması nedeniyle, Berlin’in sembolü olarak Şansölyelik Binası’nı ya da Brandenburg Kapısı’nı değil Reichstag’ı seçmişlerdi. Daha Oder Nehri kıyısındayken, çeşitli Sovyet birliklerine, “Alman Kremlini”ni ele geçirdikleri zaman kullanmak üzere özel bayraklar tahsis edilmişti.
Ruslar Reichstag’ın içine girdiklerinde bile, fanatik Almanlar teslim olmayıp savaşmaya devam ediyorlardı. Sonunda Ruslar 30 Nisan gecesi Reichstag’a bayraklarını dikmeyi başardılar ancak karanlıkta fotoğraf çekemediler. Ertesi gün Almanlar bayrağı indirdi ve çatışma devam etti. 2 Mayıs’ta Ruslar, bu sefer kesin olarak, kontrolü ele geçirdiler ve aşağıdaki ünlü fotoğraf çekildi.
Fotoğraf çekilip bir Rus dergisinde yayınlandıktan sonra, bayrağı asan askere yardım eden Dağıstanlı Abdülhakim Ismailov’un iki kolunda da saat olduğu fark edildi. Bu durum, Kızıl Ordu’nun yağmacı karakterini net biçimde ortaya koyuyordu. Bunun üzerine, sağ koldaki saat silindi ve fotoğrafı daha dramatik hale getirmek için arkaya duman eklendi.
Nasyonal Sosyalizm’in olmadığı bir dünya yaşamaya değmez
Hitler’in Propaganda Bakanı Joseph Goebbels son anına kadar sahibinin yanında kalmıştı. Kendisi ve eşi Magda, Adolf Hitler’e ve Nazizm’e fanatizm ölçüsünde bağlılardı. Altı çocuklarının da ilk isimleri, Hitler’e atfen “H” ile başlıyordu: Helga Susanne, Helmut Christian, Hedwig Johanna, Heidrun Elisabeth, Hildegard Traudel, Holdine Kathrin. Çocukların yaşları beş ila on iki arasında değişiyordu.
Magda ilk evliliğinden olan oğluna şöyle yazmıştı: “Nasyonal Sosyalizm’in olmadığı bir dünya yaşamaya değmez.” Şimdi kendisi ve ailesi için bunu uygulama zamanı gelmişti.
Hitler’in intihar ettiği günün akşamında, Magda bir SS dişçiyle birlikte çocukların odalarına geldiğinde, çocuklar henüz uykuya dalmamışlardı. Onlara korkacak bir şey olmadığını, doktorun kendilerine aşı yapacağını söyleyip odadan çıktı, dişçi de çocuklara morfin iğnesi yaptı. Magda gece yarısı, bu sefer Hitler’in kişisel doktoruyla birlikte odaya geldi ve çocuklarının ağzına siyanür kapsülü koyup hepsini öldürdü. Rusların sığınağı ele geçirmelerinden sonra yapılan otopside, on iki yaşındaki en büyük çocuk Helga’nın yüzünde ağır morluklar olduğu görüldü: Morfinin tam olarak işini görmemiş ve başına gelecekleri anlayan Helga’nın ağzını açmamak için annesine ve doktora direnmiş olması muhtemeldir.
Magda kocasının yanına gelip “çocukların işinin tamam” olduğunu söyledi. Beraber bahçeye çıktılar ve onlar da hem zehir içip hem de tabancayla intihar ettiler. Cesetleri Hitler ve metresi gibi yakıldı.
Tarihler 1 Mayıs 1945’i gösteriyordu.
Hitler’in cesedinin peşinde
O gece 21:30’da Hamburg radyosu Bruckner’in 7. Senfonisi’ni ve Wagner’in eserlerini çaldı. Sonra Amiral Dönitz dinleyicilerine seslenerek, Hitler’in o gün öğleden sonra birliklerinin başında Almanya için Bolşevizm’e karşı dövüşürken öldürüldüğü yalanını söyledi. Elektrik kesintileri yüzünden Berlin’de bu konuşmayı çok az kişi duyabilmişti.
2 Mayıs’ta Ruslar Hitler’in sığınağını ele geçirdiler. Gizli Servis’in başındaki Beriya’nın ajanları ellerindeki emirlere dayanarak Kızıl Ordu askerlerini bertaraf ettiler ve sığınağa girdiler. Toprak kazılıp Hitler’in cesedi, ya da cesedinden kalanlar, çıkartıldı. Hitler’in çene kemikleri kırmızı bir kutuya konuldu.
Ancak Stalin’den gelen emirlerde hiç kimsenin ağzını açmaması emrediliyordu. Amaç Hitler’in cesedinin bulunamadığı yalanını dünyaya söyleyerek, Amerikalıları ve İngilizleri, Hitler’i sakladıkları yönünde töhmet altında bırakmaktı. Hemen rivayetler dolaşmaya başladı: Hitler gizlice kaçırılmış, Amerikan işgali altındaki Bavyera’da gizleniyordu.
Stalin’in Kremlin’de ABD Başkanı’nın temsilcisi Harry Hopkins’e Hitler’in yaşadığına emin olduğunu söylemesi üzerine, bu söylem kısa süre içinde SSCB’nin resmi görüşü haline geldi. Jukov’un adamlarının 6 Haziran’da Eisenhower’ın ekibine Hitler’in cesedinin topraktan çıkartıldığını ve bilimsel olarak teşhis edildiğini belirtmelerine karşın, Jukov bundan üç gün sonra kamuoyu önünde, Hitler’in cesedinin bulunamadığını ifade etmek zorunda kaldı.
Böylece, yıllarca devam edecek olan, Hitler’in kaçırıldığı ve bir yerlerde gizlendiği efsanesinin temelleri atılmış oluyordu.
Kayıtsız şartsız teslimiyet
Almanya’nın teslim olmasının an meselesi olduğu bu günlerde bazı Alman generalleri hala Amerikalı ve İngilizlerle, Ruslardan ayrı, kısmi bir barış anlaşması imzalamanın peşindeydiler. İngiliz kuvvetlerinin başındaki Mareşal Montgomery’e gidip barış dileğinde bulunmuş ve eklemişlerdi: “Ruslar vahşi”.
Montgomery’nin Alman generallerine yanıtı ise, Almanya’nın tüm savaş boyunca yaptığı en büyük hatayı ortaya koyuyordu: “Bunu 1941 Haziran’ında düşünmeniz gerekirdi.”
Sonuçta, 7 Mayıs tarihinde Amiral Dönitz adına General Jodl, Eisenhower’ın Rheims’teki karargahında bir teslim anlaşması imzaladı.
Bunu duyan Stalin küplere bindi. Almanların başka bir yerde başka birine değil, Berlin’de Ruslara teslim olmalarını istiyordu.
Ama gazeteler haberi duymuş ve tüm dünyaya yaymaya başlamışlardı bile… Bunun üzerine her yerde kutlamalar organize edildi. Berlin’deki Rus ajanları, bu zafer haberi üzerine çılgınca içerek sarhoş olabilmek amacıyla, içinde Hitler’in çenesinin bulunduğu kutuyu bir kadın çevirmene verdiler ve kendisine gerekli hatırlatmayı yapmayı da unutmadılar: “Eğer bu kutu kaybolursa, sen de başını kaybedersin.” Böylece çevirmen Elena Rzhevskaya, bütün gece boyunca çevresindekilere bir eliyle içki doldurdu.
Diğer elindeki kırmızı kutuyu bir an olsun bırakmamaya özen göstererek…
8 Mayıs’ı 9 Mayıs’a bağlayan gece Mareşal Keitel, Jukov başkanlığındaki Rus delegasyonu önünde Almanya’nın teslimiyetini imzaladı. Saat farkı nedeniyle, 2. Dünya Savaşı’nın bitişi batılı ülkelerde 8 Mayıs’ta, Rusya’da ise 9 Mayıs’ta kutlanır.
Almanya için 2. Dünya Savaşı sona ermişti.
Savaş sonrası Berlin
Almanya’nın teslim anlaşmasını imzalamasına tanıklık eden İngiliz Hava Kuvvetleri generallerinden, birkaç ay sonra İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanı olarak atanacak, Arthur Tedder şöyle söylemişti: “Eğer savaşın ne olduğunu bilmek isterseniz, Berlin’e gelin.”
Teslim anlaşması sonrasında Berlin’dekilerin ruh hali karışıktı. Rus askerlerinin yağma ve tecavüzleri tüm hızıyla devam ediyordu ancak eskisi gibi genç yaşlı demeden herkese tecavüz etmiyorlar, daha seçici davranıyorlardı. Açlık nedeniyle iyice zayıflamış kadınlar yerine daha balık etli olanlar Rus askerlerinin tercihiydi. Mayıs 1945’te Berlin’de balık etli olmak genellikle, savaşın kısıtlamalarından etkilenmeyen Nazi bürokratları gibi ayrıcalıklı pozisyonlarda bulunanların eşlerinde ve kızlarında rastlanan bir özellik olduğundan, Berlinlilerin büyük bölümü, bu kadınların başlarına gelenleri belirli bir keyif duygusuyla izliyordu. Bu durumu Almanca bir kelime olan “schadenfreude” ile tanımlayabiliriz. Bu kelime, “başkalarının başına gelen felaketlerden zevk almak” anlamına gelir.
Diğer yandan Rus askerleri, Nazi yöneticilerin propagandasında gösterdikleri gibi çıkmamışlardı. Almanların Rusya’da yaptıkları gibi, önüne geleni sistemli biçimde öldürmüyor ya da insanları açlığa terk etmiyorlardı. Tam tersine, halkın olabildiğince iyi beslenmesi için ellerinden geleni yapmaları, şehri tekrar yaşanabilir bir hale getirmek için uğraşmaları, Berlinlileri hem şaşırtmış hem de halkın önemli bölümünün Kızıl Ordu’ya minnet duymasına neden olmuştu.
Zafer kutlaması
Almanya’ya karşı kazanılan zaferin kutlaması için 24 Haziran 1945’te Moskova’da bir resmi geçit düzenlendi. Eski zamanların muzaffer Romalı komutanları gibi, Stalin’in bu geçit sırasında görkemli bir ata binmesi bekleniyordu. Ancak Stalin’in bindiği Arap aygırı, binicisini sırtından atıp Stalin’i omzundan ve başından yaralayınca[4], eski bir süvari olan Jukov’un geçidi yönetmesine karar verildi.
Resmi geçidin doruk anı ise, iki yüz Rus askerinin tek tek gelip Lenin mozolesinin üzerindeki Stalin’in önüne, eski düşmanının bayraklarını bırakmasıydı.
2. Dünya Savaşı’nın en ünlü köpeği olan Dilbars da bu törene katıldı. Yaklaşık yedi bin beş yüz mayının yerini tespit etmiş ve bu başarısından ötürü, savaş boyunca madalya almaya hak kazanan tek köpek olan Dilbars, savaşın sonunda yaralandığı için yürüyemiyordu. Stalin’in emriyle, bir binbaşı, Dilbars’ı Kızılmeydan boyunca kucağında taşıdı.
Stalin’in askeri üniformasına sarılı bir halde…
Kızıl Meydan’ın girişindeki heykel
Halkın Jukov’a sevgisi inanılmazdı; Stalin’in bu sevgiden endişe duyup Jukov’un kendisi için bir tehdit olabileceğini düşünmesi ise hiç de inanılmaz değildi. 1946’da düzmece bir davayla suçlanan Jukov gözlerden uzak bir hayat yaşamaya mahkum edildi. 1947’den itibaren her gün tutuklanmayı beklediğinden, içinde çamaşırlarının olduğu bir çanta bile hazırlamıştı.
Ardından, Jukov’un tarihten silinmesi süreci geldi. Yukarıda söz ettiğimiz zafer geçidinin resimlerinden çıkartıldı. Moskova Muharebesi’ne ilişkin 1948 tarihli bir belgeselde Jukov’dan hiç bahsedilmiyordu, Stalin’le generallerini Stalingrad karşı saldırısını planlarken görülen 1949 tarihli resimde ise Jukov’dan iz yoktu.[5]
Yine de bu durum, Stalin hala hayattayken, 2. Dünya Savaşı’nın komutanlarından Vasilevski’nin Silahlı Kuvvetler Bakanı olarak atanmasıyla bir ölçüde değişti. Jukov basında yavaş yavaş yer almaya başladı.
Stalin ölüp yerine Kruşçev geldiğinde, kısa bir süreliğine yıldızı parlar gibi oldu. Ancak bu sefer Kruşçev’in onu kendisi için bir tehdit olarak görmesiyle tekrar yurt içi sürgüne gönderildi.
Nihayet 9 Mayıs 1965’te, zaferin yirminci yılında, Kruşçev’in yerine geçmiş olan Brejnev’in Kremlin’de verdiği şölene davet edildi. Brejnev salona girdiğinde, tüm davetliler ayağa kalktılar, ancak esas fırtına Jukov kapıda göründüğü zaman koptu. Bütün bakanlar, askerler, elçiler “Jukov! Jukov!” tezahüratlarıyla salonu inletirken, bir yandan da masaya vuruyorlardı.
1974’te ölmeden önceki son yıllarında, hak ettiği değeri nihayet bulmanın ve Leningrad’ın, Moskova’nın, Stalingrad’ın kurtarıcısı, Berlin’in fatihi olarak meslektaşlarına üstünlük sağlamanın verdiği gurur, bir anketteki yanıtından okunabiliyordu. “Arkadaşlarınız arasında imrendiğiniz kimse var mı?” sorusunu şöyle cevaplamıştı:
“Evet! Mareşal Budyonni’ye hep imrenmişimdir. Çok güzel akordeon çalar.”
Zaferin ellinci yılı olan 1995’te, Moskova’da Kızıl Meydan’ın girişine konulan heykelde Jukov, bir zamanlar resimlerinden çıkartıldığı zafer geçidindeki Arap atıyla görülür.
Münkir münafığın soyu, yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu, dökenin de … (dinle)
Rus yönetimi, Hitler’in cesedinin Mayıs 1945’te Berlin’de bulunduğu sırrını yıllar boyunca dünyadan gizlemişti.
Nihayet 1970’te, cesetten kalanların yok edilmesi kararlaştırıldı. Tam bir gizlilik içinde arşivler açıldı, Hitler’in kafatası ve çenesi Rus Gizli Servisi’ne verildi. Doğu Almanya’nın Magdeburg şehrinde bir resmi geçit alanının altına gömülen vücudun kalan parçaları ise bir gece kazılarak topraktan çıkartıldı ve yakıldı.
Küller şehrin kanalizasyonuna (ya da yakındaki bir nehre) atıldı.
Bu kemiklerin Hitler’e ait olmadıklarını savunan tarihçiler varsa da, Hitler’in 1945 Nisan’ında Berlin’de intihar ettiği kesindir.
Edebiyatla bitirelim
1941’de Hitler’in Rusya’yı istilası kararından söz ederken, İlya Ehrenburg’un “Fırtına” adlı romanından alıntı yapmıştık. Şimdi, savaşın sonuna geldiğimiz bu satırlarda, tekrar aynı kitaba dönüp Berlin’e ilerleyen bir Rus’un görüşlerine göz atalım: “O kadar çok adam öldürüldü ya da sakat bırakıldı ki, insanın kafası bu sayıyı alacak gibi değil. Kadınlar çocuklarını dokuz ay taşıyor, doğuruyor, büyütüyorlardı. Derken herifler kendilerini insan üstü yaratıklar sandılar… Belki yeni doğmuş bir Puşkin’i öldürdüler, “V” füzeleriyle beşikteki bir Newton’u ortadan kaldırdılar, Majdanek’te küçük bir Marks’ı yaktılar? Adaletin sözünü etmek gereksiz; bu tür davranışlara karşı verilecek bir ceza var mı? Kabusun sonu geliyor. Yazın muhakkak teslim olacaklar. O zaman anamın sözlerini tekrarlamalı: “Rüzgar, yine gerisin geri, kendi topraklarına dönüyor”. Hayır, bunun anlamı başka… İki ayrı Dünya çatıştı: Akıl ve kör inanç, kardeşlik düşüncesiyle hayvanlık- saf ırk inancı (hastane baş hekimi olacak sersem bile bunun gerçekleştiğini sanıyordu), onların toplumuyla bizimki. Harika mikroskopları, not defteri diye kullanılabilecek nefis tuvalet kağıtları ve daha bir sürü şeyleri olduğunu da ekleyelim. Onlarda her şey zeka ürünü, yalnız insanlar hayvan. Alman olduklarından değil, beyinleri yıkandığından. Ve herkese savaş açtılar.”
20. yüzyıl Çek edebiyatının en önemli yazarlarından Bohumil Hrabal’in ünlü kara mizah kitabı “Sıkı Kontrol Edilen Trenler”in kahramanı, 2. Dünya Savaşı’nın son döneminde bir Alman’la karşı karşıya gelir. Alman’ı öldürür ancak kendisi de ölümcül derecede yaralanır. Ölürken Alman’ın kulağına söylediği söz, aslında Hitler’i desteklemiş tüm Almanlara yönelik olarak okunabilir:
“Evinizde oturup kalsaydınız ya, kıçınızın üstünde”…
Yazı dizimizin son bölümünde, Hitler-Stalin arasındaki bilek güreşinin panoramasını çiziyor ve insanlık tarihi içindeki yerini değerlendiriyoruz. Ayrıca bu bölümde yer alan link aracılığıyla, film önerilerine ve yazı dizisinin hazırlanmasında kullanılan kaynaklara ulaşabilirsiniz.
[1] Hava saldırısından korunma odası.
[2] Hızla Rusça öğrenin!
[3] Her bir Rus askerinin beş kilograma kadar yağmaladığı eşyayı eve gönderme hakkı vardı.
[4] Aygırın, Stalin’i sırtından attığı anekdotunu anlatan, kendisiyle iyi geçinemeyen oğlu Vasili’dir. Aynı zamanda alkol sorunları olan Vasili’nin bu sözlerini belirli bir şüpheyle karşılamak gerekir, çünkü Stalin’in at binmeyi bildiğine ilişkin kanıt yoktur.
[5] İngiliz tarihçi Geoffrey Roberts, Jukov’un bu yıllarda, Napolyon’a karşı Waterloo Savaşı’nı kazanan Wellington Dükü gibi hissetmiş olabileceğini belirtir. Wellington Dükü, bu savaştan yıllar sonra, kimi tarihçilerin Waterloo üzerine yazdıklarını okuduğu zaman, “Bu savaşta ben yok muydum acaba?” diye şaşırdığını söylemişti.
Bu yazıda yer alan bilgilerin çoğaltılması, başka bir lisana çevrilmesi, saklanması veya işleme tutulması da dahil, yazarın önceden yazılı iznine tabidir. Bu sebeple işbu yazıda yer alan bilgiler kısmen ya da tamamen yazarın yazılı izni olmadan hiçbir şekilde, çoğaltılamaz, yayınlanamaz, kopyalanamaz, sunulamaz ve aktarılamaz. Yazının bütünü veya bir kısmı diğer bir Web sitesinde izinsiz olarak kullanılamaz.
44
“10. Bölüm: Tanrıların Alacakaranlığı” için 17 yanıt
Rus Ordusu’nun Berlin’e ilerlerken Alman kadınlara tecavüz etmesi ve metindeki yazarın ifadesiyle ‘bir müfreze ,hatta tabur’…. Keza Almanların daha beterini yapması.Tabii Müttefik Askerlerin muamelesi nasıl oldu bilmiyorum ama çok da farklı olduğunu sanmıyorum .İbn-i Haldun’un bir sözü var diyor ki:Su nasıl suya benzerse, bir milletin geleceğide geçmişine öyle benzer.Böyle ifade etmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama, taa Haçlı Ordularına kadar giden bir geçmişi var
Batılı müttefiklerin durumu Ruslara göre çok daha iyi olmakla birlikte, onlar da ciddi ölçüde benzer savaş suçları işlemişlerdir.
Bir milletin geleceğinin geçmişine benzemesinden ziyade insan ırkının geleceğinin geçmişine benzediğini söyleyebiliriz. Haçlı ordularının katliam ve tecavüzlerinin benzerleri diğer dinlerde de görülür.
Resmi tarih yazımında ne yazık ki ideolojik saikler etkili oluyor.Bizde de Kurtuluş Savaşı mücadelemizde etkin rol alan Fevzi Paşa,Karabekir Paşa, Sakallı Nurettin Paşalardan yeterince bahsedilmemektedir.Örneğin İzmir de Hükümet Konağına Türk bayrağını çeken Yüz.Şerafeddin’i çoğu gencimiz bilmez
Elbette… Bu duruma “Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” yazı dizisinin önsöz’ünde değinmeye çalışmıştım. “Gerçek” ve “tarih” iki farklı şeydir.
Keyifle okudum. Emeğinize sağlık. Jukov hakkındaki gerçekler beni şaşırttı. Ancak stalinin kişiliği yaptıklarıyla örtüşüyor.
Çok teşekkürler Atilla Bey, beğenmenize sevindim:)
Yine aynı şeyi yazıyorum, betimlemeleriniz ve konuyu özetlemeniz çok güzel, yazınızda güzel olan yanlardan biri de yazınızı atlamalar yaparak güzel söz ve alıntılar ile süslemeniz.
Aşağıdaki paragrafta belirtilen durum biraz daha ağır olmuş gibi.
“Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, askerleri kontrol altında tutmak pek kolay değildi. Hayatlarında hiçbir kadınla birlikte olmamış, Orta Asya’dan gelen genç askerler birine tecavüz edebilmek için……..”
Hiç bir millet ve insan böyle şeyleri yaşamamalı.
Çok teşekkür ederim, beğenmenize sevindim.
Sözlerinize katılmamak mümkün değil, yazımdan Kızıl Ordu’nun yaptıklarını normal karşılıyormuşum gibi bir anlam çıkarsa üzülürüm. Elbette işlenen savaş suçlarını savunmanın olanağı yok. Nitekim Soljenitsin’in şiirini de bu nedenle ekledim.
Yok yazınızdan öyle bir anlam çıkmıyor. Tam tersine çok iyi bilgi toplamışsınız. Özellikle Kızılordu’ya katılan Türk kökenliler ile Kafkas ve Asyalılar kültürel yapıları gereği evlenene kadar bir cinsel deneyim kazanmamış erkeklerdi. Zaten bu milletlerden gelen askerlerin çoğu kırsal alandan gelen, hayatlarında bir Rus’u ilk defa askere alındıklarında gören genç ve orta yaş erkeklerdi.
2000 li yıllarda bile kırsal alanda yaşayan bir çok Azeri ve Orta Asyalı 3 – 5 kelime dışında Rusça bilmiyorlardı.
Şöyle bir ortamı düşünebiliyormusunuz. 5 – 6 Türkmen, Özbek veya Kazak kendi dillerinde birşey anlatıyor, olayı çözmeye çalışan Rus çalışanlar bunlara bakıp kızarken (Baran diyerek) biz de onların basit ve yalın Türkçelerini anlayıp Ruslara Tercüme ediyoruz.
90 ların başında bir çok kolhoz, aul vs de durum böyleydi.
90 lı yıllar ve 2000 li yılların başında oralarda devamlı yaşadığım için bu savaşlara katılan, idarede olan yada olanların oğulları ile görüşme imkanı buldum.
Tespitleriniz çok yerinde ve doğru.
Berk Bey,
Emeginize ve bilginize saglik.Cok bilgilendim inanin 2. dunya savasinin hic bilmedigim yonlerini ve detaylarini bu akici ve etkileyici yazi diziniz sayesinde ogrendim.Tesekkur ederim
Yazı dizisinin hoşunuza gitmesine çok sevindim Yücel Bey, umarım bundan sonraki yazılar da ilginizi çeker:)
En büyük hobilerimden birisi 2. Dünya Savaşı tarihi ile ilgilenmek. Ve sizin gibi bilgili bir insanı tanıdığım için çok mutluyum. Emeğinize Sağlık
Çok teşekkürler, çok naziksiniz:)
Böyle bir savaşı anlatılabilecek en ayrıntılı özetlerle okuyanların hafızalarında çok rahat kalacak şekilde, o kadar iyi anlatabilmiş olmanıza hayran kaldım. Teşekkürler. Ancak müttefikler ve Almanlar arasinda savas suçlari konusunda adalet dağıtmanın gereksiz olduğunu düşünenlerdenim. Suçun niceligine değil niteliğine bakinca, canavar da canavarcik da ayni kefededir.
Çok teşekkürler:)
Büyük bir keyifle okudum. Tarihi adeta yaşatıyorsunuz. Birde 2.dünya savaşının hemen bitiminde, yaşanan olayları bir yazı dizisi yapabilirseniz çok memnun olurum.
Çok teşekkürler Ozan Bey… 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşananlar için “Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” yazı dizisinin “Yerini Bulmayan Adalet” isimli bölümüne bakabilirsiniz.