Kategoriler
Tarihin En Büyük Bilek Güreşi: Hitler-Stalin

8. Bölüm: Kızıl Fırtına

“Çünkü ölümsüz tanrıların adeti idi. Cinayetleri için cezalandırmak istedikleri kimselere, talihin ani değişmesiyle onları daha fazla kederlendirmek için, geçici bir mutluluk bahşederler.”

Julius Sezar, Galya Savaşı

Yazı dizimizin sekizinci bölümünde, Kızıl Ordu’nun dur durak bilmeden ilerleyişi ile birlikte yaşananlara göz atıyoruz.

Einstein’ın deliliğe ilişkin tanımı:

Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek[1]

1944 Ocak’ı geldiğinde, müttefiklerin Avrupa’ya çıkarma yapacakları belli olmuştu. Alman generalleri; doğuda Rusya’ya karşı güçlü bir savunma hattı oluşturup bunun arkasına geçerek, mümkün olduğunca Alman birliğini Doğu Cephesi’nden batıya, müttefik çıkarmasına karşı Fransa’nın savunulmasına kaydırmayı istiyordu.

Ancak Hitler bu görüşe karşı çıkıyordu. Eğer doğuda bir savunma hattı hazırlanırsa, Alman generallerinin geri çekilmekten başka bir şey düşünmeyeceklerine inanıyordu. Bu nedenle, Ocak ortalarında başlayan ve Şubat’ın ikinci yarısında verilen moladan sonra Mart başında tekrarlanan Rus ilerlemesi karşısında, Alman orduları taktik geri çekilmelerde bulunup toparlanmak yerine her kilometrekareyi umutsuzca savunmaya devam ettikleri için, sonunda teslim ya da yok oluyorlardı. Sonuç Rusların her cephede peş peşe kazandıkları zaferler oldu.

Kuzey’de, yaklaşık iki buçuk yıldır devam eden Leningrad kuşatması 1944 Ocak sonunda kalktı.

Leningrad kuşatması sırasında Rus askerleri Hermitage Müzesi’nin önünde

Merkez’de, Ukrayna-Korsun’da, on binlerce Alman askeri Şubat’ta hayatını kaybetti ya da teslim oldu.

Ruslara teslim olan Alman askerleri, Korsun Kuşatması, Şubat 1944

Güneyde, Nisan ayı geldiğinde Alman orduları iyice batıya sürülmüş, Mayıs ortasına kadar dayanan Sivastopol hariç, Kırım Yarımadası tekrar Rus kontrolüne girmişti.

Almanlar tarafından öldürülen Rus sivilleri, Sivastopol, 1944

Hitler ise nerede hata yaptığını bir türlü göremiyor ve savaşın ilk iki yılında gösterdiği başarıların, son iki yılda neden tersine döndüğünü anlamadığını söylüyordu.

General Guderian’ın yanıtı ise basitti: “Yöntemlerinizi değiştirin.”

Aslında 1944’te Almanya ve düşmanları arasındaki güç farkı o kadar büyüktü ki, Hitler’in farklı yöntemler uygulaması, bilinen sonu yalnızca geciktirir ancak değiştiremezdi.

Ümit yolcusu yorulmaz

Baht izinde koşar gider (dinle)

Tarafsız bir gözle bakıldığında savaşın kaybedildiğinin rahatlıkla anlaşılabileceği 1944 hatta 1945 yılında bile Almanların büyük bölümü canla başla savaşmaya devam ediyordu. Devletin yayın organlarında, “savaşın kaderini değiştirecek mucize silahlardan”, bunların üretilmesinin “an meselesi” olduğundan söz ediliyor, verilen emirlere uyularak savaşa devam edilmesinin, bu silahları geliştirmekle uğraşan bilim insanlarına süre kazandırdığı vurgulanıyordu. Gerçekten, ilk jet savaş uçağı ve atmosferi geçen ilk füze bu dönemde Almanlar tarafından icat edilmişti ama bunlar adet açısından, savaşın sonucunu değiştirmekten çok uzaktı.

Atmosferi aşan ilk füze: V2 (Vergeltungswaffe 2: Ceza/İntikam Silahı 2)

Başarılı bir diğer propaganda örneği de, ABD-Rusya-İngiltere arasındaki ittifakın “doğaya aykırı” olduğu, Almanya’nın komünizme karşı Avrupa’yı korumak için savaştığını ABD ve İngiltere’nin bir gün anlayacakları ve Almanya’yla birleşerek Rusya’ya saldıracaklarıydı. Mucize silahların yapımında olduğu gibi, ABD ve İngiltere’nin Almanya’nın tarafına geçmesi için gereken tek şeyin zaman olduğu iddia ediliyor, bu zamanın Alman halkının emirlere uyarak savaşı sürdürmesi ile kazanılacağı vurgulanıyordu.

Kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin? (dinle)

Bütün bu propaganda çalışmalarına ve Hitler’in eldeki toprak parçalarının son askere kadar savunulması yönündeki kesin emrine karşın, içinde bulundukları durumun umutsuzluğunu gören, giderek artan sayıda cephe komutanı, ordularının tamamen mahvolmasının ya da Rusların eline düşmelerinin önüne geçmek amacıyla geri çekilmeye başladı. Mareşal Manstein’ın Hitler’le bu konuda düştüğü anlaşmazlık, sağ gözündeki katarakt sorunu bahane edilerek kendisinin görevden alınmasına neden oldu. Böylece Alman ordusu, en büyük komutanını kaybetmiş oluyordu.

Rus ordusunun hareket gücünü batılıların kafası bir türlü almamıştır. Ruslar bir ordu gibi değil, önüne çıkan her şeyi kavuran ve ilerlemek için yakacağı kurbanlarından başka bir şeye ihtiyaç duymayan bir orman yangını gibi hareket ediyordu. Batılı askerlerin açlıktan öleceği ya da düşman tarafından sabote edilen yolların tamir edilmesini bekleyeceği durumlarda, Orta Asya’nın acımasız iklim koşullarında ve insanı her çeşit yokluğa alıştıran doğasında büyümüş Ruslar ilerlemeye devam edebiliyorlardı.

Hiçbir şeyin olmadığı Asya steplerinde büyüyen bir askerle…

her şeyin olduğu Almanya’da yetişen bir askerin hayatta kalma becerisi de, hayata bakışı da çok farklıdır.

Bir ordu değil sanki bir kıta, Asya kıtası; stepleri, tundraları, taygalarıyla ayağa kalkmış, kendisinden çok daha küçük bir kıtanın evlerini, bahçelerini, derelerini yutmak için yürüyordu.

Yazımızın başına aldığımız Sezar’ın sözünde olduğu gibi; Hitler’e bahşedilen mutluluk anı geçmiş, kendisinin ve peşinden giden Alman halkının, işledikleri cinayetler için cezalandırılma zamanı gelmişti.[2]

Duvara Karşı

Ruslar doğuda ilerlemelerini sürdürürken, müttefikler de bir yandan İtalya’da ağır ağır kuzeye çıkıyor, diğer yandan Fransa’nın Normandiya kıyılarına yapacakları, tarihin en büyük çıkarması için hazırlanıyorlardı. Bu operasyonun adı “Overlord”du.

Buna karşı Almanlar müttefiklerin nereye çıkarma yapacaklarını tahmin etmeye çalışıyorlardı. Olasılıklar çok fazlaydı: Norveç, Hollanda, Fransa, Portekiz, İspanya, Adriyatik…

Zaman geçip Amerikan kuvvetleri İngiltere’de toplandıkça, çıkarmanın bu ülkeden başlatılacağı anlaşıldı. Olası çıkarma yeri ise Fransa’ydı, ancak tam olarak neresi olduğu bilinmiyordu.

Almanlar, aylardır Atlantik Okyanusu kıyılarına “Atlantik Duvarı” isimli bir duvar örmekle meşguldüler. Bu duvarın inşası Mareşal Rommel’in sorumluluğuna verilmiş, o da, elindeki sınırlı kaynaklarla yapabileceği en iyi işi çıkarmıştı. Göreve atanmasından önceki üç yıl içinde Fransa’nın kuzey kıyılarına döşenen mayın adedi iki milyondan azdı. Çıkarmadan önceki birkaç ayda Rommel bu adedi üç katına çıkarmayı başardı.

Ancak hedeflediği elli milyon mayından hala çok uzaktaydı.

Mareşal Rommel Atlantik Duvarı hazırlıklarını denetliyor, 1943 Aralık

Atlantik Duvarı’ndan bir bölüm

Müttefik zırhlılarının sahile çıkmasını durdurmak için dizilen engeller

Savunma nasıl yapılmalı?

Beklenen çıkarmaya karşı savunmanın nasıl yapılması gerektiğine dair, en iyi Alman komutanlarından ikisi anlaşmazlık içindeydi.

Rommel’e göre müttefik askerlerinin kıyıya ayak basmaları önlenmeliydi. Bu nedenle kendisi, Alman birliklerinin Atlantik Duvarı boyunca yerleştirilmelerini doğru buluyordu. Guderian ise bu görüşe karşı çıkıyor, yeterli sayıda zırhlı aracın kıyının gerisinde tutulmasını, böylelikle düşmanın beklenen noktadan farklı bir noktaya çıkarma yapması halinde, eldeki birliklerin hızla o noktaya ulaşmalarını öneriyordu.

Rommel’in buna yanıtı ise, Guderian’ın Amerikan Hava Kuvvetleri’nin üstünlüğünü bilmediği yönündeydi. Guderian, Almanya açısından işlerin iyi gittiği Polonya ve Fransa seferlerinden sonra Doğu Cephesi’nde savaşmıştı ve Ruslar Almanlara karşı, savaşın ancak belirli anlarında hava üstünlüğüne sahip olmuşlardı. Buna karşılık Rommel, Afrika’da Amerikan uçaklarının ezici gücüne birinci elden şahit olmuştu. Bu nedenle, Guderian’ın önerdiği gibi Alman zırhlılarının kıyıdan uzakta beklemeleri halinde, çıkarma yapan müttefik askerlerinin içerilere doğru ilerlemelerinin önünün alınamayacağını, çünkü müttefik hava kuvvetlerinin Alman zırhlılarının hareketine izin vermeyeceğini iddia ediyordu.

Tekrar söyleyelim; müttefik kuvvetlerinin karada, havada ve denizdeki müthiş güçleri göz önüne alındığında, hangi savunma tarzı seçilirse seçilsin, savaşın sonucunun değişmeyeceğini unutmamak gerekir.

1944 Haziran’ı

Protest müziğin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden Grup Yorum’un ünlü bir şarkısının adı “Haziran’da Ölmek Zor”dur. 1944 Haziran’ından bahsederken, bunun en azından Alman askerleri için doğru olmadığını söyleyebiliriz. Haziran ayı Almanlar için çok kötü başlamıştı, çok daha kötü bitti. Müttefikler güneyde, batıda ve doğuda olmak üzere üç koldan Almanya’ya ilerliyorlardı.

Şimdi bunlara göz atalım.

Daha önce belirttiğimiz gibi, müttefikler bir önceki yazdan beri İtalya anakarasında ağır ağır kuzeye çıkıyorlardı. 4 Haziran’da Roma’ya ulaşan Amerikan askerleri, İtalyanlar tarafından coşkuyla karşılandı.

Amerikan askerleri Kolezyum’un önünde, Roma, Haziran 1944

Almanlar için daha büyük bir felaket ise iki gün sonra batıda yaşandı. Tarihin gördüğü en büyük deniz gücünü bir araya getiren Amerikan, İngiliz ve Kanada askerleri, 6 Haziran’da Fransa’nın kuzeyindeki Normandiya Sahili’ne çıktılar.

Omaha Sahili’ne çıkan Amerikan askerleri, 6 Haziran 1944

Böylelikle batılı müttefikler hem Stalin’e verdikleri, Almanya’ya karşı yeni bir cephe açma sözünü tutuyor; hem de Fransa’nın kurtarılması başlamış oluyordu. Müttefik devletler çıkarmadan sonraki günler, haftalar ve aylar boyunca Avrupa kıtasına asker, silah, cephane, yakıt ve erzak yığmaya devam ettiler.

Omaha Sahili, çıkarmanın ilk günleri, Haziran 1944

Ardı arkası kesilmeyen bu ikmaller sonucunda müttefikler batıda Almanya’ya karşı müthiş bir sayısal üstünlük ele geçireceklerdi. Eylül’e gelindiğinde Batı Cephesi’nde Almanların tank adedi, müttefiklerin yirmide biri (yüze karşı iki bin), uçak adedi yirmi beşte biriydi (beş yüz yetmişe karşı on dört bin).

Müttefiklerin hava üstünlüğü Alman askerleri arasında kara mizaha neden oluyordu. O günlerde anlatılan bir espri şöyleydi:

“Gümüş renkli uçaklar görüyorsan, bunlar Amerikalılardır. Haki uçaklar görüyorsan, bunlar İngilizlerdir. Hiç uçak görmüyorsan, bunlar da Almanlardır.”

Bu esprinin diğer bir versiyonunda ise askerler kendi aralarında konuşurlar:

“İngiliz uçakları geldiğinde bizler eğiliriz. Amerikan uçakları geldiğinde herkes eğilir. Luftwaffe geldiğinde kimse eğilmez.”

Yukarıdaki fıkrada Alman Hava Kuvvetleri’nin yokluğu kadar, Amerikalı pilotların hedef gözetmeksizin herkese, bu arada kendi birliklerine de ateş açması hedef alınmıştır.

İşte böyle büyük bir güç karşısında çaresiz kalan Alman ordusu ilk kez geri çekilmiyor, düşmandan kaçıyordu. Batı Ordusu’ndan geriye kalanlar bir an önce Ren Nehri’nin doğusuna, Alman topraklarına ulaşmaya çalışıyorlardı. Bir Alman askeri, ailesine “Çok hızlı toprak kazanıyoruz.” diye yazmıştı… “Ama ters yöne doğru.”

Almanlar için esas felaket ise doğudan geldi.

Ama bunu anlatmaya geçmeden önce, Normandiya Çıkarması’nda görev alan Amerikalı bir çavuştan söz edelim.

Bir çavuşun öyküsü

Amerikalı Çavuş Joseph R. Beyrle, Normandiya Çıkarması’nın ardından Almanlara esir düşmüştü. 1945 Ocak’ında esir kampından kaçıp Kızılordu’ya katıldı ve savaşırken yaralanıp bir hastaneye götürüldü.

Beyrle hastanede yatarken, hastaneyi Rus komutanlarının en ünlüsü ziyarete geldi: Jukov. Beyrle Jukov’a, elinde hiçbir belge olmadığını, bu yüzden ülkesine dönmesinin çok zor olduğunu söyleyince, ertesi gün kendisine Jukov tarafından imzalanmış bir belge teslim edildi. Beyrle bu belge sayesinde Moskova üzerinden ABD’ye dönebildi.

Normandiya Çıkarması’nın ellinci yıldönümünde ABD Başkanı Bill Clinton ve Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Beyrle’e madalya verdiler.

Çavuş Beyrle’nin, 2. Dünya Savaşı’nda hem Amerikan hem de Sovyet ordusunda savaşmış tek asker olduğu kabul edilir.[3]

Joseph R. Beyrle

Artık 1944’e dönebiliriz.

Bir hışımla geldi geçti

Hışmı dağı deldi geçti (dinle)

1944 Mart’ında Sovyet Genelkurmayı, yazın yapılacak saldırının hedefini belirlemek için bütün cepheyi inceledi ve çeşitli planları değerlendirdi. Sonuçta Alman Merkez Cephesi’ne saldırılmasına karar verildi. Eğer bu saldırı başarılı olursa yalnızca Rus toprakları kurtarılmış olmayacak, aynı zamanda kuzeydeki düşman birliklerinin Almanya’ya doğru geri çekilme yolları da tıkanacaktı. Bu harekat adını, Napolyon döneminin Rus komutanlarından biri olan Piyotr Bagration’dan alıyordu: Bagration Harekatı. Bununla birlikte, Bagration Harekatı, 1944 yazında Ruslar tarafından yürütülecek tek harekat değildi, kendisi kadar büyük olmamakla birlikte dört harekat daha planlanmıştı.

Alman Merkez Cephesi hala güçlü olduğundan Rus Genelkurmayı, harekatın başarıya ulaşması için silahlarda düşmana büyük bir üstünlük kurmayı hedefledi ve buna ulaştı. Ruslar, Mayıs ve Haziran’da yaptıkları hazırlıklarla bir milyon iki yüz binden fazla askerden oluşan devasa bir orduyu bir araya getirdi. Bu asker sayısı Almanlarınkinin bir buçuk katıydı ama esas fark silahların oranındaydı: Rusların tankları ve uçakları Almanlarınkinin sekiz katından, topları ise on üç katından fazlaydı.

Amaç Hitler’in Merkez Ordusu’na öldürücü bir darbe indirmekti.

Böylece, 2. Dünya Savaşı’nın en büyük harekatı olan “Bagration Harekatı” iki hafta önceki Normandiya çıkarmasını da gölgede bırakarak, Almanya’nın Rusya’ya saldırmasının üçüncü yıldönümünde, 22 Haziran 1944’te başladı.

Rus askerlerinin saldırısı, Bagration Harekatı

Harekat, üç yıl önceki Alman saldırısına benzer bir hızla ilerliyordu. Daha iki hafta olmadan, Temmuz başında Minsk şehri geri alınmıştı.

Rus askerleri Minsk şehrinde, Temmuz 1944

Temmuz ortasına gelindiğinde ise, Almanların kayıpları yüzbinlere ulaşıyordu. Minsk civarında esir düşen elli yedi bin Alman askeri Moskova’ya götürülerek bir geçit töreninde yürütüldüler.

Alman esirlerin Moskova’da yaptığı geçit töreni, 17 Temmuz 1944

Yirmi kişilik sıralar halinde ve hızlı hızlı yürümelerine karşın geçiş bir buçuk saat sürmüştü. Törenden sonra Ruslar, sokaklarının Alman askerleri tarafından kirlendiğini ima ederek, geçiş yapılan yolları yıkadılar.

Bu yıkama kararında, pek çok Alman’ın korkudan bağırsaklarını tutamamasının da rol oynadığını belirtmek yanlış olmaz.

Alman askerlerinin geçişi sonrasında yollar yıkanıyor

Nihayet Ağustos ortasında, Ruslar güçlerinin tamamını harcayıp Bagration Harekatı sona erdiğinde, müthiş bir zafer kazanılmıştı. Yalnızca Rus toprakları işgalden kurtulmakla kalmamış, Ruslar Polonya içinde de önemli ölçüde ilerlemişlerdi. Ayrıca Alman Merkez Ordusu tamamen yok edilmiş, Kuzey ve Güney Orduları arasındaki bağlantı kopmuştu. Bu iki ordu grubu tamamen kuşatılıp yok edilmemek için geri çekilmeye başladı.

Bu harekat, tüm Alman tarihindeki en büyük yenilgi olup Stalingrad’ın bile çok üzerindedir. 1944 İlkbaharı sonundan sonbaharına kadarki beş aylık sürede Almanlar bir milyondan fazla kayıp — ölü, yaralı, esir, kaçak — verdiler.

Bununla birlikte Doğu Cephesi’nde geçici olarak tekrar denge sağlanmıştı. Ruslar Almanlara saldıracak yeni noktalar bulmaya çalışıyor ancak onlardan üstün oldukları yerler bulamıyorlardı. Almanların müttefikleri açısından durumun farklı olduğunu ise birazdan göreceğiz.

Ama ondan önce, Bagration Harekatı sırasında meydana gelen ve ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanan iki olaya göz atalım.

“Hitler’in aklını başına getirmek için

kıçının altına bomba koymak gerekiyormuş”

Batı Cephesi’nde Normandiya Çıkarması’ndan sonra Fransa’da hızla ilerleyen müttefik askerleri, Doğu Cephesi’nde ise Bagration Harekatı’yla fırtına gibi esen Kızıl Ordu, savaşın yıkımını Almanya’ya getiriyordu. Alman ordusunun yıllardır yabancı topraklarda uyguladığı vahşete ses çıkarmayan, hatta genelde bu vahşetin doğrudan uygulayıcıları arasında bulunan Alman komutanlarından bir bölümü, sıra güzel ülkelerinin zarar görmesine geldiğinde, Hitler’e bir suikast düzenleyerek bunu engellemeye karar verdiler.

20 Temmuz 1944’te Hitler’in “Wolfsschanze” (Kurt İni) isimli karargahındaki bir toplantıya katılan subay Stauffenberg, içinde saatli bomba olan bir çantayı Hitler’in yanına bıraktıktan sonra odadan çıktı. O sırada toplantıda olan diğer bir subay, Heinz Brandt, çantanın Hitler’e çok yakın olduğunu gördü ve kendisini rahatsız etmemesi için çantayı masanın diğer bir ayağının yanına koydu. Böylece bomba patladığında, meşe masanın çok kalın ayağı Hitler’in hayatını kurtardı. Hitler suikast girişimini ufak tefek birkaç yara ile atlatmıştı.

Hitler’in öldüğünü zanneden suikastçılar, Berlin’de darbe planını devreye soktular ve önemli noktaları ele geçirmeye başladılar. Ancak Hitler’in yaşadığı anlaşılınca darbe planı başarıya ulaşamadı ve sonraki dönemde Stauffenberg ile birlikte çok daha üst düzey pek çok komutan da dahil olmak üzere yaklaşık beş bin kişi komploya katılmak suçundan idam edildi.

Claus von Stauffenberg

Almanya’nın en başarılı komutanlarından Erwin Rommel de komplonun içinde olduğu suçlamasıyla karşılaştı. Ancak Hitler, bu halk kahramanının idamının toplumda büyük tepki çekeceğini düşünerek, kendisini intihara zorladı. Halka Rommel’in savaşta aldığı yaralardan ötürü öldüğü yönünde bir açıklama yapıldıktan sonra, kendisi için devlet töreni düzenlendi. Rommel’in gerçekten komplonun içinde payının olup olmadığı, payı varsa bunun büyüklüğü hakkında tartışmalar hala sürmektedir.

Erwin Rommel’in cenaze töreni, 18 Ekim 1944

Bu suikast girişimi başarılı olsaydı, olayların ne yönde gelişeceğini tahmin etmek kolay değildir. Ordu içinde darbeye destek verenler sayıca çok azdılar, bu nedenle ordunun kalan kısmının Hitler’in ölmesi halinde nasıl davranacağını bilemiyoruz. Buna ek olarak, Almanların ezici çoğunluğu Temmuz 1944’te hala Hitler’e inanıyordu. Suikast denemesinin başarısız olduğu duyulduğunda Alman halkının tepkisi genelde şöyle olmuştu: “Tanrı’ya şükür Führer yaşıyor! O olmasaydı biz ne yapardık?”

Suikast girişiminin Hitler’in üzerindeki etkisi ise iki yönlüydü: İlk olarak, böyle güçlü bir bombadan kurtulmasını Tanrı’nın bir hikmeti kabul ediyor, kendisinin Almanya’nın kaderini gerçekleştirmek için seçilmiş kişi olduğuna daha fazla inanıyordu. Hitler’e yapılan suikast girişimi bu yönüyle, 1950’li yılların Türkiye’sinin Başbakanı Adnan Menderes’in 1959 yılında kurtulduğu uçak kazasına benzer.

İdaresinin giderek otoriterleşmesini protesto eden muhalefetten bunaldığı sırada Menderes, Londra’da pek çok kişinin öldüğü bir uçak kazasından canlı kurtulmuştu. Alman halkının suikast girişiminden sonra Hitler’e destek vermesi gibi, Menderes de İstanbul’a döndüğünde havalimanında büyük kalabalıklarca karşılanmış, bu kazadan kurtulmasını Türkiye’yi yönetmesinin kendisinin kaderi olduğu yönünde yorumlamıştı. Böylece ilerleyen dönemde hükümeti daha da otoriterleşmiş ve bu kazadan iki buçuk yıl sonra gerçek kaderiyle yüz yüze gelmişti.

Adnan Menderes askerlerin arasında

Suikast girişiminin ikinci etkisi ise şuydu ki; daha önce de subay sınıfına güvenmeyen Hitler, artık subaylardan doğrudan nefret etmeye başlamıştı. Bu girişim, paranoyalarını daha da arttırmış, çevresinin düşmanlar tarafından sarıldığına kendisini tamamen ikna etmişti. Ayrıca, cephedeki yenilgilerin sorumluları da bulunmuştu; ihanet içindeki generaller… Böylece, savaştaki karar mekanizması ordunun elinden tamamen alındı, buna karşın dört Nazi yöneticinin gücü göklere çıkartıldı: SS’lerin başındaki Heinrich Himmler, Nazi Partisi’nin idari işlerinden sorumlu Martin Bormann, silah üretiminden sorumlu bakan Albert Speer ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels.

Heinrich Himmler

Martin Bormann

Goebbels uzun süredir “Topyekun Savaş” stratejisi doğrultusunda, Almanya’nın tüm üretim gücünün silahlanmaya odaklanmasını savunuyor, ancak bu strateji halkın günlük hayatı üzerinde önemli ölçüde kısıtlamalara gidilmesini gerektireceği için, halkın desteğini kaybetmekten korkan Hitler tarafından kısmi olarak uygulanıyordu. 20 Temmuz’dan sonra ise, artık çok geç olmakla birlikte, Hitler bu stratejinin uygulanmasına onay verdi. Goebbels bu durumu günlüğünde, bu bölümün başlığına aldığımız şekliyle yorumlamıştı: “Hitler’in aklını başına getirmek için kıçının altına bomba koymak gerekiyormuş.”

Silah üretiminden sorumlu bakan Speer, “Topyekun Savaş” stratejisi kapsamında halkın üretim için fabrikalarda çalıştırılmasını isterken, Propaganda Bakanı Goebbels aynı stratejiyi arkasına alarak, milyonlarca Almandan kurulacak milis orduları yaratmanın peşindeydi. Ekim’de kuracağı bu milis kuvvetlerine “Volkssturm” (Halk Fırtınası) adı verilmişti. Bu birlikler savaşmak için çok genç ya da çok yaşlı oldukları için daha önce orduya alınmamış kişilerden oluşuyordu. Doğru düzgün eğitim almadan, ellerine tutuşturulan bir “Panzerfaust” (Panzer Yumruğu — Tankları patlatmak için kullanılan bir çeşit bazuka) ile cepheye gönderilmelerinin sonucunda tam bir kıyım yaşanması kaçınılmazdı.

Panzerfaust’ları ile geçit yapan Volkssturm üyeleri

Nitekim öyle de oldu: Suikast girişiminden savaşın sonuna kadarki dokuz ayda ölen Alman askerlerinin sayısı, savaşın başından beri geçen yaklaşık beş yılda ölenlerden fazladır.

Umutsuz kahramanlar

Bagration Harekatı sırasında meydana gelen ikinci olay ise Varşova Ayaklanması’ydı.

1944 Temmuzu sonunda Polonya’nın başkenti Varşova’nın dibine kadar gelen Kızıl Ordu’dan cesaret alan Polonya Yeraltı Örgütü, 1 Ağustos’ta Alman işgalcilere karşı isyan etti. Amaçları, Varşova’yı ele geçirirken Kızıl Ordu’ya yardım ederek, başkentlerinin kurtulmasına katkıda bulunmaktı. Çok azında silah olmasına karşın isyancılar büyük bir kahramanlık gösterip birkaç gün içinde Varşova’nın büyük bölümünü ele geçirmeyi başardılar. Alman cephesinin gerisindeki bu ayaklanma cephe için ciddi bir tehlike oluşturuyordu.

Varşova Ayaklanması’nda isyancılar

Ancak, isyancıların hiç ummadıkları bir şey oldu ve Kızıl Ordu şehrin hemen dışında durdu. Rus ordusunun içindeki Polonyalı askerler ordudan ayrılarak Varşova’ya girseler de, ordunun kalanı peşlerinden gelip destek vermediği için bu çabanın bir faydası olmadı.

Bu duraklamayla ilgili tüm tarafların kendi açıklamaları vardır: Batılı devletlerce ve Polonyalılarca getirilen ve en muhtemel açıklamaya göre; Stalin Almanların Polonya direnişini tamamen yok etmesini istemiş, böylece savaş sonrasında Polonya’da Rus yanlısı, kukla bir hükümet kurabilmeyi amaçlamıştı. Gerek Batılı müttefikler gerek Polonyalılar Rusların kendilerine ihanet ettiğini düşünüyorlardı. Stalin ise, Bagration Harekatı’nın başından bu yana geçen beş haftada yüzlerce kilometrelik bir mesafe kaydeden Rus ordusunun yorulduğunu ve durup toparlanması gerektiğini iddia ediyordu. Bu açıklamada da bir ölçüde haklılık payı vardır, çünkü bu kadar hızlı ilerlemiş Rus ordusunun ikmal hatları uzamış, ilerlemeyi sürdürmesi zorlaşmıştı. Ayrıca Ağustos ortasından itibaren yalnızca Varşova’nın önünde değil, her noktada duraklamışlardı. Alman komutanlar ise konuya üçüncü bir açıklama getirerek, savaştan sonraki anılarında Rusları kendilerinin durdurduklarını iddia ettiler. Diğer cephelerden Varşova’nın savunmasına gönderilen güçlü SS tümenlerinin Ruslara karşı etkili oldukları da bir gerçektir.

Hangi açıklama geçerli olursa olsun, sonuç Polonyalılar açısından tam bir yıkımdı. Hitler Varşova’daki Alman kuvvetlerine destek gönderilmesini ve Varşova’da taş üstünde taş bırakılmamasını emretti. Ağustos başından Ekim başına kadar süren ayaklanmada ve sonrasında on altı bin isyancıya ek olarak, Almanların intikam saldırılarında öldürülen Polonyalı sivillerin sayısı yüz elli ila iki yüz bin civarındadır ve bu eylem, 2. Dünya Savaşı boyunca yapılmış en büyük katliamdır.

Varşova’nın yok edilmesine ilişkin Hitler’in emri üzerine Almanlar tarafından alev silahlarıyla yakılan binalar

Ayaklanma sonrasında yüzde doksanı yok edilen Varşova, Ekim 1944

Nasıl derim “terk etti”, bırakıp beni gitti

Anladılar ki, aşkımız bitti (dinle)

5 Ağustos 1944’te, Romanya Devlet Başkanı Mareşal Antonescu, Hitler’i Kurt İni’nde ziyaret etti. Ertesi gün ise General Guderian’a, Hitler’e düzenlenen suikast girişimiyle ilgili şöyle diyordu: “Olacak iş değil. Benim generallerimin böyle bir şeye kalkışmaları olanaksızdır.”

Bu konuşmadan yalnızca iki hafta sonra, 20 Ağustos’ta Ruslar tarafından saldırıya uğrayan Romen ordusunun generalleri teslim olarak Almanlara karşı cephe aldılar. 23 Ağustos’taki hükümet darbesiyle Antonescu görevden indirildi. Kendisi daha sonra savaş suçları nedeniyle yargılanıp idama mahkum edilecekti.

İdam mangası önündeki Ian Antonescu, 1 Haziran 1946

Romanya’nın Eylül’de teslim olmasıyla birlikte Almanya, İtalya’dan sonra ikinci müttefikini kaybetmişti. Bu ülkede bulunan Alman askerleri Romen ordusunca tutuklanıp Sovyetler Birliği’ne teslim edildiler.

Romanya’nın teslimiyeti, Bulgaristan’ın taraf değiştirmesini de beraberinde getirdi. Bulgaristan Rusya’nın işgaline katılmamış olsa da, Almanya tarafında yer alması Stalin’in öfkesini üzerine çekmek için yeter de artardı. Eylül’de Bulgaristan da SSCB’nin tarafına geçti. Böylece Almanlar bu ülkedeki tank ve toplarını kaybettikleri gibi yeni bir düşman daha kazanmış oldular.

Yine Eylül’de, bu sefer Kuzey Cephesi’nde, Finlandiya daha önce kabul etmediği barış şartlarından çok daha ağır şartlara boyun eğerek teslim oldu.

Almanya’nın son müttefiki Macaristan da Ekim’de Ruslarla ateşkes imzalayıp Almanya’ya karşı cephe alınca, Hitler ordularını Macaristan’ı işgale gönderdi ve mevcut hükümeti indirip yerine Alman yanlısı bir yönetim geçirdi. Böylece Macaristan topraklarında başlayan Alman-Rus çatışmaları 1945 İlkbaharı’na kadar devam edecekti.

Hermann Meyer

2. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 Eylül’ünde Hava Kuvvetleri Komutanı Göring, uçaklarının düşmanlarınkine üstünlüğünden emin bir şekilde şöyle meydan okuyordu: “Eğer herhangi bir düşman uçağı Ruhr’a[4] ulaşabilirse bundan sonra bana “Hermann Göring” değil “Hermann Meyer” dersiniz.” Meyer Almanya’da çok rastlanan bir Yahudi adıdır.

Beş yıl sonra 1944 Eylül’üne gelindiğinde ise köprünün altından çok sular akmış, Almanya’nın müttefiklerinin teslim olmasında Kızıl Ordu’nun ilerlemesi kadar, Amerikan ve İngiliz bombardımanları da etkili olmuşlardı. İtalya’dan kalkan uçaklar Macaristan ve Romanya’daki demiryolu ağını, petrol yataklarını bombalayıp Almanya ve müttefiklerinin askeri harekatlarını felç ederken, Rusların ilerlemesine destek veriyorlardı.

Amerikalılar, daha yüksek kayba uğramak pahasına, Alman şehirlerini ve üretim tesislerini gündüz bombalarken, daha temkinli davranan İngilizler, daha düşük kayıp ancak aynı zamanda daha düşük isabet oranıyla gece bombardımanını tercih ediyorlardı. Bombardımanların şiddeti ise her geçen gün artıyordu, 1943’te Almanya’ya atılan bomba sayısı 1942’nin beş katıydı. Bununla birlikte Albert Speer’in fabrikaları çeşitli bölgelere yayması sonucunda silah üretimi uzun süre sekteye uğramamış, hatta 1943’te yüzde elli artış göstermişti.

Hamburg bombardımanı, Temmuz 1943

Savaşın son bir yıllık dönemini kapsayan Nisan 1944-Mayıs 1945 arasında ise müttefikler, özellikle Amerikalıların bombardıman uçaklarının yanlarına uzun menzilli avcı uçaklarını eklemeleri sonucunda, Alman hava sahasındaki üstünlüğü tamamen ellerine aldılar. Alman petrol üretim tesislerine yapılan saldırılar sonuçlarını gösterdi. Binbir yokluğa rağmen Speer’in dehası sayesinde üretilen savaş araçları yeterli yakıt bulunamadığı için kullanılamıyordu. Nitekim Speer, 1944 yılındaki bombardımanları, “Almanya’nın kaybettiği en büyük muharebe” olarak adlandıracaktı.

Göring’in adı, en azından Alman halkı nezdinde, değişmişti: Almanlar hava saldırıları konusunda kendilerini uyaran sirenlere “Meyer’in trampetleri” diyorlardı.

Müttefiklerin hava bombardımanlarına Hitler’in bakışı ise farklıydı. Kendisine göre bu hava akınlarının, her ne kadar zalimce olsalar da, iyi bir yanı da vardı. Tarihi kentleri günün ihtiyaçlarına göre düzenlemek ve endüstri şehirlerinin çirkinliğini gidermek için pek çok binanın yıkılması zorunluydu. Bu gereklilik ise halkın üzerinde ciddi bir psikolojik yük oluşturacaktı. Neyse ki düşman, bu işi halletmişti.

Böyle birini kendine lider olarak seçtiği için Alman halkını tebrik etmek gerekir.

Tabii, bir diktatörü kendine lider seçtiği için bir halkı tebrik etmek gerekirse, bu kutlama Almanlarla sınırlı kalmayacaktır.

Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın?

Adam öldürmeyi de Hasan oyun mu sandın? (dinle)

1944 Ağustos’unda Bagration Harekatı’nın bitiminde duran Rus ilerlemesi, sonbaharda Almanya’nın müttefiklerinin birbiri ardına çözülmesiyle, merkez ve güneydoğu Avrupa’da tekrar başladı. Yugoslav Mareşal Tito’nun partizanları ve Kızıl Ordu askerleri Ekim’in ikinci yarısında Belgrad’ı Almanlardan temizlediler.

Kızıl Ordu Belgrad’da, 20 Ekim 1944

Artık savaş Alman topraklarına da ulaşmıştı. 21 Ekim’de Rus ordusundan bir birlik Doğu Prusya’daki Nemmersdorf Köyü’ne girip onlarca kadına tecavüz etti ve sonrasında çocuk, kadın, erkek hemen herkesi öldürdü. İki gün sonra Alman ordusu bölgenin kontrolünü tekrar ele geçirdiğinde, yaşanan manzarayı gördüler: Bazı kadınlar kapılara çivilenmiş, bebeklerin başları dipçik darbeleriyle parçalanmıştı.

Nemmersdorf Katliamı, Ekim 1944

Propaganda Bakanı Goebbels, bu katliamın kendisine harika bir malzeme sağladığını hemen anladı. Öldürülenlerin fotoğrafları çekildi ve Alman askerlerinin savaşma azimlerini arttırmak amacıyla ordu içinde dağıtıldı. Halka da gösterilen bu resimlerle, Rus tehdidinin insanların kafalarında görselleştirilmesi, sivillerin bu tehdide karşı koymak için, yeni yaratılan Volkssturm milis örgütüne katılması hedefleniyordu.

Halkın tepkisi ise farklılık gösteriyordu: Pek çok kişi Volkssturm’a katılmayı seçerken, bunlardan daha fazlası, panik içinde Almanya’nın doğusundan batısına doğru yollara düştü.

Rus ordusundan kaçan Alman göçmenler

Halkın tepkisinde görülen bir farklılık da, Almanların yaşadıkları yerden kaynaklanıyordu. Kızıl Ordu’nun korkunçluğu propagandası, Rus tehdidi altındaki Almanya’nın doğusunda işe yararken, Ruslardan çok Amerikan-İngiliz düşmanlara yakın olan batıda çalışmıyordu. Nazi otoritelerince 1944 Kasım’ında Almanya’nın batısındaki kentlerden Stuttgart’ta yapılan bir ankete katılanlar, Nemmersdorf’taki katliam görüntülerinin yayınlanmasını doğru bulmadıklarını beyan ettiler; çünkü bu tür olayları doğal karşılıyorlardı. Doğu’da yaşayan Almanların iki yüzlülüğünün tersine, bu olayları Alman halkının kendi ülkesinde ve yurt dışında yaptığı zulmün tetiklediğini kabul ediyorlardı. Anket sonuçlarında katılımcıların yorumları şöyle toplanmıştı: “On binlerce Yahudi’yi öldürmedik mi? Polonya’da Yahudilere kendi mezarlarının kazdırıldığını askerler defalarca anlatmadılar mı? Ya toplama kamplarındaki Yahudilere ne yaptık? Yahudiler de insan. Düşmana, bizi yendiği takdirde, bize ne yapabileceğini kendi davranışlarımızla göstermiş olduk. Biz, kendi ülkemizdeki insanlara bunları yaptıktan sonra, Rusları bize yaptıkları için suçlayamayız.”

Elbette bu yazılanlardan, batıdaki Almanların doğudakilerden daha namuslu olduğu gibi bir anlam çıkmamalıdır. Yahudilerin de insan olduğunu kabul etmeleri için düşmanın kapıya dayanması gerekti. Onların şansı ön kapıya yakın oturmalarıydı, düşman ise arka kapıdan eve giriyordu.

Yine de Alman halkı, ya da en azından halkın bir bölümü, yıllar boyunca ırkçı safsataların peşinden gidip çoluk çocuk demeden insan öldürmenin oyun olmadığını, bunun bir gün kendilerini de etkileyecek sonuçları olabileceğini nihayet anlamıştı.

Mickey Fare’nin sevgilisi kimdir?

Hitler Batı Cephesi’nde yapılacak bir saldırı ile müttefiklere sert bir darbe indirmeyi, sonra ordularını doğuya göndererek Ruslara karşı koymayı planlıyordu. Bu saldırı ile amacı, müttefiklere Almanya’nın hala çok güçlü olduğunu göstererek, onları barış masasına oturmaya zorlamaktı.

16 Aralık 1944’te İngiliz birliklerinin başındaki komutan Bernard Montgomery, Almanların elindeki gücün büyük bir saldırı başlatmalarına uygun olmadığını yazmıştı. Bu görüşü Amerikalı komutan Omar Bradley de paylaşıyordu. Oysa müttefik istihbaratı Ekim’den beri panzer tümenlerinin cepheden çekilip yeni bir saldırı için hazırlandıklarını raporlamıştı. Ayrıca Aralık başında yakalanan Alman askerleri, büyük bir saldırının geldiğini itiraf etmiş, hatta bunun tam tarihini bile söylemişlerdi.

Sonuç olarak, 16 Aralık’ta Almanlar saldırıyı başlattılar. Hem de dört buçuk yıl önceki efsanevi Yıldırım Savaşı’nın başladığı, geçilmesi imkansız olarak değerlendirilen Arden Ormanları’ndan…

Bu nedenle bu taarruz “Arden Saldırısı” olarak bilinir. (Almanlar önce “Ren Nöbeti” olarak adlandırmayı düşündükleri bu harekata sonradan “Sonbahar Sisi” ismini verdiler. Müttefikler ise, Almanların müttefik hatları içinde yaptıkları çıkıntıya istinaden, bu saldırıdan “Çıkıntı Muharebesi” olarak söz etmişlerdir.)

Hiç ummadığı bir anda böyle güçlü bir düşman ateşiyle karşılaşan komutan Bradley askerlerine bağırıyordu: “Bu Tanrı’nın cezaları bu kadar kuvveti nereden buldular?”

Omar Bradley

Havanın sisli olması, müttefik uçaklarının havalanmasını engelliyordu. Alman birlikleri ilk birkaç gün çok hızlı ilerlediler ve cepheyi yardılar. Kusursuz bir İngilizce konuşan ve Amerikan üniforması giymiş Alman askerleri ciplerle Amerikan ordusunun içine girdiler ve telefon hatlarını kesip yol tabelalarını değiştirdiler, yolların mayın kaplı olduğunu gösteren sahte işaretler astılar.

Müttefik ordusunu müthiş bir panik kapladı, kimin dost kimin düşman olduğunu belirleyebilmek çok zordu. Kimlik tespiti için, ortalama bir Amerikalı askerin bilmesi beklenen sorular sorulmaya başlandı: “Geçen sezon oynanan filanca beysbol maçının skoru neydi?” ya da “Mickey Fare’nin kız arkadaşının adı nedir?” gibi…

Mickey ve kız arkadaşı Minnie

Sık sorulan sorulardan biri de, belirli bir eyaletin başkentiydi ancak bu da kesin bir çözüm değildi. 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden dört yıl sonra ABD Genelkurmay Başkanı olacak Bradley, kendisinin kimliğini kanıtlamak için Illinois Eyaleti’nin başkenti sorusuna “Springfield” yanıtını vermesi nedeniyle, kısa süreliğine göz altında tutulmuştu.

Aslında Illinois’nin başkenti gerçekten Springfield’dir. Ne var ki, soruyu soran askeri inzibat, başkentin Şikago olduğunu sanıyordu.

Bu tür sorularla karşılaşan İngilizlerin durumunu varın siz düşünün…

Saldırıya katılan Alman erlerinin önemli bir bölümü Hitler’in sözlerine hala inandıkları için başarıdan çok umutluydular. 1940 yılındakine benzer şekilde fırtına gibi eseceklerini zannediyorlardı. Bunlardan birinin mektubuna göz atalım: “Zafer hiç bu kadar yakın olmamıştı. Hızla sonuç alacak ve Yeni Dünya’dan gelen bu küstah, gürültücü maymunları okyanusa fırlatacağız. Almanya’mıza adım atamayacaklar. Eşlerimizi ve çocuklarımızı her tür düşman hakimiyetinden koruyacağız.”

Elbette daha gerçekçi erler de vardı: “Tekrar Belçika ve Fransa’da ilerlemem gerekiyor ama bunu yapmaya en ufak bir hevesim yok (…) Keşke bu aptal savaş bitse… Neden savaşacağım ki? Bu yalnızca, Nazilerin varlıklarını devam etmeleriyle ilgili bir şey. Düşmanımızın gücü öyle büyük ki, buna karşı savaşmanın hiçbir anlamı yok.”

Üst düzey Alman komutanlar da, bu er gibi, içinde bulundukları yokluğun farkındaydı. Ama Hitler’i bu harekattan vazgeçirmeye çalışmanın boşuna olacağını bildikleri için bunu denememişlerdi bile…

Harekatın başındaki çok başarılı şaşırtmalara karşın, müttefik askerlerine esas darbeyi vurması beklenen ikinci dalga hiçbir zaman gerçekleşmedi. Yeni yıl gelmeden Almanlar kaçınılmaz sonla yüzleştiler: Yakıtlarının bitmesiyle birlikte Alman askerlerinin ilerlemesi durdu. Sis kalkınca havalanan müttefik uçakları Almanları darmadağın ettiler. 26 Aralık’ta, çok mutlu bir Noel geçirmeyi uman Alman askerlerinin beklentilerinin aksine, ordu geri çekilmeye başladı.

Saldırıya katılan beş yüz bin askerden yüz bini, bin tanktan sekiz yüz ellisi ve bin uçağın neredeyse tamamı kaybedilmiş, Hitler elinde kalan en önemli kuvvetleri böyle harcamıştı.

Oysa, Ocak’ta başlaması beklenen Rus saldırısında bu kuvvetlere çok ihtiyacı olacaktı.

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, yeni yılla başlayan muazzam Rus saldırısına ve 1945’in ilk aylarında yaşananlara odaklanıyoruz.

[1] Buradaki “delilik” ifadesinin mecazi olarak kullanıldığını belirtmemiz gerekir. Çünkü sıklıkla yapılan hataya biz de düşüp Hitler’i “deli” ya da “anormal” biri olarak değerlendirirsek, cezai ehliyeti olmadığını, yaptıklarından sorumlu tutulamayacağını da kabul etmiş olur ve kötülükleri nedeniyle onu suçlama şansımızı yitiririz. Buna ek olarak araştırmacıların, tarihçilerin ve hatta klinik dosyaların ortaya koyduğu kanıtlara istinaden Hitler, zaman zaman bunun tersine işaret eden davranışlarda bulunmakla birlikte, nihayetinde “normal” biridir.

Bu “delilik” yakıştırması ya da benzeri atıflar, Hitler’in iktidara gelmesinde sorumluluğu olanların, bu sorumluluktan kurtulma çabalarından biridir. 2 Haziran 1945’te, Hitler’in intiharından yaklaşık bir ay sonra, Papa 12. Pius, Kardinallerine “nasyonal sosyalizmin şeytani hayaleti”nden söz ederken, Katolik Kilisesi’nin destek verdiği dünyevi bir ideolojiyi kasıtlı olarak metafizik seviyeye (şeytani hayalet) taşıyor, böylece sorumluluğu kendisinin ve Kilisesi’nin üzerinden atıyordu.

[2] Bununla birlikte, bu cezanın ne düzeyde kaldığını görmek isteyen okuyucu, “Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” başlıklı yazı dizisinin “Yerini Bulmayan Adalet-1945 Sonrası” adlı beşinci bölümüne göz atabilir.

[3] Oğlu John Beyrle ise, 2008–2012 yılları arasında ABD’nin Rusya Büyükelçisi olarak görev yapmıştır.

[4] Almanya’nın batısındaki sanayi bölgesi.

27

“8. Bölüm: Kızıl Fırtına” için 6 yanıt

Alman Ordusu, Arden Ormanlarının sık bitki örtüsü ve engebeli arazisi olmasına karşın nasıl taarruz yapabildiler?

Aslında bu bölge müttefikler tarafından “kesinlikle geçilemez” olarak değerlendirilmiyor, Almanların buradan saldırmasının mantık dışı olduğuna hükmediliyordu. Yoksa 1. ve 2. Dünya Savaşları arasındaki tatbikatlarda Fransız ve Belçikalı subaylar, tankların bu bölgeden geçebildiklerine sahit olmuşlardı.

Ama o dönemin muharebe anlayışında tank kendi başına bir güç olmak yerine, piyadeye destek unsuru olarak değerlendiriliyordu. Bu yüzden buradan gelecek bir saldırının çok hızlı olamayacağı düşünülmüştü, çünkü tankların hızı piyadenin hızıyla sınırlı kalacaktı. Başka pek çok neden de Fransızların buradan saldırı beklememelerinde rol oynadı: Ardenlerden yapılacak bir saldırıda geniş bir nehrin geçilmesi gerekliliği, ormanların arasında çok az yol olduğu için buralara döşenecek mayınlarla düşman kuvvetlerinin daha da yavaşlatıbileceği, bölgeye yayılmış köylerdeki habercilerin bir Alman saldırısı halinde Fransız askeri makamlarını hızla bilgilendirecekleri, vb.

Ancak bu öngörülerin hiçbiri gerçekleşmedi. Almanlar tankları ayrı bir savaş gücü olarak düzenleyip piyadeden bağımsız bir şekilde ve tanklarda bulunan radyolar aracılığıyla birbirleriyle koordine olmalarını sağlayarak, büyük bir hızla ilerlettiler. O büyük nehir, dubaların kablolarla birbirlerine bağlanmasıyla oluşturulan yapay köprülerle hızla geçildi, yerel halkı telaşlandırmamak için yeterince mayın döşenmemişti, köylerdeki habercilere radyo dağıtılmadığı için, Alman saldırısına ilişkin Fransız Genelkurmayı’na çok sayıda değil, tek tük ihbarlar ulaşınca bu ihbarlara itibar edilmedi, vb.

Bu cümledeki “Rus” lar Türk kökenliler olmalı.
“Orta Asya’nın acımasız iklim koşullarında ve insanı her çeşit yokluğa alıştıran doğasında büyümüş “Ruslar” ilerlemeye devam edebiliyorlardı.”
Rusya’da Slav kökenlilerin büyük çoğunluğu Uralların batısında yaşar ki o bölgede boylu boyunca kuzeyden güneye akan Volga (İtil) nehri boyunca Rus olmayan Tatarlar, Başkurtlar, Çuvaşlar, ve diğer Ural grubu halklar yaşarlar. Rusya’nın Sibiryaya yayılımı 1600 lerde başlamış, Orta Asya’da hakimiyet kurması ise 1860 – 80 ler arasıdır. Rusların (ve diğer Hristiyan halkların) kitleler halinde Orta Asya’ya zorunlu yerleştirilmeleri 1926-7 lerde başlamıştı. Onun için 1941-2 de bu insanların Orta Asya’da doğan evlatları çocuk yaşlarında idi. Orta Asya’ya yerleştirilen önemli bir kesim de I. Petro zamanı Almanlarıydı.
Sonuç olarak, Stalin Kızılordu için Uralların batısından Türk ve Asyalı olmayan Rus, Slav, diğer Hristiyan halktan ciddi sayılarda asker alamazdı.
Yine aynı şekilde Alman işgali ile bu bölgeye yakın bölgelerden de asker toplama imkanı yoktu.
Kızılordu’nun Asker toplayabildiği halklar Tatarlar, Başkurtlar, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler, Azeriler ve Kafkas halkları idi. Bildiğim kadarı ile Moğollar bile vardı orduda.
Bu Kızıl Ordu saflarında ki erat – yani sıradan askerlerin % 90 civarında Rus-Slav olmayanlardan olması gerekmektedir. Zaten birçok anı kitabında, Rus komutanların ve Müttefiklerin dikkate almadan verdikleri kayıtlarda benzer ifadeler ortaya çıkmaktadır.
Rus savaş romanlarına bile yansıyan alt rütbeli kızılordu üyelerinin hatta erlerinin bile rütbe yükseltilme sebebi; karabaşlıların (Ruslar daha başka aşağılayıcı ifade kullanırlar) başına hem dil ve askeri sistemi bilen hem de güvenilecek kendilerinden olan birilerine ihtiyaçtır.
100 – 200 kişilik bir Asyalı Birlik için 4 – 5 Rus subay – komiser – çavuşa kadar sayı düşmüştür.
Bu dediğim Asyalı oranın yüksekliğinin kanıtlarından birisi de Almanların işgalinden kurtarılan bölgelerde ki Rus-Slav halkın kadınları ve esirleri Alman işgalinden kurtulduklarını zannederken bu sefer KızılOrdu erleri tarafından sistemli ve yaygın bir tecavüze maruz kalmışlardı.
Kızılordu’nun buna engel olabilecek ne Askeri Polisi vardı ne de bunu engelleme niyeti.
Bütün SSCB topraklarında yaşayan halklar için her açıdan zor yıllar olmuştur.

Elbette, yazının genelinde olduğu gibi burada da “Rus” sözcüğü ile belirli bir ırkı değil, Kızıl Ordu saflarında çarpışan SSCB yurttaşlarını kast ettim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir