“Ama yalnız kaldığımda, kendimi “sanatçı” sayacak kadar utanmazlık etmiyorum. En azından kelimenin o büyük, eski anlamıyla düşünürsek: Giotto, Tiziano, Rembrandt, Goya büyük ressamlardı.”
Pablo Picasso
Adam olacak çocuk, koyun çizişinden belli olur
Giorgio Vasari adında, 16. yüzyılda yaşamış bir ressam ve yazar, “En Büyük Ressam, Heykeltıraş ve Mimarların Yaşamları” adıyla yayınladığı kitabı aracılığıyla sanat tarihi yazımını başlatmıştır. “Rönesans” terimini de ilk kez yazılı olarak kullanan Vasari olmasaydı, Rönesans sanatçıları hakkındaki bilgimiz çok sınırlı kalacaktı.
Ne var ki bu kitapta yer alan her öykü ya da her bilgi doğru değildir. Vasari kimi zaman başkalarından duyduklarını kitabına almış, kimi zaman doğrudan kendisi, örneğin ressamların yaşı konusunda yanılmıştır. Dolayısıyla okuyucu bu kitaptaki tüm bilgileri yalın gerçek olarak kabul etmemelidir. Diğer yandan bu tür hatalar söz konusu kitabın resim tarihi içindeki yerini azaltmamıştır.
Giorgio Vasari
Vasari’yi ve dünyanın ilk sanat tarihi kitabını sık sık anacağız. Bu kitapta anlatılan öykülerden birinde, 13. yüzyılın tanınmış Floransalı ressamı Cimabue bir köyden geçerken on yaşında bir oğlan görür. Oğlan bir koyunu izlemekte ve sivriltilmiş bir taşla pürüzsüz bir kayanın üzerine hayvanın resmini yapmaktadır.
Resim o kadar gerçekçidir ki, Cimabue oğlandaki müthiş yeteneği derhal fark eder ve babası Bondone’nin izniyle oğlanı yanına çırak alır. Böylece tarihin en büyük ressamlarından Giotto’nun ve Batı resminin kaderi şekillenir.
Vasari bu öyküyü, kendisinden yüz yıl önce yaşamış heykeltıraş Ghiberti’nin yazdıklarından almıştır. Rönesans’ın öncülerinden Ghiberti bilgiye çok önem veriyor, bunu “Bilgili kişi hiçbir yerde yabancı değildir (…) Dostsuz bulunsa bile, her şehrin hemşerisidir.” şeklinde ifade ediyordu.
Kendisinin yazdığı yukarıdaki iç açıcı öykü ise ne yazık ki gerçek değil, uydurma… Hatta Giotto’nun Cimabue’nun öğrencisi olup olmadığı bile net değil.
Kesin olan şey ise, daha yaşadığı yüzyıldan itibaren Giotto’nun değerinin anlaşılmış olmasıdır. Dante “İlahi Komedya”nın Araf Bölümü’nün 11. Kanto’sunda Giotto’yu şöyle anlatır:
“Cimabue resmin ustası bilirdi kendini,
Oysa artık ünü karardı
Giotto aldı şimdi onun yerini.”
Bu gelişmenin arkasındaki tarihi olaylara göz atmanın sırası geldi.
Konstantinopolis’in yağmalanması
Müslümanların hakimiyetindeki Kudüs’ü ele geçirmek amacıyla düzenlenen IV. Haçlı Seferi’nde (1202-1204), Katolik haçlı ordusu asıl hedefini değiştirerek Ortodoks Konstantinopolis’e gelmişti. O dönemde 500,000 kişilik nüfusuyla Hristiyan dünyasının en büyük ve gelişmiş şehri olan ve Roma döneminden kalan anıtları, hamamları, su kemerleri, tiyatroları, vb. ile göz kamaştıran Konstantinopolis’te halk kılıçtan geçirildi, tecavüz ve yağmalar eşi benzeri görülmemiş bir boyuta ulaştı.
IV. Haçlı Seferi sırasında Hipodrom’dan (günümüzdeki adıyla Sultanahmet Meydanı, İstanbul) yağmalanarak Venedik’e götürülen 4 at heykeli, M.Ö. 4. yüzyıl ya da M.S. 2-3. yüzyıl, San Marco Bazilikası, Venedik
Konstantinopolis’ten çalınan sayısız Bizans sanat eseri gemilerle İtalya’ya taşındığında, pek çok İtalyan kentinde “maniera greca” (kelime anlamıyla “Yunan tarzı” demektir, Bizans sanatını anlatmakta kullanılır) olarak adlandırılan bir sanat üslubu 1200’lü yıllar boyunca hakim oldu. Bu üslupta altın bir arka plan, gerçekçi olmak yerine stilize edilmiş yüz ve bedenler, şaşalı süslemeler bulunuyordu. Ayrıca Meryem, İsa, havariler, vb. kutsal kişilerin imgelerinin soyutluğunu vurgulamak için perspektif reddediliyordu. Bununla birlikte Bizans sanatında, ışık ve gölgeyle yüzün hacimlendirilmesi örneğinde olduğu gibi eski Yunan-Roma ressamlarının teknik becerileri, Batı’daki resim anlayışına nazaran daha fazla varlığını sürdürmeyi başarmıştı.
Yaklaşık 1300 yılına kadar devam eden Bizans sanat anlayışına son veren ise Giotto olacaktı. Ressam Cennini, 1400’lerde kaleme aldığı ve resim tekniklerini anlattığı kitabında Giotto’dan “resim sanatını Yunancadan Latinceye çeviren ressam” olarak söz eder. Benzer şekilde, heykeltıraş Ghiberti de, Giotto’nun Bizans üslubunu terk ettiğini, bunun yerine Antik Roma’nın muhteşemliğine geri döndüğünü ifade etmiştir.
Ama buna daha var.
Biz Giotto’nun dehasına giden tarihi süreçle devam edelim.
Papalığın Babil Esareti
12. ve 13. yüzyıllardaki Haçlı Seferleri sırasında, Papalık dünyevi gücünün doruğundaydı. Özellikle ilk Haçlı Seferleri’nde Kutsal Topraklar’da Müslümanlara karşı kazanılan askeri ve siyasi başarılar Papa’nın saygınlığını iyice arttırmıştı. İngiliz ve Fransız Kralları ile Alman – ya da o dönemdeki adıyla Kutsal Roma Germen – İmparatorları, kendi ülkelerinin ordularını yöneten bağımsız liderler gibi değil, Papa’nın üst düzey komutanları olarak görülüyorlardı.
Ancak 14. yüzyıldan itibaren işler yavaş yavaş değişmeye başladı. Krallar artık Papalarınki yerine kendi otoritelerini dayatmanın peşine düştüler.
Özellikle Fransız Kralı ile Papa arasında güç mücadelesi hızla tırmandı. Papalık fermanında “Tanrı bizi (papayı) kral ve krallıkların üzerine yerleştirmiştir.” denirken, Fransa Kralı IV. Phillippe geri adım atmıyordu: “Saygıdeğer Efendimiz herhalde bilirler ki, dünyevi konularda kimsenin hizmetkarı değilizdir.”
Bunun üzerine Papa, tüm Katolik Kilisesi tarihindeki, dini otoritenin dünyevi güçlere üstünlüğünü en çok vurgulayan fermanı yayınladı: “Unam sanctam” (Tek kutsal kilise). Bu fermanın sert tonu, içerdiği şu ifadeyle özetlenebilir: “Extra Ecclesiam nulla salus” (Kilise dışında kurtuluş yoktur). Fermanda ruhani ve dünyevi iki kılıçtan söz ediliyor ve hangisinin diğerine tabi olacağı, son cümlede belirtiliyordu: “Şunu beyan ederiz ki, insanın ruhunun kurtuluşa erişmesi için yerine getirilmesi kesinlikle gerekli olan şart, Roma’daki Papa’ya boyun eğilmesidir.”
Bu fermandaki “iki kılıç” benzetmesini okuyan Fransa Kralı’nın bakanlarından birinin şöyle söylediği rivayet edilir: “Efendimin kılıcı çelikten yapılmış, Papa’nınki ise sözlerden.”
Nitekim Fransa Kralı IV. Phillippe’in yakın dostu olan bir Fransız’ın Papa seçilmesiyle birlikte, Papalık 1309’da Roma’dan, o zamanlar Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun, günümüzde ise Fransa’nın toprağı olan Avignon kentine taşındı. 1376’ya kadar peş peşe gelen ve hepsi Fransız olan yedi papa bu kentte hüküm sürdü.
1309-1376 arasındaki bu döneme, M.Ö. 6. yüzyılda Babil Kralı Nebukadnezar’ın Yahudileri Babil’de esir etmesine atfen, “Papalığın Babil Esareti” ismi verilmiştir.
Papalığın Avignon’a taşınmasından Roma ekonomisi ciddi zarar gördü. Bu durum ise zengin Toskana Bölgesi ve verimli Po Ovası’nın Roma’nın önüne geçmesini sağladı.
Bu bölgedeki şehirlerden bir tanesi diğer hepsini geride bırakacaktı.
Evren’in 5. Elementi
13. yüzyıldan beri İtalya’da İmparatorluk yanlısı Ghibellinler ile Papalık yanlısı Guelfler birbirleriyle mücadele halindelerdi. Bu mücadele ekonomik temelliydi. Papa’nın gücünü arttırmasının kendi çıkarlarına dokunacağını görenler Ghibellinleri, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun genişlemesinden korkanlar ise Guelfleri destekliyorlardı.
Bu iki grubun arasındaki çekişme pek çok alanda kendini gösterdi. Bunlardan biri de, propaganda işlemi görecek olan sanattı.
Böylece bu karmaşa ortamında bile, Orta ve Yukarı İtalya’daki şehirler finans ve sanat merkezleri haline geldiler. Söz konusu şehirler saraylar, kiliseler, çeşmeler, vb. ile donatıldı.
Bankacılık, tekstil, lüks ürünler, vb. sektörleriyle ve uzak diyarlara yaptığı ticaretle ekonomisi şaha kalkan Floransa, bu bölgedeki tüm şehirlerden öndeydi. 1300 yılında, yukarıdaki bölümde Fransa Kralı IV. Phillippe ile mücadelesine değindiğimiz Papa Boniface VIII, Floransa’yı ateş, su, hava ve topraktan sonra “Evren’in 5. Elementi” ilan etmişti.
Floransa
1300’lü yıllardaki İtalyan sanatı ve edebiyatına, “Milletrecento” (1300) kelimesinin kısaltması olarak “Trecento” denir. Bu yüzyılda İtalyan aydınları, sanatçıları ve edebiyatçıları, yeni bir dünya görüşü ortaya çıkardılar.
Yazı dizimizin bir önceki bölümünde değindiğimiz “Karanlık Çağlar” tanımını 1330’larda İtalyan bilgin ve şair Petrarca geliştirmişti. Ona göre, Antik Roma’nın “ışığı” ile, Roma’nın yıkılmasından sonra başlayan Orta Çağ’ın “karanlığı” arasında büyük bir karşıtlık vardı.
Yine bu yüzyılda yaşayan Boccaccio “Decameron” isimli yapıtındaki erotikten trajiğe yayılan öykülerinde, döneminin yaşantısını, insanların aptallıklarını, kurnazlıklarını, din adamlarının çıkarları ve cinsel zevkler peşinde koşmalarını, vb. anlatırken, Rönesans’ın yapıtaşlarından hümanizmanın da temellerini atıyordu.
Nihayet Dante, İtalyan edebiyatının en ünlü ve dünyanın sayılı eserlerinden olan “İlahi Komedya” ve diğer yapıtları sayesinde, Toskana Bölgesi’nde kullanılan dilin ve özellikle bu bölgenin başkenti olan Floransa şivesinin, günümüzdeki İtalyancanın bazını oluşturmasında büyük katkıda bulunacaktı.
En keskin ustura
14. yüzyılda insanın kendisini ve doğayı kavrama biçiminde de ciddi değişiklikler oluyordu. Doğanın kanunları olduğu, bunların gözlem ve deney yoluyla anlaşılabileceği görüşü yaygınlık kazanıyor, doğa ve doğaüstü arasında net bir ayrıma gidiliyordu.
İngiliz Fransisken papazı ve felsefecisi Ockham’lı William, bilimin gelişimine önemli katkıda bulunan “Ockham’ın Usturası” fikrini bu dönemde ortaya atmıştı. Buna göre, “zorunlu olmadıkça, varlıkları çoğaltmamak gerekir.”
Yani bir olayı, durumu, vb. açıklamak için birbirine üstünlüğü olmayan tezlerden en basit olanını seçmeliyiz.
Buna bir örnek verelim: İnşaat mühendisliğinde okuyan bir öğrenci, sınavını geçememiş olsun. Bununla ilgili şöyle iki açıklama sunabiliriz:
a) Öğrenci sınavına çalışmadı.
b) Konut sayısının artıp konut fiyatlarının düşmesinden korkan ev sahipleri, inşaat mühendisliği öğrencilerinin ders kitaplarını hazırlayan yazarlara rüşvet verip, bu yazarların ders kitaplarını yanlış örneklerle yayınlamalarını, böylece öğrencilerin derslerini geçemeyerek mezun olamamalarını, dolayısıyla yeni evler inşa edememelerini amaçladılar.
Her iki seçenek de doğru olabilir ama “mantıklı” insan birinciyi seçmelidir.
İlk bakışta herkesin zaten böyle düşündüğünü, dolayısıyla Ockham’ın Usturası’nın insan hayatına bir şey katmadığını varsayabiliriz. Oysa her gün gazetelerde rastladığımız komplo teorilerine inanan insan sayısı azımsanmayacak kadar yüksektir.
Ya da şu örneği ele alalım: Sevdiğim kişi ölünce onu gömdük. Yıllar sonra mezarı açtığımızda, etleri yok olmuş bir cesetle karşılaştık. Sizce ne oldu?
a) Toprağın altındaki beden çürüdü. Nokta.
b) Toprağın altındaki beden çürümüş olsa da, bu bedenden ayrı bir ruh, kendisi gibi ölmüş bedenlerden ayrılan diğer ruhlarla birlikte Mahşer Günü adı verilen zamanda yargılanmayı bekliyor ve o an geldiğinde, yaşarken işlediği sevap ve günahların karşılaştırılması sonucunda, hiç kimsenin görmediği, harika bir dünyaya gönderilerek sonsuza kadar binbir keyif içinde varlığını sürdürecek veya korkunç bir yere sürülerek akıl almaz acılar içinde kavrulacak.
Bu örnek, sınavını geçemeyen inşaat öğrencisi örneğinden farklı mı?
Yoksa temelde ikisi arasında pek fark yok mu?
Nazım Hikmet’in Mevlana’ya cevaben yazdığı birinci Rubai’sinde, Nazım’ın materyalist dünya görüşü ile Ockham’ın Usturası’nın kesiştiğini görmek mümkündür:
“Bir gerçek âlemdi gördüğün ey Celâleddin, heyûlâ filân değil,
uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illetî-ûlâ filân değil. (illetî-ûlâ: İlk sebep, Allah)
Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi:
«Suret hemi zıllest…» filân diye başlayan değil…” (Suret hemi zıllest: Görünen her şey gölgedir)
Ne umduk, ne bulduk…
Daha önceki yüzyıllarda Hristiyanlığın ruhani dünyaya verdiği ağırlığın karşısında ikinci plana itilmiş doğanın Antik Roma’dan beri ilk kez önem kazanması, resimde de kendisini gösterdi. Ressamlar çok uzun bir süreden sonra tekrar doğayı kendilerine öğretmen almaya başlayacaklar, geliştirecekleri tekniklerle, doğada gördüklerinin mümkün olduğunca benzerlerini yaratmaya çalışacaklardı.
Sanat tarihçisi Norbert Wolf “Giotto” isimli kitabında, doğayı kopyalayan resimlerin üretildiği ve geliştirildiği bu laboratuvarın Assisi’deki Aziz Francis Manastırı olduğunu ifade eder.
Fransisken Tarikatı’nın kurucusu Francis, yoksul bir yaşamın erdemini savunmuştu. 1226’da öldükten iki yıl sonra Papa tarafından aziz olarak kabul edilmesinin ertesi günü, Fransisken Tarikatı’nın Assisi şehrindeki ana kilisesinin yapımına başlandı. Bunun üzerinden iki yıl geçtiğinde ise Papa, Francis’in yoksulluk temelli hayat görüşünün yok hükmünde olduğunu ilan etti.
Böylece bir zamanlar sade, basit yaşamanın önemini vurgulayan Aziz Francis’in kurduğu tarikatın merkezi, Katolik Kilisesi’nin bolluğuna paralel biçimde şatafatlı bir manastıra ve dindar Katoliklerin uğrak noktalarından birine dönüşecekti.
Nitekim yüzyıllar sonra ABD’nin Kaliforniya Eyaleti’nin kuzeyindeki büyük ticaret ve finans bölgesi de, adını bu dilenci keşişten alacaktır: San Francisco.
San Francisco
Zaten “tarih” dediğimiz biraz da, birtakım niyetlerle yola koyulan insanlar tarafından ortaya atılan fikirlerin, bu kişilerin takipçileri olduğunu iddia edenler tarafından başlangıçtaki amaçlarından olabildiğince saptırılmasının öyküsü değil midir?
Biz yine Assisi’deki Manastırımıza dönelim..
Stigmata
Manastırın alt katındaki kilise Aziz Francis’in mezarına ev sahipliği yapar ve ziyaretçileri karşılarken, üst kattaki kilise devasa bir ayin mekanı olarak tasarlanmıştı. Üst katın camları, İtalya’da ilk kez olmak üzere, tamamen vitraylarla süslenmiş; duvarlar ve tavan, fresklerle kaplanmıştı.
Bu manastırı görse Aziz Francis’in herhalde kemikleri sızlardı. Ama burası bizim konumuz için çok önemli, çünkü Giotto’nun buradaki çizimleri, sonraki kuşakların sanatçılarını derinden etkiledi.
Gerçi öyle büyük bir alandan söz ediyoruz ki, burayı süsleyen fresklerin tek kişinin elinden çıkması mümkün değildir. Giotto ile birlikte büyük bir ekip de çalışmıştır.
Bu fresklerde Eski Ahit ve Yeni Ahit’ten sahneler yer alır. Bununla birlikte en önemli freskler, Giotto tarafından yapılan ve Aziz Francis’in yaşamından kesitler sunanlardır. Bunlarda, zengin bir tüccarın oğlu olan Francis’in sefahat içindeki günlerini terk edip kendisini Tanrı’ya adaması, çeşitli eylemleri sonucunda ruhunun arınması, gösterdiği mucizeler, vb.’nin anlatılmasından sonra nihayet “Stigmata”nın ortaya çıkması betimlenir: Buna göre Francis bir melek halindeki İsa ile karşılaşınca, İsa’nın çarmıha gerilişi sırasında vücudunda oluşan yara ve lekeler kendi vücudunda da çıkmış ve kendisi de, İsa’yı görmekten duyduğu coşkunun yanı sıra, aynı acıyı hissetmişti.
Aziz Francis’in Stigmata Alması, 1295-1300, Giotto. Napolyon’un İtalya’dan yağmaladığı diğer yapıtlarla birlikte Paris’te, Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.
Kuşlarla konuşur musunuz?
Şimdi Aziz Francis Manastırı’ndaki sahnelerden ikisini kısaca anlatalım…
Aziz Francis’in Babasını Reddetmesi, 1295-1300, Giotto, Aziz Francis Manastırı, Assisi
Aziz Francis’in annesi oğluna “Giovanni” ismini koysa da, Fransa ile iş yapan kumaş tüccarı babası çocuğuna “Küçük Fransız” anlamına gelen “Francesco” diye seslendiği için oğlanın adı “Francesco” olarak kalmıştı.
Francis bir gün döküntü halindeki bir kilisenin yanından geçerken İsa’nın kendisine şöyle seslendiğini duyar: “Francis, benim evim harabe haline gelmiş. Onu tamir et.”
Bunun üzerine Francis, babasının dükkanındaki kumaşları satıp kiliseyi tamir eder. Babası oğlunun bu yaptığına kızıp, mallarının parasını kendisinden isteyince Francis üzerindekileri çıkartır, babasına verir ve şöyle der: “Sen yeryüzündeki babamdın, bundan sonra yalnızca gökyüzündeki babam var.”
Aziz Francis’in bütün dünyevi eşyalardan vazgeçmesini anlatan bu freskte genç Francis çırılçıplak bir halde dururken, arkasındaki piskopos havluyla üzerini örtüyor. Sol tarafta, sarı bir giysi içindeki babası ile arasındaki fiziksel boşluk, Aziz Francis’in dünyevi zevklerden vazgeçişini ve babasını reddetmesini sembolize ediyor. Benzer şekilde, Francis’in arkasında ruhani dünyayı temsil eden din adamları, babanın arkasında ise maddi zenginliğe sahip Assisi soyluları var. Aynı ayrılık, sağ taraftaki kiliseye benzer mimari yapı ile sol taraftaki dünyevi yapıda da vurgulanmış.
Sol kolunda oğlunun kıyafetlerini tutan baba, yüzündeki kızgınlık ifadesiyle oğlunun üzerine yürümek amacıyla sağ adımını atmış, yumruk haline getirdiği sağ elinin bileğini tutan arkadaşı kendisini durduruyor. Francis ise, çevresindeki bu fiziksel tehditten hiç etkilenmemiş bir halde, kollarını tam bir teslimiyet içinde kaldırmış. Yukarıdan uzanan Tanrı’nın, yani Francis’in gökyüzündeki babasının, eli kendisini kutsuyor.
Bir sonraki freskimiz, yine bir mucize…
Aziz Francis Kuşlara Vaaz Veriyor, 1295-1300, Giotto, Aziz Francis Manastırı, Assisi
Bu freskte Aziz Francis’in kuşlara vaaz vermesi resmedilmiş. Efsaneye göre Francis şöyle söylemiş: “Kardeşim kuşlar! Sizi tüylerle giydiren, uçmanız için kanatlar veren, saf havayı bahşeden ve hiçbir şey yapmanıza gerek olmadan sizi esirgeyen yaratıcınıza büyük bir övgü borcunuz var.” Kuşlar da, Francis onları takdis edene kadar yanından ayrılmamışlar.
Francis’in el hareketlerinden, kendisini dinleyen kuşları takdis ettiğini anlıyoruz. Aziz olduğu, yalnızca başındaki hale ile değil, aynı zamanda yüzündeki, ne yaptığını bilen kişilere özgü, sakin ifade ile de vurgulanıyor.
Aziz’i gören çevredeki kuşlar da yerdekilerin yanına konuyorlar. Havadaki üç kuş, bir kuşun yere konmasının farklı evrelerinde çizilmiş. Böylelikle Giotto hem doğayı gözlem yeteneğini ortaya koyuyor hem de freske hareket getiriyor. Francis’in arkasındaki keşişin, kuşlarla konuşan bir insanı görmekten duyduğu şaşkınlık ise hem yüz ifadesinden, hem de sağ elinin irkilmiş bir halde geriye çekilmesinden okunabiliyor.
Gökyüzünden yeryüzüne
Assisi Manastırı’ndaki fresklerle aynı dönemde, 1290-1300 arası bir tarihte, Giotto Floransa’daki Santa Maria Novella Kilisesi’ndeki çarmıha gerilme sahnesini de yapmıştı. Vasari’ye göre bu eserin yapımında Giotto’nun öğrencilerinden biri de kendisine yardım etmiştir.
Çarmıha Gerilme, 1290-1300, Giotto, Santa Maria Novella, Floransa
Söz konusu yapıt 1990’larda uzun bir restorasyon sürecine alındı ve 2001’de tamamlanan restorasyon sayesinde, İsa’dan akan kanın kırmızılığının 16. yüzyılda yağlıboya ile üzerinden geçilerek iyice belirginleştirildiği tespit edildi.
Bunun nedenini açıklamak için Hristiyanların kutsal metinlerine değinmemiz gerekiyor.
İsa’nın havarileri ile yediği son akşam yemeğinde, İsa havarilerine ekmek verirken “Bu benim bedenim”, şarap verirken “Bu benim kanım” demiş ve kendisini izleyecek olanların aynı ritüeli tekrar etmesini istemiştir. Katolikler bu olayla, İsa’nın insanlığın günahlarının bedelini kendi vücudu ve kanıyla ödediğine, böylece Tanrı ve insan arasındaki “Yeni Ahit”in vurgulandığına inanırlar. Bu nedenle, Latince “communio” sözcüğünden türeyen Komünyon, Yunanca “şükran” anlamındaki Efkaristiya, bazı Türk Hristiyanlarınca kullanılan adıyla Aşai Rabbani (Arapça “Rabbin sofrası”) veya Hristiyan olmayan Türk halkı arasında bilinen adıyla Ekmek-Şarap ayini, Katoliklerin en önemli ayinidir. Bu ayinde Hristiyanların yediği ekmeğin İsa’nın bedenine, şarabın ise İsa’nın kanına, kelimenin gerçek anlamıyla, dönüştüğü düşünülür.
Doğal olarak Orta Çağ’da da buna inanılıyordu.
16. yüzyılda ise Reform/Protestanlık Hareketi ortaya çıktı. Protestanlara göre Efkaristiya’daki İsa’nın bedeni ve kanının dönüşmesi yalnızca sembolik düzeydeydi.
Reform Hareketi nedeniyle gücünü kaybetme tehlikesi ile yüzleşmek zorunda kalan Katolik Kilisesi “Karşı Reform” Hareketi’ni başlattı. Bu Hareket’e ve sanattaki yansımalarına ilerideki yazılarımızda değineceğiz. Şimdilik şunu belirtmekle yetinelim ki, Protestanlığın etkisini sınırlamak ve papalığın siyasi/ekonomik gücünü muhafaza etmek amacıyla, Karşı Reform’da Katolik klişelerine sıkı sıkıya bağlı bir inanç sistemi savunuluyordu. Bu kapsamda öne çıkartılan görüşlerden biri de, söz konusu ayindeki bedenin/kanın gerçek olduğunun vurgulanmasıydı. İşte 16. yüzyılda Giotto’nun yapıtındaki kırmızı kanın belirginleştirilmesi de büyük olasılıkla bu amaçla yapıldı.
Yani politikanın sanat üzerindeki etkisinin sayısız dışavurumundan biri olarak…
Şimdi esere bakalım.
İsa’nın üzerinde üç dilde – yukarıdan aşağıya İbranice, Yunanca ve Latince – şu cümle yazılmış: “Nasıralı (İsa’nın çocukluğunu geçirdiği yer Nasıra kentidir) İsa, Yahudilerin Kralı”. Bu ifadenin farklı dillerde yazılmış olması, Hristiyanlığın evrenselliğine işaret ediyor. Giotto’nun, eserlerini yaratırken gözleme ne kadar bağlı kaldığını daha buradan görebiliyoruz: İbranice ifade doğru biçimde yazılmış. Başka bir sanat eserinde aynı ifadenin tekrar doğru biçimde görülebilmesi için yüz yıldan uzun süre geçmesi gerekecek.
Yeri gelmişken söyleyelim: Sanat tarihi boyunca, çarmıha gerilmiş İsa resimlerinin/heykellerinin üzerinde karşımıza bir kısaltma çıkar. Yukarıda Türkçe karşılığını verdiğimiz yazının Latincesi “Iesus Nazarenus, Rex Iudaeorum”un baş harfleri, yani INRI.
INRI’ye bazı örnekler…
Karl Köprüsü’nden bir heykel, Prag
Isenheim Sunak Panosu, 1516, Matthias Grünewald, Colmar
Giotto’nun eserine dönelim.
Eserin arka planındaki lacivert renk, gökyüzünü ve cenneti çağrıştırarak, hem İsa’nın ilahi doğasını sembolize ediyor hem de kanının kırmızılığı ile karşıtlık oluşturuyor. İsa’nın kanının yerdeki kafatasının üzerine akması ise, İsa’nın kendisini tüm insanlık için kurban etmesini, böylelikle ilk insan kabul edilen Adem aracılığıyla insanlığın kurtuluşunu sembolize ediyor.
Ancak bu sembollerden daha önemlisi, İsa’nın çiziliş sekli. Bizans sanatındaki uzun, zarif oranlar yerini daha gerçekçi oranlara bırakmış, artık başın vücuda oranı 1:7 değil, 1:6. Ölmüş bedenin ağırlığı yüzünden kaburgalar gerilmiş. Ayaklar tek bir çivi ile tutturulmak için üst üste konulduğundan dizler bükülmüş.
Artık İsa yalnızca ilahi bir varlık, bir fikir değil; bedeniyle, kaslarıyla, ağırlığıyla bir insan…
Tarihin bu anında, bedenin ruha karşı giderek önem kazandığı bir dünya görüşünün doğuşuna tanıklık ediyoruz. Tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla, günümüze kadar artarak devam edecek bir dünya görüşünün…
Burada insana insan olduğu için değer verilen yeni bir hayat, “yeniden doğuş” başlıyordu.
Yani “Rönesans”.
Gün gelecek, Giotto “Erken Rönesans’ın Babası” kabul edilecektir.
Giotto Heykeli, 1845, Giovanni Dupré, Uffizi Galerisi, Floransa
Tefecilerin şahı
Verilen para karşılığında yalnızca yüksek değil, herhangi bir düzeyde faiz almak Kilise düzenlemelerine göre “tefecilik” olarak görülüyordu ve günahtı. Ancak tefecilik, yani en ufak faizi bile bu kapsamda değerlendiren Kilise’nin tanımına göre değil, gerçek tefecilik yaygındı. Borçlular çok yüksek faiz ödemek zorunda bırakılıyor, ellerinde ne var ne yok kaybediyorlardı.
Bunun sonucunda tefecilerden ve genel olarak parayla ilgilenen herkesten nefret ediliyordu: Bankacılardan, rehincilerden ve hepsinden çok Yahudilerden…
Bu şekilde toplumun nefretini kazanmış kişilerin öldüklerinde kilise topraklarına gömülmeleri yığınların tepkisini çektiğinden, onlar da çareyi kiliseye sadaka vererek “günahlarından arınmakta” buluyorlardı. Ancak yalnızca sadaka vermek, kilisenin bağışlayıcılığı için çoğu kez yeterli olmuyordu. Tüm kazanılanların verilmesi isteniyordu.
Böylece en büyük tefecinin kim olduğu konusunda okuyucunun aklında soru işareti kalmamıştır diye umuyoruz.
Şefaat umuduyla tüm kazançların kiliseye aktarılmasının, ölüm döşeğindeki mal sahibinin varisleri tarafından hoş karşılandığını söylemek pek mümkün değildir. Örneğin Sienalı banker Giovanni Colombini mirasını fakirlere bıraktığında, aslında dindar biri olan karısı bu duruma isyan etmişti. Giovanni, karısının kendisine sürekli daha yardımsever biri olmasını öğütlediğini eşine hatırlattığında, karısı şöyle yanıt vermişti: “Ben yağmur için dua ediyordum, sel için değil.”
Giotto’nun başyapıtı olacak eserin siparişi de, böyle bir “aklanma” gayesine yönelik olarak, tefecilikle kazanılmış parayla ödenecekti.
Unutmadan söyleyelim…
Kahramanımız Giotto da tefeciydi. Standardın % 50 olduğu bir dönemde, borçlularına % 120 faiz uyguluyordu.
Sonsuz ateş yağmurundan nasıl korunursunuz?
İlahi Komedya’da Dante, cehennemin yedinci katını gezerken tefecilerle karşılaşır. Yaşarken parmaklarını kıpırdatmadan servet sahibi oldukları için, şimdi sonsuz bir ateş yağmurundan umutsuzca korunmak amacıyla ellerini vücutlarına siper etmektedirler.
Dante ve kendisini cehennemde gezdiren Romalı şair Virgilius, günahkarların başına gelen cezayı seyrediyorlar, İlahi Komedya’dan bir sahne, 1857, Gustave Doré. Fransız ressam Doré’nin İlahi Komedya çizimleri ünlüdür.
Her tefecinin boynunda boş bir para kesesi, bu kesenin üzerinde ise tefecinin aile arması vardır. Bu arma sayesinde Dante, İtalya’nın Padova kentinin önde gelen tefeci ailesi Scrovegni’lerden Reginaldo’yu tanır.
İşte bu Reginaldo’nun oğlu Enrico, babasını ilahi cezadan kurtarmak için 1300’lerin başında “Scrovegni Şapeli”ni yaptıracaktı. Bu şapel (Hristiyanlarca kutsal sayılan küçük ibadet yeri), Roma zamanından kalan bir arenaya bitişik araziye yaptırıldığı için, “Arena Şapeli” olarak da bilinir.
Bazı araştırmacılar şapelin mimarının Giotto olduğunu iddia etseler de, bu durum şüphelidir. Ancak şapelin içindeki fresklerin Giotto’ya ait olduğu kesindir. Bu fresklerde İsa, Meryem ve diğer kutsal kişilerin yaşamlarını anlatan çok sayıda sahne ile, çeşitli erdemler ve günahlar gösterilmiştir.
Bu çizimlerin Orta Çağ’daki diğer ressamların yapıtlarından farkı şuydu ki, İncil’deki öykülerin resimle açıklanması yerine, Giotto’nun eserlerine bakan izleyiciler, sanki bir tiyatro sahnesi izliyorlarmış gibi, tüm öyküyü seyredebiliyorlardı.
Şimdi bu fresklerden bazılarını inceleyelim.
Kanla vaftiz edilmek
Matta İncil’inde geçen ve çok büyük olasılıkla tarihsel gerçekliği bulunmayan öyküye göre Kral Herod, yeni doğan bir çocuğun büyüyünce kendisinin tahtına tehdit oluşturacağını öğrendiğinde, iki yaşın altındaki bütün erkek bebeklerin öldürülmesini emreder. Katolik Kilisesi’nce ilk Hıristiyan şehitleri olarak kabul edilen bu bebeklerin öyküsü, Giotto’nun aşağıdaki freskinde gösterilmiştir.
Masumların Katli, 1304-1306, Giotto, Arena Şapeli, Padova
Freskin konusu, sahnenin ortasındaki katille vurgulanmış. Sağ elindeki kılıcını bebeğe saplamak üzere geriye çekmiş olan katil, sol eliyle bebeğin sol ayak bileğini yakalamış. Bu durum, can havliyle annesinin boynuna sarılan bebeğin ümitsizliğini ve annesinin çaresizliğini iyice ortaya çıkartıyor. Katilin hemen arkasında ise, öndeki sahnedeki rollerin değiştiğini görüyoruz: Burada başka bir katil, bebeği öldürürken, bu sefer bebeğin sol ayak bileğini tutan kişi katil değil, bebeğin annesi. Sağ tarafta, oğullarını kaybeden kadınların acıları yüzlerinden okunurken, sol tarafta, yapılan eylemin vahşiliğinden utanan ve bunun bir parçası olmak istemeyen erkeklerin utancı resmedilmiş. Yerde yatan çok sayıdaki ölü bebek, vahşetin büyüklüğünü zihnimizde canlandırmamıza katkı sağlıyor. Sol üst taraftaki balkonda, bu korkunç emri veren Herod katliamı izliyor. Sağ üst taraftaki bina, sekizgen yapısıyla vaftizhaneleri çağrıştırırken, yeni doğan bebeklerin suyla vaftiz olmaları gibi, şehitlerin de kanla vaftiz olduklarına atıfta bulunuyor.
Elbette freskin eksiklikleri vardır. Örneğin perspektif doğru değildir, Herod’un durduğu balkon aşağıdaki kitleden çok daha yukarıda olmalıdır.
Ancak bu tür eksiklikleri doğal karşılamak gerekir. Çünkü o dönemde perspektifin ilkeleri bilinmiyordu, daha bir asır kadar da bilinmeyecekti.
Para kimdeyse cennet onda
Bir sonraki freskimiz “Son Yargılama”.
Son Yargılama, 1303-1305, Giotto, Arena Şapeli, Padova
İnsanların dünyada işledikleri günah ve sevaplara göre cennet ya da cehenneme gönderilecekleri mahşer günü sahnesi, 8. yüzyılın sonundan itibaren Batı resminde görülmüştü.
Giotto’nun freskinde ve özellikle sağ alt taraftaki cehennem tasvirinde, sanatçının müthiş hayal gücü kendisini gösterir. Günahkarlar türlü türlü cezalara çarptırılmışlardır. İsa’ya ihanet eden, darağacındaki Yahuda’nın bağırsakları çıkartılmıştır. Yahuda’nın üzerindeki üç tefeci, para keselerinin ipleriyle asılmışlardır.
Yahuda ve Üç Tefeci, Son Yargılama’dan Detay
Fakat yukarıda kendisinden söz ettiğimiz, bu şapelin sahibi ve Giotto’nun patronu Enrico Scrovegni de tefeci olmasına karşın, cehennemde değil arafta, Haç’ın sol tarafında yani cehennemdense cennete yakın bir yerde çizilmiştir. Diz çökmüş bir vaziyette, Bakire Meryem’e şapeli sunmaktadır. Meryem’in elini açık bir şekilde Enrico’ya uzatmasından, tefeciyi affettiği anlaşılabilir.
Enrico Scrovegni, Son Yargılama’dan Detay
Giotto patronunun arkasındaki on beş seçilmiş kişiyi bir günde resmederken, patronunu dört günde çizmiştir: Başı için bir gün, sol eli ve sağ kolu için birer gün, vücudun kalanı için de bir gün. Bu sayede Enrico’nun kemerli burnu iyice vurgulanabilmiş, hafifçe aralanmış ağzı şaşkınlık dolu bir ifade kazanmış, parmakları da, örneğin kiliseyi tutan diğer adam ve kadınınkinden çok daha zarif, ince bir hal almıştır.
Görüldüğü gibi günahkar bir tefeci bile olsanız, bir şapel yaptırarak cenneti satın alabilirsiniz.
Ne demişler, parayı veren düdüğü çalar.
Acının resmi
Giotto’nun inceleyeceğimiz son yapıtı ise, “Ağıt”.
Ağıt, 1303-1305, Giotto, Arena Şapeli, Padova
İsa’nın cesedi çarmıhtan indirilmiş, sevenleri başında toplanmışlar. Aslında bir freskin/resmin ağırlık noktasının ortada olması beklenirken, bu resimde ağırlık solda… Giotto bunu büyük bir ustalıkla, çaprazlama koyduğu bir kaya sayesinde başarmış. Bu kaya resme hem derinlik duygusu veriyor hem de izleyicinin bakışını kaya boyunca, sağ yukarıdan sol aşağıya doğru kaydırarak Bakire Meryem’e ve İsa’nın başına ulaştırıyor.
İsa’nın ölümünden duyulan üzüntü her yerde hissediliyor: Havada uçuşan meleklerin el ve yüz ifadelerinde, çığlıklarında, İsa’nın üzerine eğilen Aziz John’un haykıracakmış gibi açılmış ağzında ve kollarını geriye uzatışında… Kayanın sağ üst tarafındaki ölü ağacın çıplak dalları bile, Aziz John’un iki yana gerili kollarını, dolayısıyla çektiği ıstırabı, anımsatıyor.
Oğlunu kaybeden Bakire Meryem İsa’nın başını dizlerine dayayıp, kollarını boynuna dolamış. Böylelikle bu freske bakan bir annenin, kendi çocuğunu kaybetmesi durumunda yaşayacağı acıyı zihninde canlandırıp freskten daha fazla etkilenmesi sağlanıyor. Diğer yandan, Mecdelli Meryem’in İsa’nın ayaklarını şefkatle okşarken yüzündeki ifade de, perişanlığını ortaya koyuyor.
Bununla birlikte Giotto’nun acıyı göstermek için yüz ifadelerine ihtiyacı yok. Yerde, sırtları izleyiciye dönük oturan iki kadının başları omuzlarının arasına öyle gömülmüş ve vücutları çektikleri acının ağırlığıyla öyle ezilmiş ki, o anda yüzlerinin nasıl göründüğünü tahmin etmemiz zor değil.
“İlk sanatçı” Giotto
Yukarıda bazılarından söz ettiğimiz yapıtları sayesinde Giotto’nun ünü İtalya’yı aştı. İnsanlar ilk kez bir ressamın nasıl davrandığını, neler yaptığını merak ediyor, kendisi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorlardı.
Nitekim 1337’de hayata gözlerini yumduğunda, büyük bir törenle Floransa Katedrali’ne gömüldü. Tarihte ilk kez bir sanatçı için devlet töreni düzenlenmişti.
Kendisinden sonra ressamların ve resim sanatının tarihi asla eskisi gibi olmayacaktı.
“Batı Resim Tarihi” yazı dizimizin Giotto’yu anlattığımız bu bölümünü, yukarıda andığımız Boccaccio’nun Decameron’undan bir bölümle (6. Gün, 5. Öykü) bitirelim. Aşağıdaki metin, Decameron’un Rekin Teksoy tarafından yapılmış çevirisidir.
“(…) Giotto adındaki ikinci kişiye gelince, öyle güçlü bir yeteneğe sahipti ki, her şeyi doğuran, yıldızları hareket ettiren doğayı kalemiyle, fırçasıyla olduğu gibi resme dökebilirdi. Yaptığı resimler tıpatıp aslına benzer, insan gözü çoğu kez yanılıp, resmi gerçekle karıştırırdı. Giotto, aydın kişilerin desteğini önemsemeyip bilgisiz kişilerin gözlerine hoş görünmek isteyenlerin hataları nedeniyle uzun yüzyıllar boyunca gömülü kalan bu sanatı yeniden gün ışığına çıkarmıştı. Bu nedenle Floransa’nın övünç kaynaklarından biri olmayı hak etmişti. Üstelik ünlendikçe alçakgönüllülüğü artmış, ustalığın doruğuna erişse de, kendisi için usta sanının kullanılmasına hep karşı çıkmıştı. Usta sanından kaçınması saygınlığını daha da arttırırken, kendisinden daha bilgisiz kişilerin, başka ressamların kıskançlığına yol açmıştı.”
Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, Alp Dağları’nı aşarak İtalya’dan çıkacak ve Erken Kuzey Rönesansı’nın en önemli temsilcilerinden birinin hayatına ve yapıtlarına değineceğiz.
26
“3. Resmi Dirilten Ressam: Giotto di Bondone (1267(?)-1337)” için 6 yanıt
Elinize sağlık. Büyük bir ilgi ile takip ediyor, bir sonraki bölümü sabırsızlık içinde bekliyorum. Kolay gelsin. Selamlar.
Cok tesekkurler, umarim sonraki bolumler de ilginizi ceker:)
Yine ilgiyle ve beğenerek okuduğum bir yazı olmuş.. Kendimi sanat tarihi dersi çalışan bir öğrenci gibi hissettim.
Sag olun Hocam, sizin boyle dusunmeniz beni cok mutlu ediyor. Bakalim sonraki bolumlerde de fikriniz ayni kalacak mi:)
Okumaya başlayınca bırakmak istemediğim, okuyucuyu içine çeken çok güzel bir yazı. Ayrnı zamanda eğitimlerimde verdiğim sadeleşme örneklerinde sıkça kullandığım Ockham’ın Usturası teorisini farklı bir açıdan değerlendirme imkanı bulduğum yazı için çok teşekkürler Berk Birincioğlu.
Dizinin yeni yazısını merakla bekliyorum.
Cok tesekkurler Agabey, gerçi bu dizide senin icin yeni pek bir şey yoktur ama yine de iyi okumalar:)