“Rusya’da savaşan Alman ordusu, bir karınca sürüsüne saldıran file benziyor. Fil binlerce, hatta belki milyonlarca karıncayı öldürecektir. Ama sonuçta karıncaların sayısı filin hakkından gelir ve karıncalar fili kemiklerine kadar yerler.”
Alman ordusu albaylarından Berndt von Kleist
Yazı dizimizin bu bölümünde, Stalingrad’dan sonra tüm cephelerde yaşanan Alman çekilmesini izliyor, Hitler’in son model tanklarının gücünden medet umarak giriştiği, tarihin en büyük tank muharebesine ve bunu takip eden gelişmelere değiniyoruz.
Kayıtsız şartsız teslimiyet
Stalingrad Muharebesi’nde son evreye girilen 1943 Ocak’ının ikinci yarısında Kazablanka’da bir araya gelen Churchill ve Roosevelt savaşın seyri üzerinde büyük etkisi olacak bir karar aldılar.
Buna göre Almanya, İtalya ve Japonya kayıtsız şartsız teslim olana kadar savaş devam edecekti.
Kayıtsız şartsız teslimiyet kararının ardında iki neden vardı. Birinci neden, Stalin’in Batılı müttefiklerinden ayrı olarak Hitler’le barış yapmaya kalkışmayıp, Hitler’in kuvvetlerini yıpratmaya devam etmesinin istenmesiydi. İkincisi ise “Küçük Caniler Yaratmanın Erdemi” yazı dizisinin “Kazan Kaynıyor 1918–1933” başlıklı bölümünde söz edilen “Hançer Darbesi Efsanesi”nin tekrarına yer verilmesi olasılığını ortadan kaldırmaktı.[2]
Kazablanka’da ilan edilen bu karar üzerine çok tartışılmıştır. Bu kararı destekleyen tarihçiler, Almanya’nın bir daha savaş çıkarmaya yeltenmemesi için bunun gerekli olduğunu savunurken, karşı taraftakiler, Avrupa’nın ortalarına kadar gelen SSCB’yi durdurmak için güçlü bir Almanya’nın muhafaza edilmesinin doğru olacağını ileri sürmüşlerdir. Ayrıca müttefiklerin barış için kayıtsız şartsız teslimiyeti şart koşması, Nazilere büyük bir propaganda gücü vermiş, müttefiklerin Almanya’nın kanını içmeyi istedikleri yalanına çok sayıda yandaş bulmalarını sağlamıştı.
2. Dünya Savaşı boyunca yeteneklerini Hitler’in emrine sunarak, tarihin gördüğü en korkunç rejimlerden birinin, belki de birincisinin, daha uzun süre devam edebilmesine, böylece daha fazla masum insanın gaz odalarında hayatını kaybetmesine neden olmuş Guderian ve Manstein gibi Almanya’nın en parlak komutanları, savaş sonrasında yayınladıkları anılarında ve konuşmalarında, müttefiklerin dayattığı kayıtsız şartsız teslimiyet kararının, Alman ordusuna savaşmaya devam etmekten başka çıkar yol bırakmadığını iddia ederek müttefikleri suçlamış ve kendilerini aklamaya çalışmışlardır.
Aslında savaşı kısa sürede bitirmenin başka bir yolu daha vardı: Hitler’in çevresindeki bu sayısız üst düzey asker ve bürokrattan bir tanesi, evet yalnızca bir tanesi, bir robot gibi davranmak yerine, vicdanlı ve cesur bir insan gibi hareket etmeyi seçse ve kendisiyle birlikte Hitler’i havaya uçursaydı, savaş, müttefiklerin kayıtsız şartsız teslimiyet ilkesine rağmen, çok daha kısa zamanda sona erecekti (Gerçi bunu deneyen çok az sayıda subay çıkmış ancak her seferinde Hitler, toplantı yerine gitmemek, mekandan erken ayrılmak, vb. suretiyle kurtulmayı başarmıştır).
Ancak bir felaketle karşılaştığımızda kendimizi değil başkalarını suçlamak daha kolaydır. Alman komutanları da bu kolaylığa kaçmaktan kendilerini alamadılar.
Sonuç olarak Roosevelt’in, bu ilke ile Alman halkına zarar vermeyi hedeflemediklerini, yalnızca suçlu, barbar liderleri cezalandırmayı amaçladıklarını söyleyen konuşması Almanya’da herhangi olumlu bir yankı bulmadı.
Terfi etmek için düşmandan ne kadar hızlı kaçmak gerekir?
Ruslar’ın Stalingrad’ı kuşatmaları sonrasında, Kafkasya’daki General Kleist’ın komutasındaki Alman ordularının arkasına sarkması, Kleist’ın da çembere alınması tehlikesini doğurmuştu. Bunun üzerine, Hitler’in emriyle, Kleist geri çekilmeye başladı. Şubat başında Stalingrad düşerken, Kleist da ordusunu Ruslar’ın elinden kurtaracak kadar çekilmeyi başarmıştı. Böyle soğuk bir mevsimde, çevreleri Rus ordularıyla sarılıyken bu işin yapılması öyle zordu ki, Alman ordusunun bu çekilmesi Kleist’ı feldmareşalliğe yükseltti.
Yine de feldmareşalliğin Kleist’a uzun vadede mutluluk getirdiğini söyleyemeyiz. Kendisi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Rus hapishanelerinde ölen en yüksek rütbeli Alman askeridir.
Almanların kafasındaki soru
Ruslar Stalingrad’a ek olarak, kuzeyde Leningrad’dan güneyde Karadeniz’e kadar uzanan tüm cephe boyunca çeşitli noktalarda karşı saldırılara geçmişlerdi. Bu sayede Leningrad’daki Alman kuşatması zayıfladığı gibi, 1943 Şubat’ının ilk yarısında Kursk şehri de ele geçirildi.
Ancak Rusların elinde böyle geniş bir cephe boyunca, farklı noktalardan yapılacak saldırıları sürdürmelerini sağlayacak yakıt, cephane ve erzak yoktu. Başlarda bu eksikliklerini, düşmandan elde ettikleri malzemelerle tamamladılar. Ancak Almanlar geri çekildikçe cephe daraldığından, Alman askerleri savunma için kendilerine ihtiyaç duyulan noktalara daha rahat ulaşmaya, daha kuvvetli bir direniş sergilemeye başladılar. Böylece, Alman malzemelerini artık kolaylıkla ele geçiremeyen Rusların lojistik problemleri giderek arttı. Şubat sonunda Manstein komutasındaki Alman ordusunun güneyde başlattığı karşı saldırı Rusların ilerlemesini durdurduğu gibi, Mart’ın ikinci yarısı geldiğinde Almanlar bazı kentleri tekrar ele geçirmeyi bile başardılar.
Bununla birlikte Almanların da ellerindeki mevcut kuvvetlerle yapıp yapabilecekleri bu kadardı. Nihayet Mart sonunda karların erimesiyle yolların çamur deryasına dönmesi sonucunda, iki tarafın karşılıklı saldırıları tamamen durdu.
Stalingrad felaketinin geçici olarak durdurulduğu bu anda Almanların kafasındaki soru şuydu: Çamurun ortadan kalktığı yaz aylarında ne olacaktı?
Komutanları dinle(me)mek
Stalingrad’da verdiği büyük kayıplardan sonra bile, Rusya’daki Alman ordusu hala kuvvetliydi. Almanlar Leningrad’ın hemen dışında, Baltık ülkelerinde, Donetsk havzasında, Ukrayna’da ve Kırım’da güçlü şekilde konumlanmışlardı.
Bununla birlikte, Alman komutanlar açısından, savaşın kazanılmasının mümkün olmadığı artık ortaya çıkmıştı. Onlara göre uygulanması gereken strateji, savaşı kazanmaya çalışmak değil, Rusları savaşı kazanamayacaklarına ikna etmekti. Buna göre, Alman ordusu genel olarak savunmada kalmalı ve fırsat buldukça Ruslara sınırlı ancak etkili karşı saldırılar düzenlemeliydi. Böylece Ruslar her seferinde ağır kayıplar verecek ve savaşı sürdürmelerinin çok daha büyük kayıplara neden olacağını düşünüp, barış masasına oturmaya razı olacaklardı.
Bununla birlikte güney cephesinde Mart’ta kazanılan kısmi başarılar; ordunun geri çekilip savunmaya geçmesi için kendisini boşuna ikna etmeye çalışan Alman komutanların büyük bölümünün aksine bir hayal dünyasında yaşayan Hitler’i yeniden umutlandırmıştı. Rusya’ya saldırırken bu ülkenin gücünü küçümsediğini kabul ediyordu ancak iki yıldır devam eden savaşta müthiş kayıplar veren Rusya’nın kaynakları da bir yerde tükenecekti. Hitler 1941 ve 1942 yazlarında yürüttüğü başarılı seferlerin bir benzerini 1943’te tekrarlamayı tasarlıyordu.
Dikkate almaktan kaçındığı nokta ise, Ruslardan farklı olarak Almanların ABD ve İngiltere gibi başka iki devle daha savaştığı ve geçen iki yılda Alman ordusunun da çok kan kaybettiğiydi. Almanlar 1941 yazında kuzey, merkez ve güney cephelerden geniş ölçekli bir saldırıda bulunmuş, 1942 yazında ise güney cephesiyle sınırlı bir harekat yapabilmişlerdi. 1943 yazında artık bu ölçüde bir harekata kalkışmaları bile mümkün değildi.
Diğer tarafta, rakibi Hitler’e benzer şekilde Stalin de, bir an önce düşmana saldırmaya can atıyordu. Ancak Jukov Stalin’e, Almanların bir saldırı planı içinde olduklarını, onlara saldırmak yerine savunmada kalıp, Almanlar bütün güçlerini harcadıktan sonra, taze birlikler ve malzemelerle düşmana karşı saldırıda bulunmanın çok daha doğru olacağını söylediğinde, Stalin kendi görüşünde diretmedi.
Daha önce belirttiğimiz gibi, Hitler ve Stalin’in savaştaki rolleri iki yıl öncekinden çok farklıydı. O zamanlar Hitler generallerini dinler, Stalin ise bildiğini okurken, şimdi durum tersine dönmüştü.
Mide bulantısı
Generallerini dinlemeyen Hitler, harita üzerinde Ruslara saldıracağı bir yer aramaya başladı. Leningrad’dan Karadeniz’e uzanan Alman-Rus cephesinin ortalarında bulunan Kursk şehrinin çevresindeki Sovyet kuvvetleri, Alman işgalindeki topraklara doğru bir çıkıntı oluşturuyordu. Hitler tam olarak buraya saldırmaya karar verdi.
Eğer bu saldırı başarılı olursa, hem Stalingrad yenilgisi sonrasında zedelenen, Almanya’nın müttefikleri nezdindeki saygınlığı tekrar kazanılmış olacak hem de büyük bir Rus gücü ortadan kalkacağı için buradaki Alman kuvvetlerini başka cephelere kaydırmak mümkün hale gelecekti.
Manstein, Guderian ve Model gibi Almanya’nın en yetenekli komutanları kendisini bu saldırıdan vazgeçirmeye çalıştılar. Mayıs’ın ilk yarısında Guderian ile yaptığı görüşmede Hitler bu saldırının başarı şansından duyduğu endişeyi Guderian’a itiraf etmişti: “Hakkınız var! Bu saldırı aklıma her geldiğinde midem bulanıyor.”
Ancak “Zitadelle” (Hisar) Harekatı adı verilen saldırı planı iptal edilmedi.
Hitler’in hayvanat bahçesi:
Filler, kaplanlar, panterler…
Hitler’i bu saldırıyla ilgili umutlandıran şey, yeni geliştirilen Alman silahlarıydı. Stalingrad bozgunundan sonra Hitler, 1941 Aralık’ındaki Moskova yenilgisi sırasında görevden aldığı Guderian’ı tekrar iş başına dönmeye çağırmış, Guderian Zırhlı Birlikler Genel Müfettişi olarak atanmıştı. Bu yetenekli komutanın dehası sayesinde Alman zırhlı kuvvetlerinin ikinci baharı başladı: Hem nicelik hem de nitelik açısından zırhlılar büyük bir ilerleme kaydettiler.
Adlarını, daha önce Hitler için Volkswagen otomobilini de dizayn etmiş araba üreticisi Ferdinand Porsche’den alan “Ferdinand” topları gerçekten çok büyük, güçlü toplardı. Bu yüzden onlardan “Fil” diye söz ediliyordu. Yine Porsche’nin dizayn ettiği “Kaplan” tankları da teknolojik açıdan çok gelişmiş, ancak aynı nedenle pahalı ve yüksek benzin sarf eden araçlardı. Bu iki silah o kadar ağırdı ki, onları taşımak için özel köprüler inşa edilmesi gerekiyordu. Rus T34 tanklarının karşısına çıkartılan orta ağırlıktaki “Panter” model tank da büyük bir ateş gücüne ve sağlam bir zırha sahipti.
Zırhlı Birlikler Genel Müfettişi görevindeki Guderian, bu tankların henüz tamamlanmadıklarını, birkaç haftada giderilemeyecek pek çok teknik eksikliklerinin bulunduğunu, ayrıca sayılarının az olduğunu söylese de Hitler bu uyarıları dinlemedi. Ruslar üretimlerini iyice arttırıp ezici bir güç haline gelmeden, onlara altından kalkamayacakları bir darbe vurmayı amaçlıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Zeitzler de Hitler’in yanındaydı. Panter ve Kaplan tanklarının Alman ordusuna önemli bir teknolojik avantaj sağladığını iddia ediyordu.
Saldırı planına göre; Manstein’ın güney ve Kluge’nin kuzeyde bulunan yaklaşık aynı güçteki birlikleri Kursk’a iki yönden saldıracaklardı. Bu iki komutanın emrine verilecek birlikler, Rusya’daki Alman kuvvetlerinin neredeyse yarısını, zırhlılarının ise tamamını içeriyordu.
Hitler elindeki tüm parayı tek bir karta yatırmış, çok büyük bir kumar oynamaya hazırlanıyordu.
Kurt İni’ndeki köstebek
1943 Temmuz’u başında Hitler Polonya’daki “Kurt İni” isimli karargahında, generallerine saldırı planını açıklarken, onları uyarmayı da ihmal etmiyordu: Saldırının başarılı olması, düşmana yapılacak sürpriz unsurunun kaybedilmemesine bağlıydı. Bu nedenle saldırının başlama zamanını düşman kesinlikle bilmemeliydi.
Hitler’in bilmediği ise, Kurt İni’nde bir köstebek olduğuydu.
Hitler’in 1943 yılının en büyük saldırısını generallerine açıklamasının üzerinden bir gün bile geçmeden Kruşçev ile Komutan Vatutin, kendilerine ulaşan istihbaratı değerlendiriyorlardı: “Faşistler 3 ila 5 Temmuz arasında filanca noktalardan saldıracaklar.”
Aslında Kursk’a bir Alman saldırısının yapılacağı beklendiği için, Ruslar haftalardır buna hazırlanıyorlardı: Kursk şehrinin etrafında önce bir siper kazdılar. Bunun arkasına bir siper daha, onun arkasına bir siper daha, onun arkasına bir siper daha, …
Toplam uzunlukları dokuz bin km’yi aşan bu siperlere Ruslar dokuz yüz binden fazla mayın döşemişlerdi.
Ancak şimdi ellerindeki bilgi paha biçilmezdi. Hitler’in hangi tarihte ve nereye saldıracağını kesin olarak biliyorlardı.
Ruslara bu bilgiyi sağlayan casus hakkında savaş sonrasında çeşitli iddialar ortaya atılmış olsa da, bu ajanın kimliği netleştirilmiş değildir. Rus arşivlerindeki ismi ise en büyük Alman yazarı Goethe’nin meşhur kahramanından alınmadır: “Werther”.
Tarihin en büyük tank muharebesi
Saldırının başlayacağı 5 Temmuz’da Hitler ordusuna şöyle sesleniyordu:
“Reich’ın askerleri! Bugün öylesine önemli bir saldırının parçasısınız ki, savaşın bütün geleceği bu saldırının sonucuna bağlı olabilir.”
Aynı gün Almanlar üç bin tank sürecekleri muharebeyi başlattılar, karşılarında ise beş binden fazla Rus tankı onları bekliyordu. Elli dakika süren açılış ateşi sırasında Almanların kullandığı top mermisi adedi, Polonya ve Fransa seferlerinde kullanılanlardan daha fazlaydı.
Tarihin en büyük tank muharebesi böyle başladı.
İki tarafın ortaya koyduğu güçlerin büyüklüğü yanında Stalingrad Muharebesi bile ufak kalmıştı.
“Buongiorno Italia” (Günaydın İtalya) (dinle)
Kursk Muharebesi’nin başlamasının üzerinden daha bir hafta bile geçmemişti ki, 10 Temmuz’da Amerikalı, İngiliz ve Kanadalı müttefik askerleri Sicilya’ya çıkarma yaptılar. Bundan sonraki adımın Sicilya’dan İtalyan anakarasına geçiş olacağı, oradan da güney Almanya’ya saldırılacağı belliydi.
Hitler, Kursk Muharebesi’ne katılan tanklarının bir bölümünün İtalya’nın savunmasında görevlendirilmek üzere acilen muharebeden çekilmelerini emretti. Kursk Muharebesi’nin belki de kazanılabileceğini düşünen Mareşal Manstein gibi bazı üst düzey askerler bu kararla yıkıldılar. Oysa ki Alman tanklarının niteliği, Rus tanklarının niceliğine yenildiği için saldırılar zaten durdurulmuş, birliklerinin tamamen yok olmaması amacıyla, Alman komutanlar askerlerini çekmek zorunda kalmışlardı.
Yani İtalya’ya gönderilmek üzere Kursk’tan ayrılan tanklar, muharebenin sonucunu belirlememiş, sadece hızlandırmıştı.
İşte, daha önceki yazılarda değinilen Hitler’in hatası da buydu. Aynı anda ABD, Rusya ve İngiltere ile savaşta olmanın Alman ordusu üzerindeki etkisi ortaya çıkmaya başlamıştı. Almanlar zaten sınırlı olan ve her geçen gün daha da eriyen kaynaklarını nerede kullanacaklarını bilemiyorlardı.
Bir muharebe nasıl kazanılır?
Kızıl Ordu’nun Kursk Muharebesi’ni kazanmasının nedenlerinin ilk sırasında, Almanlardan daha fazla tank üretebilmeleri ve ulaşımı sağlamak için ABD’den sürekli olarak yardım malzemesi — en başta da, 1942 yazından 1943 yazına kadar dört yüz binden fazla kamyon — gelmesi yatıyordu.
Buna ek olarak, Ruslar geçmiş iki yıldaki yenilgilerinden dersler çıkarmış, muharebeye sürdükleri birlikleri bu dersler doğrultusunda eğitmişlerdi. Ayrıca yapılan atamalarla, Rus komuta kademesinin yaş ortalaması Almanlar’ınkinden yirmi yaş daha genç hale gelmiş, böylelikle Kızıl Ordu yeniliklere daha açık, hareketli savaş tarzına uyum sağlamış, enerjik bir idari yapı tarafından yönetiliyordu. Bunun sonucu olarak zırhlı ve motorize birliklerin yeniden yapılandırılması, etkinliklerini arttırdı.
İşin psikolojik yönüne bakarsak, Rus ordusu uzun süredir “komünist toplum ütopyası” olarak tanımlanabilecek, toplumsal hafıza açısından nispeten yeni bir kavram yerine “anavatanın savunulması” gibi, kökü çok eskilere dayanan ve halkların bilinçaltında yer etmiş bir amaç uğruna savaşıyor, bu da Kızıl Ordu askerlerinin şevkinin artmasını sağlıyordu.
Gafil ne bilir neş’ve-i pür-şevk-i vegayı
Meydan-ı celadetteki envar-ı sefayı (dinle)
(Gaflete düşmüş olan ne bilir, savaş meydanından gelen has neşeyi
Yiğitlik meydanındaki türlü türlü sefayı)
Başka bir neden olarak, Rusların eski dönemlerden bu yana süregelen savaşa yatkınlıklarını saymak gerekir. Alman askerleri genellikle, savaşa devam etmenin arkasında mantıklı bir neden bulabildikleri sürece, Ruslar ise koşullar ne olursa olsun savaşıyorlardı. Batılı askerlerin hayatta kalamadıkları koşullarda, Rus askerlerinin yaşamayı ve savaşmayı sürdürme becerileri, düşmanlarını olduğu kadar Rus olmayan tarihçileri de şaşkınlığa uğratmıştır. 18. yüzyılın ikinci yarısında uzun süre devam eden Osmanlı-Rus Savaşı’nın komutanlarından Piyotr Aleksandroviç Rumyantsev’e göre “Rus ordusu düşmanın ne kadar kalabalık olduğunu değil, sadece nerede olduğunu sorardı.”
Bütün bu bilgiler ışığında, Kursk Muharebesi’ni kazananının kim olacağını tahmin etmek zor değildir.
Okuyucular için ilginç olabilecek şu anekdotu da vurgulamadan geçmeyelim.
Yukarıya sözünü aldığımız Rus komutan Rumyantsev’in yaşadığı 18. yüzyılda Rusların neden Osmanlıları peş peşe yendiklerini anlamak için, politikanın esiri haline gelmiş Türk komuta kademesine göz atmak faydalı olur. Avrupalı örnekler doğrultusunda kendisini yenileyen, disiplinli Rus ordusunun karşısında, askerlik deneyimi olmadan Sadrazamlık koltuğuna oturmuş Mehmed Emin Paşa vardı. Osmanlı diplomatlarından Ahmed Resmi Efendi’nin ifadesiyle “sefer tasıyla geziye çıkar gibi” yola çıkan ordunun başındaki bu “Paşa”, altındaki komutanlara Tuna Nehri’ni geçince hangi yöne gideceklerini sormuş ve eklemişti: “Ben bu bölgeyi bilmem, zaten hayatımda hiç sefere de çıkmadığım gibi, bu tür konularda bilgim de yoktur.”
Sonuç, 18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu için en kötü anlaşmalardan Küçük Kaynarca’nın imzalanması olacaktı.
Bu küçük aradan sonra tekrar 2. Dünya Savaşı’na dönebiliriz.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin (dinle)
1943 Temmuzu sonunda ABD Başkanı Roosevelt şöyle diyordu: “Dünya hiçbir zaman, Mareşal Stalin’in liderliği altında Rus halkının gösterdiği adanmışlık, kararlılık ve fedakarlıktan daha büyüğünü görmemişti. Geleceğin dünyasında ülkemiz kendisini korurken, bütün dünyanın da Nazi tehdidinden kurtulmasına yardım eden bu ulusla her zaman iyi bir komşu ve samimi bir dost olarak kalmaktan mutluluk duymalıdır.”[4]
Alman-Rus savaşının kırılma noktası Stalingrad Muharebesi ise, dönüm noktası Kursk’tur.
Kursk’taki Hisar Harekatı’nın başarıya ulaşamaması, savaştaki inisiyatifin Almanların elinden tamamen kayıp gitmesine neden oldu. Bu muharebe için binbir zahmetle hazırlanan birlikler ve tanklar kaybedilmişti. Bundan sonra Almanlar Doğu Cephesi’nde bir daha böyle bir saldırıya girişemeyeceklerdi. Rus Mareşal Konyev bu muharebeyi, bir kuğunun ölmeden önceki ötüşüne benzeterek, “Kursk Muharebesi Alman zırhlı birliklerinin ölüm şarkısı olmuştur.” sözüyle özetler.
Ayrıca bu muharebeden sonra, Orel ve Belgorod’un tekrar Rus hakimiyetine geçmesi şerefine, Stalin’in emriyle, Kremlin’de kullanıma hazır yüz yirmi dört top yirmi atış yaptı. Sonra da bu uygulama standart hale geldi, savaşın kalanı boyunca irili ufaklı her Sovyet zaferi top atışlarıyla kutlandı. Bu atışların üç yüz elli beşincisi, Mayıs 1945’te savaşın sona erdiğini Moskovalılara bildirecekti.
Biz yine 1943’ten devam edelim.
Ağustos ayının ikinci yarısında Rus saldırılarının kapsadığı alan genişledi. Ağustos sonunda Harkov, Eylül sonunda Smolensk, Kasım başında ise Kiev Rusların eline geçti. Ruslar’ın çok hızlı olmayan ancak emin adımlarla ilerledikleri 1943 Sonbaharı’nda, Almanlar savaşın nasıl biteceğiyle ilgili espriler yapıyorlardı:
– “Savaştan sonra ne yapacaksın?”
– “Bisikletimle Almanya’nın sınırlarını dolaşacağım.”
– “Peki, öğleden sonra ne yapacaksın?”
Rusların giderek artan tank sayıları karşısında Alman askerlerinin kayıpları da bununla orantılı biçimde artıyordu. Savaşın sonunun belli olduğunu, Alman hükümetinin en üst kademelerinde yer alanlar da anlamışlardı. Propaganda Bakanı Goebbels, General Guderian’a, Ruslar Berlin’e geldikleri zaman Almanların karılarını ve çocuklarını acımasız düşmanın eline geçmemeleri için zehirlemek zorunda kalacakları düşüncesinin kendisini nasıl yıprattığını söylüyordu.
Bu konuya tekrar döneceğiz.
İtalya havlu atıyor
Temmuz’da Sicilya’ya çıkan müttefik askerleri, sonraki dönemde İtalyan anakarasına geçmiş ve kuzeye, Almanya’ya doğru ilerlemeye başlamışlardı.
Eylül geldiğinde İtalya teslim olarak müttefiklerin tarafına geçmiş, Mussolini ise hapse atılmıştı. Ancak Hitler, İtalya’nın Alman askerleri tarafından müttefiklere karşı savunulmasını emretti ve Mussolini’yi hapisten kurtararak, kuzey İtalya’da kurduğu küçük bir kukla devletin başına getirdi.
İtalya’nın nehirler ve dağlarla kaplı coğrafi yapısına ilaveten bir çizmeyi andıran dikdörtgen şekli, müttefiklerin geniş manevralar yaparak Alman ordusunu kuşatmalarına olanak vermiyordu. İtalya saldıranlar değil, savunanlar açısından çok elverişli bir ülkeydi. Almanlar da çok inatçı bir savunma yapıyorlardı.
Müttefikler bir karar vermek zorundaydılar: Ne pahasına olursa olsun İtalya’da ilerlemeye devam mı edecekler yoksa yeni bir cephe mi açacaklardı?
Stalin, Rusya’nın üzerindeki yükün azaltılması için, Almanya’ya karşı ikinci bir cephe açılmasını uzun süredir savunuyordu. Bu konuyu ve müttefiklerin bundan sonraki stratejilerini konuşmak üzere, 1943 Kasım’ında Rusya, ABD ve İngiltere’nin liderleri ilk kez Tahran’da buluştular.
Koyun kurt ile gezerdi,
Fikir başka başka olmasa (dinle)
Dünyanın en güçlü üç ülkesinin liderlerinin, Hitler’e olan nefretleri ve tütün tiryakilikleri dışında, pek az ortak noktaları vardı. Bu durum, konferansın açılış konuşmalarına damgasını vurmakta gecikmedi. Churchill her zamanki ağdalı hitabetiyle “Ellerimizde insanlığın geleceğini tutuyoruz.” derken, Stalin’in sözleri bir Bolşevik’e uygun şekilde kısa ve açıktı: “Artık işimize bakalım.”
Konferans boyunca Roosevelt, doğal müttefiki Churchill yerine Stalin’e daha yakın davranıyordu. Bir konuşma sırasında, Stalin Churchill’i Almanlara karşı çok yumuşak davranmakla suçlayıp savaş sonrasında elli bin Alman subayının öldürülmesini önerdiğinde, sinirden kıpkırmızı kesilen Churchill, komünist diktatörü kötü bir espri anlayışına sahip olmakla suçladı. Roosevelt ortamı yumuşatmak için araya girip, “Peki öyleyse, kırk dokuz binde anlaşalım” dediğinde ise, Churchill sinirle odadan çıktı. Kendisini tekrar odaya dönmeye ikna etmek Stalin’e düşmüştü.
Ayrıca konferans boyunca Roosevelt ve Churchill arasında derin bir fikir ayrılığı vardı.
Bir zamanlar dünyanın önemli bölümünü yönetmiş İngiliz İmparatorluğu geleneğinden gelen Churchill, olaylara stratejik açıdan bakıyor ve İngiltere’nin çıkarları uğruna can kaybından çekinmiyordu. Bu nedenle, ne kadar maliyetli olursa olsun, Amerikan ve İngiliz askerlerinin İtalya’da kuzeye doğru ilerlemesini ve yalnızca Almanya’ya değil, Balkan ülkelerine de Kızıl Ordu’dan önce ulaşmalarını talep ediyordu. Bunun gerekçesi olarak ise, Stalin’in ordularının bir kez girdikleri ülkeden bir daha çıkmayacaklarını öne sürüyordu: Doğu Avrupa’nın Bolşevizm’in pençesine düşmemesi için müttefik askerleri Ruslarla mümkün olduğunca Doğu’da karşılaşmalıydı. Nitekim Churchill’in endişesinde haklı olduğu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın kapitalist ülkeler ve Doğu Bloğu ülkeleri olarak ikiye ayrılmasıyla görülecektir.
Churchill’in bir başka endişesi ise, Fransa’yı savunmaya hazırlanan Almanlara karşı başarılı bir çıkarma yapılması olasılığını düşük olarak değerlendirmesiydi. Yirmi dokuz yıl önce bu zamanlarda İngiliz İmparatorluğu’nun Deniz Kuvvetleri Bakanı iken, başarısından emin olduğu bir çıkarma planlamış, ancak o günlere kadar Avrupa’da tanınmayan, Selanikli bir yetimin dehasını hesaba katmamıştı.
Churchill, kendisine koltuğunu kaybettiren bu ağır yenilgiyi unutamıyor ve yeni bir çıkarma yapmak yerine, müttefik orduları hazır İtalya’ya ayak basmışken, kuzeye doğru devam etmeleri görüşünü savunuyordu.
Roosevelt ise bir imparatorluğun yönetilmesinden sorumlu değildi. Seçimle işbaşına gelmişti, dolayısıyla seçmenlerine karşı sorumluluğu vardı. Bu sorumluluk en başta, gereksiz insan kaybından uzak durarak savaşı en kısa sürede bitirmeyi sağlayacak pragmatik çözümlere yönelmeyi gerektiriyordu. Bu nedenle İtalya’da çok zor koşullar altında adım adım ilerlemek yerine, dünyanın bir numaralı üretim merkezi ABD’nin öncülüğünde, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir çıkarma kuvvetinin hazırlanmasını ve Fransa kıyılarından Avrupa kıtasına girip büyük bir hızla Almanya’nın kalbine ilerlemeyi en doğru yol olarak görüyordu. Ayrıca Stalin’in isteği de bu yöndeydi. Eğer bu isteğe yanıt verilmezse, Rusya’nın Almanya ile tek taraflı bir ateşkes imzalama riski her zaman vardı. Böyle bir durumda Amerika ve İngiltere, Hitler’e karşı çok güçlü bir müttefiklerini kaybetmiş olacaklardı. Buna izin verilemezdi.
19. yüzyılın sonunda geçen “The League of Extraordinary Gentlemen” (Muhteşem Kahramanlar) filminde, Sean Connery’nin canlandırdığı, İngiltere’yi simgeleyen Alan Quatermain karakteri ölmek üzereyken, Amerika’yı simgeleyen Tom Sawyer karakterine şöyle söyler:
Eğer Roosevelt ile Churchill arasındaki fikir ayrılığı 19. yüzyılda yaşansaydı, bu dönemde dünyanın hakimi olan İngiltere’nin kararı çok büyük olasılıkla geçerli olacaktı.
Ancak bu olay 19. yüzyılda değil, 20. yüzyılda meydana geldi.
Böylece müttefiklerin İtalya için ortak hedefi; yüksek kayıplar vererek bu ülkede ilerlemeye çalışmak yerine, olabildiğince çok sayıda Alman birliğini İtalya’da meşgul etmek oldu. Bu şekilde, 1944’te Fransa’nın Normandiya kıyılarına yapacakları çıkarma sırasında, Almanlar Fransa kıyılarını savunmada güçsüz kalacaklardı.
Yazı dizimizin bu bölümünü bitirirken, Tahran Konferansı’nda alınan önemli bir kararın da Türkiye ile ilgili olduğunu belirtelim. Buna göre müttefikler, 1943 yılı bitmeden Türkiye’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesinin arzu edilen bir durum olduğunu belirtiyor; eğer Türkiye savaşa girerse ve bunun üzerine Almanya’nın müttefiki olan Bulgaristan Türkiye’ye savaş açarsa, Kızıl Ordu’nun zaman kaybetmeden Bulgaristan’a girerek Türkiye’ye yardım edeceğini Stalin taahhüt ediyordu. Bu taahhüdün Türkiye’nin savaşa girmesini teşvik edeceğinin üzerinde durulmuştu.
Ama savaşın ne demek olduğunu çok iyi bilen İsmet İnönü ne 1943’ün Aralık’ında ne de 1944’te Türkiye’yi savaşa sokacaktı.
Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, 1944 yılı boyunca önüne çıkan her şeyi kasıp kavuran kızıl fırtınanın hikayesine odaklanıyoruz.
[1] Müzikte, özellikle klasik müzikte, bir parçanın nasıl bir tempoyla çalınacağını belirten İtalyanca ifade. “Hızlı ama o kadar da değil” anlamına gelir. Bir örnek olarak, Beethoven’in 6. Senfonisi’nin ilk bölümünü (dinle) verebiliriz. 1943 yılı boyunca Rusların Alman orduları karşısındaki ilerleyişi de böyleydi.
[2] Hançer Darbesi Efsanesi: 1. Dünya Savaşı’nda yenilen Almanya kayıtsız şartsız teslimiyete zorlanmadığı için, savaştan sonra ortaya çıkan milliyetçi gruplar, Almanya’nın aslında yenilmediğini, Yahudi, komünist, vb. hainler tarafından sırtından hançerlendiği için barışa zorlandığını iddia etmişlerdir.
[3] Elbette Porsche, Nazi Almanya’sında müthiş kar eden tek sanayici değildi. SS’lerin üniformalarını tasarlayan Hugo Boss’tan, köle işçi çalıştırıp toplama ve ölüm kamplarının elektrik sistemlerini inşa eden Siemens’e kadar, varlıklarını günümüzde de sürdüren pek çok Alman markası, Nazi iktidarından faydalanmışlardı.
[4] Bununla birlikte, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayacak Soğuk Savaş’ta ABD ve SSCB arasındaki ilişkiyi “iyi bir komşuluk ve samimi bir dostluk” olarak tanımlamak pek kolay değildir.
30