Site icon Berk Birincioğlu

11. Bölüm: Şimdi Hepsi Eşit

Yazı dizimizin son bölümünde, Hitler-Stalin arasındaki bilek güreşinin özel ve genel olmak üzere iki değerlendirmesini yapıyoruz. Konuyla ilgili filmlerden bazılarına ve yazı dizisinin hazırlanmasında kullanılan kaynaklara, yukarıdaki “Film Önerileri ve Kaynakça” linkinden ulaşabilirsiniz.

A. Özel Değerlendirme

“Hasta olduğun için değil, doğduğun için öleceksin.”

Seneca, Romalı felsefeci ve politikacı

Sayıların savaşı

En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim: 2. Dünya Savaşı ve bunun parçası olan Alman-Rus muharebeleri, sayıların savaşıdır. Rusya ve müttefikleri, Almanya’dan daha fazla sayıda silah, cephane, yakıt, asker, vb. kaynağa sahip oldukları için savaşı kazandılar. Ordunun morali, askeri beceri, taktik başarı, disiplin, vb. diğer değişkenlerin hepsi, ikincil derecede etkili oldu.

Şimdi bu konuyu açacağız.

Önce bazı sayılarla başlayalım:

Yıllık Uçak Üretimi

Yıllık Tank Üretimi

Görülen o ki, Almanya ve müttefiki İtalya’nın 128 bin uçak ürettiği dönemde, karşılarındaki blok 634 bin uçak üretmiş (beş kat), tanklarda ise bu fark 63 bine 189 bin (üç kat) olmuştu. Konumuz dışında olduğu için Japonya’nın üretimine değinmedik, diğer yandan, bu durumu dengeleyici bir unsur olarak, Çin’den Brezilya’ya kadar anti-faşist blokta savaşmış pek çok ülkenin üretimlerini de hesaba katmadık. Zaten ABD’nin sanayi gücünün yanında Japonya’nın esamesinin okunmayacağını, Pearl Harbor saldırısının planlayıcısı Amiral Yamamato, ülkesinin yöneticilerine şöyle belirtiyordu: “Teksas’taki otomobil fabrikalarını ve petrol yataklarını gören herkes, Japonya’nın ABD ile savaşamayacak güçte olduğunu anlar. Eğer savaşa girersek, size altı ay çok iyi savaşacağımızı garanti ederim ama daha sonra ne olacağına dair hiçbir garanti veremem.” Nitekim 1943’te Japon tersanelerinde üç, 1944’te ise dört olmak üzere toplam yedi uçak gemisi üretilmişken, bu sayı aynı iki yıllık dönemde ABD’de doksandı.

Zaten Japon idarecilerin, ABD’ye karşı uzun sürecek bir savaşı kazanma ümitleri yoktu. Oynadıkları kumar, mümkün olabildiğince fazla toprak parçasını hızla ele geçirerek, ABD’nin bu bölgeleri tekrar kazanmasını kendisi için çok pahalı hale getirmek, böylelikle ABD’yi barışa zorlayarak Japonya için tavizler koparabilmekti. Ancak ABD barışa yanaşmayıp Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim alınmasını hedeflediğinde, Japonların bütün hayalleri suya düştü. Nitekim ABD öyle müthiş bir şekilde silahlandı ki, savaş üretiminin yalnızca yüzde on beşi ile Japonya’yı yenmesi mümkün oldu. Diğer yüzde seksen beş ise, Almanya’nın yenilmesinde kullanıldı.

Aslında ABD’nin silahlanması Pearl Harbor’dan önce başlamıştı. Ülkesinin bir gün savaşa girmek zorunda kalacağını sezen Başkan Roosevelt, 10 Haziran 1941’de Kongre’ye mesajında “Ulusal kaynaklarımız, üretim kapasitemiz ve insanlarımızın seri üretim dehasıyla … cephane üretiminde Mihver Devletleri’ni geçeceğiz.” diyordu.

ABD’nin savaşa girmesinden sonra ülkenin büyük sanayicileri bir araya getirildiler ve kendilerinden silah üretmeleri istendi. Ama bu, karşılıksız değildi. Patronlar bu üretimden iyi para kazanacaklardı. Nitekim, Roosevelt’in Savaş Bakanı Henry Stimson günlüğüne şöyle yazmıştı: “Kapitalist bir ülkede savaşa gitmek ya da savaş için hazırlanmak istiyorsanız, bu süreçten kar edilmelidir, yoksa işler yürümez.”

Böylece patronlar, seri üretim alanındaki deneyimlerini, organizasyon becerilerini, “büyük düşünme” yeteneklerini, ve hepsinden önemlisi, kar hırslarını tek bir amaca yönelttiler: Daha fazla üretim.

Her süreç, küçük pek çok sürece bölündü, onlar da daha küçük süreçlere… Böylelikle en karmaşık silahların üretilmesi bile, her biri basit, çok sayıda görevden meydana geldi. Bu görevleri yapmak için çok az bir eğitim yeterli oluyordu. Ayrıca, örneğin gemiler, eskiden olduğu gibi tabandan başlayarak yavaş yavaş yükselmiyor, prefabrik bölümler halinde üretilip sonra bir araya getiriliyorlardı.

Sonuç inanılmazdı. General Motors, mevcut işçilerine ek olarak işe aldığı yedi yüz elli bin işçi ile, ABD’nin savaş yılları boyunca silah üretiminin yüzde 10’unu sağladı. Great Lakes Bölgesi’nin kıyısında, ABD araç üretiminin kalbinde, 1941’de üç buçuk milyondan fazla yolcu arabası üretilmişken, sivil tüketime yönelik imalat için son tarih 10 Şubat 1942 olarak belirlendi. Üretim hattından çıkan son şasilerin de küçük törenlerle yerleştirilmesiyle birlikte sivil üretim sona erdi. Savaş boyunca yalnızca yüz otuz dokuz yolcu arabası imal edilecek, buna karşın tüm üretim odağı savaş araç gereçlerine çevrilecekti. Böylelikle tek başına Ford şirketi savaş yıllarında, İtalya’nın ürettiğinden daha fazla savaş malzemesi üretti. Detroit’in güneyinde satın aldığı arazide, “insanlık tarihinin en büyük odası”nı kurup burada bin altı yüz metreden daha uzun bir üretim bandı oluşturan Henry Ford, sonraki iki yılda üretim tekniğini daha da kusursuzlaştıracak ve 1944’te her altmış üç dakikada bir bombardıman uçağı üretmeyi başaracaktı.

Yalnızca bütün bu sayılar bile, çok yüksek olasılıkla savaşı kimin kazanacağını göstermektedir. Hitler’in hatası, aleyhindeki bu duruma rağmen savaşı kazanabileceğini düşünmesi değil, karşısındaki bloğun bu sayılara çıkabileceğini asla öngörememiş olmasıdır.

Bu bölümü kapatırken şu noktayı da vurgulamalıyız ki, ABD’nin böyle yüksek üretim miktarlarına çıkabilmesi, askerlerin savaşta yaşadıkları zorlukların küçümsenmesine neden olmamalıdır. General Eisenhower, 1942 İlkbaharı’nda Washington’daki politikacıların, müttefiklerin Mihver Devletleri’nden ekonomik olarak ne kadar üstün olduklarına dair konuşmalarını dinlediğinde günlüğüne şöyle yazmıştı: “Hükümetteki yirmi adamdan biri bile, içinde bulunduğumuz işin ne kadar tüyler ürpertici, pis ve zor bir şey olduğunun farkında değil. Zaferi satın alabileceğimizi düşünüyorlar.”

Rusya’da insan hayatına verilen önem

Yalnızca üretimde değil, insan kaynağı açısından da müttefiklerin Almanlara karşı ezici bir üstünlükleri vardı: Tek başına Rusya’nın nüfusu Almanya’nın nüfusunun iki katından fazlaydı. Ayrıca Almanlar Afrika çöllerinden İtalya Yarımadası’na, Normandiya kıyılarına kadar pek çok farklı cephede çeşitli devletlere karşı savaşırken, Ruslar yalnızca Almanya ve onun önemsiz birkaç müttefikiyle çarpışmışlardı.

Bunun yanı sıra, geçmişten beri Rusya’da insan hayatına verilen önem, Almanya’da verilenden çok daha düşük olmuş, gerek Rusların gerek düşmanlarının hayatlarının değeri, kazanılacak zaferin görkeminin yanında önemsiz kabul edilmiştir. Türklere ve Orta Asya halklarına karşı savaşlarda gösterdiği müthiş yeteneği sayesinde ünlenen 19. yüzyılın başarılı Rus komutanı Skobelev şöyle söylüyordu: “Asya’da kural şudur: Yapılacak barışın süresi, karşındaki halktan ne kadar çok kişi öldürdüğüne bağlıdır. Başlarını ne kadar ezersen, o kadar uzun süre seslerini çıkarmadan dururlar.”

Mihail Skobelev

Ruslar 20. yüzyılda da aynı ilkeye bağlı olarak hareket ettiler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bir gün Müttefik Orduları Komutanı Eisenhower, Mareşal Jukov’a Rus askerinin bir mayın tarlasından nasıl geçtiğini sormuş, aldığı yanıt karşısında dehşete düşmüştü: “Bir mayın tarlasına rast geldiğimiz zaman askerlerimiz, sanki önlerinde bu mayın tarlası yokmuşçasına saldırılarına devam ederler. Eğer bu tarla mayınla kaplı olmak yerine düşmanlar tarafından makineli tüfek ve topçu ateşiyle savunuluyor olsaydı vereceğimiz kayıpların, mayın tarlasından geçerken vereceğimiz kayıplara eşit olduğunu varsayarız.”

Jukov’un dillere destan acımasızlığının, 1941’de hemen herkesin ümidini kestiği sırada Leningrad’ın kurtulmasına belirleyici düzeyde katkıda bulunduğu yadsınamaz. Ancak gerek kendisi gerek diğer Rus komutanları, savaşın ilerleyen yıllarında durum bu kadar kritik değilken ve kaynaklarını daha verimli kullanmaları mümkünken, aynı acımasızlıkla hareket ettikleri için boş yere insan kaybına neden oldular.

Özetle Ruslar yalnızca asker sayısında değil, zafer için bunları fütursuzca harcama konusunda da Almanların önündeydiler. Sonuç olarak, 2. Dünya Savaşı’nda 16–18 milyon Sovyet sivili ile 8–9 milyon Rus askeri, toplamda tahminen 26 milyon kişi hayatını kaybetmişti. Buna karşın Almanya’nın kayıpları 5 milyon asker, 2 milyon sivil, dolayısıyla toplam 7 milyon civarındaydı.

Yani SSCB, Almanya’nın kaybettiğinin üç buçuk katından fazla sayıda insanını yitirmiş ama savaşı kazanmıştı.

Bunları belirttikten sonra savaşın gelişimine bakabiliriz.

Savaşın öncesini özetleyerek başlayalım. Sonra 2. Dünya Savaşı’nın akışını; Almanya’nın yükselişi, duraklaması ve çöküşü şeklinde üçe bölerek hatırlayalım.

Büyük Plan

Alman toplumu, siviliyle ordusuyla gerek 1. Dünya Savaşı sonundaki yenilgiyi gerek bu yenilgi sonucunda dayatılan Versay Anlaşması’nı hazmedemedi. Almanya’nın tekrar eski, şanlı günlerine kavuşması hayali, milyonların zihninde dolaşıyordu. Alman askeri liderleri için bunun tek bir yolu vardı, Versay Anlaşması’nın zincirlerinden kurtulup tekrar güçlü bir ordu yaratmak.

Uçak gibi önemli silahlara sahip olması yasaklanmış, asker adedi sınırlandırılmış Alman ordusunun pratikte elinden pek bir şey gelmiyordu. Bu yüzden ordu teoriye yönelerek, her tür yenilikçi düşüncenin cirit attığı bir laboratuvar ortamı haline geldi. 1925’te “çok gizli” kaydıyla hazırlanan “Büyük Plan” kapsamında, ordunun mevcudunun yüz bin kişiden iki milyon sekiz yüz bin-üç milyon arası bir büyüklüğe çıkartılması, yedi yerine yüz iki tümene ve kırk altı general yerine iki yüz elli iki generale sahip olması hedefleniyordu.

Nitekim 1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’ya saldırdığında elinde iki milyon sekiz yüz bin asker, yüz iki tümen ve iki yüz elli iki general vardı.

1925’in planı 1939’da harfi harfine gerçek olmuştu.

Peki bunu kim başardı? 1. Dünya Savaşı’ndaki en yüksek rütbeli Alman komutanlarının biri mi? Bir general, belki bir mareşal?

Hayır, en düşük rütbelilerden biri…

Bir onbaşı.

Barış nasıl korunmaz?

Hitler’in hayatının amacı savaştı. Daha 1920’lerde yazdığı “Kavgam” adlı kitabında, Almanya’nın kaderinin büyümek olduğunu belirtiyor, bu yüzden ileride çıkacak bir savaşı kaçınılmaz buluyordu. 1933’te iktidara geldikten sonra, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Versay Anlaşması’nın hükümlerini ihlal ederek Almanya’yı silahlandırmaya girişmişti. Hitler’in niyetini göremeyen İngiltere ve Fransa ise, kendisini kışkırtıp bir savaşa neden olmayı engellemek için Hitler batıda Ren Bölgesi’ne girip doğuda Avusturya ve Çekoslovakya’yı topraklarına katarken seslerini çıkartmamışlardı.

Oysa, Hitler’e her istediğini vererek, Almanya’yı daha da güçlendirip savaşa hazır hale getirdiklerinin farkında değillerdi. 1938 Eylül’ünde, Çekoslovakya’nın kaderini Hitler’in insafına terk ettiği Münih Konferansı’ndan Londra’ya dönen İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain, bir barış dönemine girildiğini söylüyor, İngiliz-Alman Ortak Deklarasyonu’nu elinde sallıyordu.

İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain, 30 Eylül 1938

Bunun üzerinden bir yıl geçmeden İngiltere ile Almanya, Polonya için savaşa girecekti.

Bir olay yaşanırken, o anda buna verilecek doğru tepkinin nasıl olması gerektiğini tayin etmek kolay değildir. Ancak olaylar biz doğmadan önce olmuş bitmişse, dolayısıyla geriye dönüp bunlara bakma lüksümüz varsa, Chamberlain’in yaptığına benzer basiretsizliklerin karşımıza sıkça çıktığını görürüz.[1]

Almanya’nın yükselişi:

Polonya’nın işgalinden Barbarossa Harekatı’na 22 ay

1939 Eylül’ünde Almanya’nın Polonya topraklarını Rusya ile paylaşmasını, altı aylık bir aradan sonra Danimarka, Norveç, Benelüks ülkeleri ve Fransa’nın işgali izledi. Bu kadar çok ülkenin bu kadar kısa sürede teslim olması, bütün dünyayı şaşkınlığa uğratmıştı. Almanlar daha önce hiç görülmemiş bir tarzda savaşıyordu. Mekanize ve zırhlı birliklerin hızlarından yararlanarak düşmanı çembere alıyor, komuta kademesini felç edip, teslim ya da yok olmaya zorluyorlardı.

Bununla birlikte, Fransa’nın teslimiyetinden sonra yalnız kalan İngiltere’nin ateşkes isteyeceğini düşünen Hitler yanılmıştı. İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in radyo konuşmalarıyla halk nezdinde örgütlediği direniş ruhu sayesinde, Almanya ile barış yapmak isteyen İngiliz politikacıları geri adım atmak zorunda kaldılar: İngiltere sonuna kadar savaşacaktı.

Avrupa içerisinde başarıdan başarıya koşan Hitler’in kara kuvvetleri, konu İngiltere olduğunda çaresiz kalıyorlardı, çünkü güçlü İngiliz donanmasını aşıp İngiltere’ye çıkarma yapmaları mümkün değildi. Bunun üzerine Hitler, Luftwaffe’yi (Alman Hava Kuvvetleri) İngiltere’nin üzerine gönderdi ancak İngiliz pilotlar Alman uçaklarını durdurmayı başardılar.

Bunun üzerine Hitler, ABD ile İngiltere arasındaki ticareti ortadan kaldırıp, tarım ürünlerinden ve silah üretimi için gereken hammaddelerden yoksun İngiltere’nin teslim olmasını sağlamak amacıyla denizaltı savaşına ağırlık verdi. Churchill ileride “Savaş sırasında beni gerçekten korkutan tek şey, Alman denizaltılarının yarattığı tehlikeydi” diye yazacak, ABD Başkanı Roosevelt ise Churchill’e Mayıs 1941’de, yani ABD savaşa girmeden önce, “savaşın sonucunun Atlantik’te belirleneceğini” ve eğer Hitler Atlantik’te kazanamazsa “sonunda dünyanın başka hiçbir yerinde kazanamayacağını” ifade edecekti.

Hitler Avrupa’nın batısıyla meşgul olurken, Stalin bir süre sonra Alman tehdidinin Rusya’ya yöneleceğini düşündüğü için, bir yandan mümkün olduğunca hızlı biçimde silahlanıyor, diğer yandan Finlandiya ve Romanya’nın bir bölümü ile, Baltık ülkeleri Letonya, Litvanya ve Estonya’yı işgal ederek Hitler’le kendi ülkesinin arasına tampon bölge oluşturuyordu.

1941 İlkbaharı’nda, İtalyan diktatör Mussolini’nin başlattığı ancak bitiremediği Yunanistan seferine destek vermek için Hitler Yunanistan’ı ve ardından Yugoslavya’yı ele geçirdi. Macaristan ve Romanya zaten müttefikiydi, Bulgaristan ise Almanya yanlısı bir politika izliyordu.

Böylece 1941 Haziran’ına gelindiğinde Hitler kıta Avrupası’nın hakimi olmuştu. Stalin’in ele geçirdiği üç küçük Baltık ülkesini saymazsak, kıta Avrupası’ndaki tüm ülkeler ya Almanya’nın müttefikiydi ya Alman işgali altındaydı ya da tarafsızlardı[2].

Almanya, Avrupa’daki ekonomik kaynakların büyük kısmını kontrolü altına almış ve üretim kapasitesi, İngiltere ve SSCB’nin toplamını aşmış, neredeyse ABD’ninkine ulaşmıştı. Ancak Alman liderleri bu konunun öneminin farkına varıp, bütün bu gücü savaş üretimine yönlendirmedi. Alman savaş üretiminin idaresi komutanlardaydı. Onlar da muharebelerde karşılaştıkları her teknik sorunla, silah üretiminden sorumlu sanayicilerin kapılarına dayanıyorlardı. Sahadan gelen hemen her talebin dikkate alınması, seri üretime büyük sekte vuruyordu.Bu nedenle Almanya’nın pek çok ülkeyi ele geçirdiği bu dönemde bile, Rusya ve İngiltere’nin toplam uçak ve tank üretimi Almanya’nın çok üzerindeydi.

Ayrıca Hitler’in yeni silahlara olan tutkusu yüzünden araştırma-geliştirmeye yapılan yatırımlar Almanya’nın savaşı kaybetmesinin en önemli nedenlerinden biri olacaktı. Almanlar her zaman yeni silahlar icat etmeye çalışır ya da mevcut silahlarının tasarımını geliştirmeye uğraşırken, Ruslar standart silahlardan nasıl daha fazla üretebileceklerine kafa yordular: Almanlar niteliği, Ruslar ise niceliği hedefliyordu. Öyle bir an geldi ki, Alman ordusunda dört yüz yirmi beş farklı türde uçak ve yüz elli çeşit motosiklet imal ediliyordu. Almanya jet uçağı ve füze geliştirmeye harcadığı kaynaklarla bombardıman uçağı ve tank üretseydi, savaşın sonucu bambaşka olabilirdi. Zira o eski deyişteki gibi: “Niceliğin de kendine göre bir niteliği vardır.” Yani düşmana olan sayısal üstünlüğünüz her geçen gün artıyorsa, bu durum bir süre sonra karşı tarafın kalitesinin üstesinden gelmenizi sağlar.

Hitler savaşın bu anında yapabileceği en büyük hatayı yaptı. İngiltere’nin teslim olmamasının arkasında Rusya ile gizli bir anlaşmanın yattığını ve ileride bu iki devletin Almanya’ya iki yandan saldıracağını iddia eden Hitler, daha önce davranarak Rusya’ya saldırmaya karar verdi. Aslında İngiltere ile Rusya arasında böyle bir anlaşma yoktu. Bununla beraber Hitler’in Rusya’ya saldırmak için böyle bir anlaşmanın varlığından şüphelenmeye ihtiyacı da yoktu. Almanya’nın doğuya doğru genişlemesini ve Yahudiler gibi “aşağı” Slav ırkının yok edilmesini, Hitler kutsal bir görev olarak görüyordu.

Almanya’nın duraklaması:

Barbarossa Harekatı’ndan Stalingrad’a 19 ay

Rusya’ya karşı Barbarossa Harekatı’nın başladığı 22 Haziran 1941’den itibaren iki ay boyunca, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, Alman ordusu çok hızlı ilerleyip büyük toprak parçalarını işgal etti. Yine de Alman komutanlar bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardı.

İlk olarak, Hitler Rusya’nın gücünü çok hafife almıştı. Almanlar ne kadar çok Rus birliğini yok etseler de, yerlerine sürekli yenileri geliyordu. Ayrıca Ruslar çok çetin bir direniş gösteriyorlar, Almanlara önemli kayıplar verdiriyorlardı. Stalin Rus askerlerinin gayretini arttırmaya yönelik olarak yalnızca, geri çekilecek askerleri vurmak için idam mangaları kurmadı. Marksist-Leninist klişelerle konuşmak yerine, Almanlara karşı verilecek savaşı “vatan savunması” kavramına dayandırdı. Rus yönetiminin gazetesi Pravda’nın, Alman istilasından sonraki ilk sayısının manşetinde “Büyük Yurtseverlik Savaşı” ifadesi yer alıyordu. Sonraki dönemde kiliseler tekrar açılacak, halk dini törenlere katılmaya teşvik edilecek, Pravda “Tanrı” sözcüğünü ilk kez büyük harflerle yazacaktı. Kilise işlerinden sorumlu olacak bir bakanlık bile kuruldu, bu bakanlığın halk arasındaki lakabı “Narkombog”du (“Tanrı’dan Sorumlu Halk Komiserliği”). Nihayet Stalin bir gün İngiliz büyükelçisine, “aslında Tanrı’ya inandığını” söyleyip ekleyecekti: “yani kendime göre”.

Bundan başka Hitler ordusunu üçe bölerek, kuzeyde Leningrad, merkezde Moskova ve güneyde Donetsk Havzası’nı aynı anda ele geçirmeye çalışmış, sonra karar değiştirip Moskova’yı hedefine almıştı. Ancak Alman ordusu, Eylül’den itibaren başlayan “Rasputiça”[3] ve arkasından gelen Rus kışına hazırlıklı değildi.

Buna ek olarak, Alman Silahlı Kuvvetleri’nin ve yönetiminin önemli bir bölümü, ele geçirilen bölgelerdeki Yahudilerin ve Slav halklarının sistematik şekilde öldürülmeleriyle uğraşıyordu. Böylece bu Alman kuvvetleri başka şekilde kullanılamadığı gibi, Alman ordusunu, kendilerini Stalin’in baskısından kurtaran bir ordu olarak gören halklar da, Almanların vahşet eylemleri sonucunda Kızıl Ordu’nun tarafına geçtiler.

Daha kötüsü ise, Almanların Moskova kapılarından geri çekilmesiyle sonuçlanacak Rus karşı saldırısının başladığı 1941 Aralık’ında, Japonya’nın ABD’ye saldırması akabinde, ortada görünür hiçbir somut neden yokken Hitler’in ABD’ye savaş ilanıydı. Böylece 1941 Haziranı’ndaki Avrupa’nın hakimi konumunun üzerinden altı ay geçmeden, Almanya dünyanın en büyük iki sanayi devletiyle savaşa girmişti.

Yazı dizisi boyunca Hitler’in Alman ordularının yönetilmesine ilişkin pek çok yanlış kararından bahsettik ancak benzerlerini Stalin de yapmıştı. Hitler’in savaşı kaybetmesinin nedeni taktik değil, stratejik hatalar yapmasıydı. “Amerika nedir ki? Yalnızca milyonerler, güzellik kraliçeleri, aptal rekorlar ve Hollywood.” diyen Hitler’in ABD’nin ekonomik gücünü küçümsemesi müthiş bir stratejik hataydı. 1941 yılında zaten İngiltere ile savaş halindeyken, önce Rusya’ya ardından Amerika’ya savaş açtıktan sonra Almanya’nın savaşı kaybedeceği kesinleşti. Yalnızca petrol hakimiyetine bakmak bile, taraflar arasındaki dengesizliği ortaya koymaya yeter: Dünya petrol üretiminin yüzde doksanından fazlası müttefiklerinin elindeyken, Mihver Devletleri’nin payı yüzde üçtü. Almanlar bu açığı, kömürden petrol üretmeye yarayan kimyasal bir yöntemle büyük ölçüde kapatabildiler; müttefik bombardımanları sonucunda fabrikaları yerle bir olana kadar… Nitekim, müttefik liderlerinin buluştuğu Tahran Konferansı’nda Stalin, Churchill’in doğum günü şerefine kadeh kaldırırken şöyle diyecekti: “Bu bir makine ve benzin savaşı. Amerikan otomobil ve petrol endüstrilerine içiyorum.”

Dolayısıyla Alman komutanların ve Hitler’in verdikleri çeşitli kararlar yüzünden birbirlerini suçlamaları ve savaşın kaybedilme nedeni olarak bunları göstermeleri doğru değildir. 1941 Aralık’ından sonra Almanya’nın muharebelerdeki hataları, bir insanın karşılaştığı hastalıklara benzer. İnsan pek çok hastalıktan kendisini koruyabileceği gibi, bu hatalar da yapılmayabilirdi… Ancak Romalı felsefeci Seneca’nın bu bölümün başına aldığımız sözü, çok kez unuttuğumuz, temel bir gerçeği vurgular: “Hasta olduğun için değil, doğduğun için öleceksin.”

1941 Aralık’ında Hitler, karşısındaki bloğun üstün kaynaklarına karşı, “Silah Üretiminde Artan Verimlilik ve Sadeleştirme” isimli talimatını yayınladı. Ancak esas değişiklik birkaç ay sonra Albert Speer’in Üretim Bakanı olarak atanmasıyla yaşandı. Hemen hepsi otuzlu yaşlarda ya da kırklarının başlarında olan enerjik yöneticileri ve mühendisleri çevresine toplayan Speer, üretilen silahlardaki model adetlerini azaltarak, seri üretimi arttırma yoluna gitti. Nitekim 1944’e gelindiğinde kırk iki uçak modeli beşe, bir düzine tanksavar modeli ise bire inecekti. Bu değişikliklerin üretim adetleri üzerindeki olumlu etkisi bir süre sonra görülmeye başlansa da, gelinen nokta, müttefik imalatının düzeyine ulaşmaktan çok uzaktı. Çünkü özellikle 1943’ten itibaren, müttefik bombardımanları Alman sanayi üretimine her geçen gün artan şekilde zarar verecek güçteydi.

Şunu da belirtmek gerekir ki, ABD, Rusya ve İngiltere savaş boyunca görüşerek, zaten muazzam olan kaynaklarını nasıl daha etkin kullanabileceklerini tartıştılar. ABD, İngiltere ve Kanada’nın Rusya’ya yaptığı korkunç düzeydeki hammadde (alüminyum, kömür, manganez, vb.) yardımı, topraklarının önemli bir bölümünü Almanlara kaptıran Rusya’nın silah üretimine devam edebilmesinde hayati bir rol oynadı. Hammaddelere ek olarak, kapitalist ülkeler komünist müttefiklerine otuz dört milyon üniforma, on dört buçuk milyon çift bot, dört milyon iki yüz bin ton gıda, on bir bin sekiz yüz adet lokomotif ve araba yardımında bulundular. Diğer yanda Almanya, Japonya ve İtalya ise savaş boyunca ortak bir strateji gütmemiş, sınırlı kaynaklarını birbirlerine haber vermeden çarçur etmişlerdi. Mussolini’nin Balkan saldırısı, Hitler’in Rusya harekatı ve Japonya’nın Pearl Harbor baskını diğer iki müttefike danışmadan gerçekleştirilmişti.

Moskova önlerinden çekilme, Napolyon örneğinde olduğu gibi bir bozgunla sonuçlanmadı. Ancak artık Alman ordusuyla Rus ordusunda görülen liderlik tarzı değişmişti. Savaşın ilk zamanlarında Alman orduları zaferden zafere koşarken, emrindeki komutanların kararlarına saygı gösteren Hitler, kendisinin stratejik hataları sonucunda yenilgiyle karşılaştıkça, ordunun yönetimini tamamen üzerine aldı. Buna karşın, savaşın başında her askeri kararı doğrudan kendisi verip peş peşe gelen yenilgilerin birinci sorumlusu olan Stalin, Rus ordusunun kısmi başarılarıyla birlikte komutanlarına daha fazla güvenip onları kararlarında daha serbest bırakmaya başladı.

1942 Kış’ının bitiminde karların erimesiyle birlikte Almanlar tekrar saldırdılar. Bu sefer güneye, Kafkas petrollerine doğru… Ancak Hitler’in ne pahasına olursa olsun Stalingrad’ı ele geçirme çabası, Stalin’in ekmeğine yağ sürdü. Açık arazide geniş manevralar yapıp yüzbinlerce düşmanı kuşatarak esir alma konusunda Almanların dengi olmayan Kızıl Ordu askerleri sokak çatışmalarında, hele ki bu sokaklar kendi ülkelerindeki şehirlerin sokaklarıysa, çok yeteneklilerdi. Sonuç olarak yüzbinlerce Alman askeri Stalingrad sokaklarında Rus kurşunlarıyla, bombalarıyla, soğuktan donarak, hastalıklardan, vb. öldü, kalanlar da teslim oldular.

Stalingrad’dan sonra Alman komutanlar ülkelerinin savaşı kazanamayacağını kabul etmişlerdi. Tek yapabilecekleri bunu mümkün olduğunca uzatarak karşı tarafı barışa ikna etmekti.

Stalin’in ise Almanya’ya karşı kazanabileceği bir zaferden, Rus askerlerinin ölümlerini durdurmak için vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.

Almanya’nın çöküşü:

Stalingrad’dan Berlin Muharebesi’ne 27 ay

Stalingrad’dan sonraki dönemde Almanlar geri çekilme halindeydiler. Arada Kursk Muharebesi gibi bazı güçlü saldırılar olsa da, bunlar Rusların giderek artan silah üretim kapasitesi yüzünden her seferinde daha az etkili oluyorlardı.

Ayrıca 1943 Yaz’ında Batılı müttefiklerin İtalya’ya, 1944 Haziran’ında ise Fransa’nın Normandiya sahiline çıkmaları, Doğu Cephesi’ndeki Alman birliklerinin İtalya ve Fransa’nın savunması için kaydırılmasına yol açtı. Müttefiklerin Alman şehirleri ve sanayi tesislerini sürekli bombalamaları da, bunları umutsuzca savunmaya çalışan Alman Hava Kuvvetleri’ne zarar veriyordu. Hitler kıta Avrupa’sında egemenlik kurmuş olsa da, Mart 1943’ten sonra Alman avcı uçaklarının batıdaki kayıpları doğuda Ruslara karşı verdikleri kayıplardan fazlaydı. Üretim de, Rus ordularını dağıtmak amaçlı bombardıman uçaklarından, Alman şehirlerini korumaya yönelik avcı uçaklarına doğru bir değişiklik gösterdi. 1942’de Alman uçak üretiminin yarısından fazlası bombardıman uçağı iken, 1944’te bu oran yüzde on sekize düşmüştü. Avcı uçaklarının yanı sıra uçaksavarlar da ya Doğu Cephesi’nden taşınmışlardı ya da fabrikalardan çıktıktan sonra Doğu Cephesi’ne gönderilmek yerine Almanya’da kalmışlardı.

Bütün bunlar, Doğu Cephesi’nde zaten Almanların aleyhinde olan güç dengesini daha da kötüleştirdi. 1944 Haziran’ında Rusların başlattığı Bagration Harekatı Almanya için tam bir yıkım oldu. Kızıl Ordu fırtına gibi hareket ederek Alman ordularını peş peşe yok etti ve müthiş genişlikteki toprakları geri aldı.

1944 Temmuz’unda Alman ordusundan bazı subaylar, Hitler’i durdurmanın tek yolunun suikast olduğunu görüp bir girişimde bulundular, ne yazık ki bu girişim başarısız oldu. Bunun sonucu, Hitler’in Alman Genelkurmayı üzerinde başlattığı korkunç bir intikam dalgasıydı.

Kızıl Ordu 1944 Sonbahar’ında bir yandan Berlin’e doğru ilerlerken, diğer yandan Almanya’nın müttefiklerini de birer birer işgal ediyordu. Alman ordusu kayıplarının yerini dolduramadığı için giderek daha yaşlı veya daha genç erkekleri, en sonunda ise çocukları askere aldı. Savaş eğitimi almamış, elinde doğru düzgün silah ve mühimmat da bulunmayan bu “askerler”in cepheye sürülmesi, savaşın son döneminde Alman kayıplarının çok yükselmesine yol açtı.

Hitler ne umdu, ne buldu?

2. Dünya Savaşı pek çok zaman, özgürlükçü ülkelerin totaliter devletleri yendiği bir savaş olarak gösterilir. Oysa bu doğru bir bakış açısı değildir. Zafer kazanan taraftaki Stalin’in SSCB’si, Hitler’in Almanya’sından daha özgürlükçü değildi. Demokrat ülkeler ile totaliter ülkelerin gerçekten iki kampa ayrılmamış olmalarından memnuniyet duymalıyız. Eğer savaş böyle iki cephe arasında meydana gelseydi, yani bir diktatörlük olan SSCB başka bir diktatörlük olan Nazi Almanya’sı ile aynı tarafta savaşsaydı, sonuç muhtemelen çok farklı ve dünya için korkunç olurdu.

Neyse ki böyle olmadı, zaten Batılı demokrasilerin Hitler’in muazzam gücünü durdurmak için müttefiklerini istedikleri ülkelerden seçmek gibi bir lüksleri de yoktu. 1941 Haziran’ında bir radyo röportajında Churchill’e Stalin ile işbirliği yapması hakkında rahatsızlık duyup duymadığı sorulduğunda kendisinin yanıtı netti: “Nazizm’e karşı savaşan her birey ya da devlet yardımımıza hak kazanır, Hitler’in yanındaki her birey ya da devlet ise düşmanımızdır.”[4]

Savaşın son aylarında, Hitler savaşı neden kaybettiğinin muhasebesini yaparken, pek çok sebep ortaya sürüyordu. Mussolini ile dostluğuna hayıflanıyor, “İtalyanlarla silah arkadaşlığından daha kötü bir şey olamaz.” diyordu. Mussolini’nin kendisini Balkanlara sürüklemesinden, böylelikle Rusya Harekatı’nın başlama tarihinin gecikerek, kış gelmeden Rusya’yı teslim alamamasından pişmandı. İngiltere ve Rusya’ya karşı aynı anda iki cepheli savaş yürütülmesi de hataydı, ancak İngiltere’nin “aptal liderleri” Almanya ile barışa karşı çıkmışlardı, vb.

Bu konuşmaların en ilginç kısmı Hitler’in kendisini hemen hiç suçlamamasıydı. Her zaman başkalarının kararları yüzünden böyle hareket etmek zorunda kaldığını iddia ediyordu. Diğer yandan Hitler’in diktatör olduğunu düşündüğümüzde, belki de bu husus ilginç değildir. Çünkü insanların zaten küçük bir bölümü özeleştiri yapacak kadar olgunken, diktatörlerde bu olgunluğa daha da az rastlanır.

Almanya’nın teslimiyetiyle birlikte sona eren Avrupa’daki savaş, Hitler’in en istemediği sonuçları doğurdu. Hitler “Yaşam Alanı” fikri kapsamında, Almanların geleceğinin doğuda olduğunu savunmuş ve bu yöne doğru yayılmayı amaçlamıştı ancak savaşın kaybedilmesiyle, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, vb. Doğu ülkelerinde yüzyıllardır yaşayan Almanlar, topraklarından sürülüp Almanya’ya dönmek zorunda kaldılar.[5] Benzer şekilde, Rus topraklarını ele geçirme ve komünizmi yok etme hayaliyle yola çıkan Hitler’in yaptığı, komünizmi Avrupa’nın göbeğine kadar getirmek ve çok sevdiği Almanya’sının on yıllar boyunca ikiye bölünmüş halde kalması oldu. Yok etmek istediği Yahudi ırkı yüzyıllar sonra ilk kez bir devlet kurmayı başardı. Savaştan sonra dünyaya hükmedeceğini umduğu Avrupa ise, yüzyıllardır süregelen gücünü ve deniz aşırı kolonilerini kaybetti. Toplamları, gezegenimizin yüzeyinin üçte birini kaplayan Britanya ve Fransa İmparatorlukları hızla çözüldüler, dünya ABD ve SSCB’nin etki alanları arasında iki kutba ayrıldı.

Alman yazar Sebastian Haffner bu durumu şöyle yorumlar: “Belki de Büyük İskender’den bu yana, etkili olduğu kısa zaman dilimi içerisinde dünyayı böylesine radikal biçimde değiştirebilmiş başka bir kişi ortaya çıkmamıştır. Her halükarda, tüm tarih boyunca, eşi benzeri olmayan ölçüde devasa bir efor ortaya koyarak, amaçladıklarının tam zıddına neden olmuş başka kimse yoktur.”

B. Genel Değerlendirme

“Kırık çömlekler değil, cesetlerdi,

Tüm yolları kaplayan.

Surlar gediklerle,

Yollar ve geçitler,

Kaplanmış cesetlerle.

İnsanlar şimdi cansız uzanıyorlar,

Bir zamanlar eğlendikleri yollarda.

Tüm yollar kaplanmış cansız bedenlerle.

Şimdi ceset yığınları yükseliyor,

Dans edilen açık alanlarda.

Metalin aktığı gibi potaya,

Akıyor ülkenin kanı ve bedenler;

Çözülüyorlar yağın güneşte eridiği gibi.”

M.Ö. 2004’te, yani dört bin yıl önce, Ur şehrinin düşmesiyle sonuçlanan savaşı anlatan Sümer şiiri. Bu savaşla birlikte Sümer Devleti ortadan kalkmıştır.

Tarihin özeti

Dedemin anlattığı bir hikaye vardı: Eski zamanlarda bir sultan tarihe merak salmış. İnsanlığın başından geçen bütün olayları yazmaları için ülkesindeki alimleri toplamış. Alimler yıllarca çalışmış, sonunda yüzlerce ciltte, tarihin bütün olaylarını toplayıp sultana sunmuşlar. Sultan, bu kadar cildi okuyacak kadar ömrünün olmadığını, bunu sadeleştirmelerini söylemiş. Bunun üzerine bilginler tekrar toplanmışlar, birkaç yıl boyunca kafa kafaya verip, tarihteki olayları yüz cilde indirmişler. Ancak sultan bunu okuyacak kadar da ömrü kalmadığını söyleyip tekrar özetlemelerini istemiş. Bu iş böyle devam etmiş, yıllar geçmiş, en sonunda sultan ölüm döşeğindeyken alimler incecik bir cilt halinde dünya tarihini getirmişler. Sultan buyurmuş: “Benim bunu okuyacak kadar bile ömrüm kalmadı. Bana üç beş kelimeyle insanlık tarihini özetleyin.” Alimlerden biri sultanın kulağına eğilip şöyle demiş: “Doğdular, acı çektiler, öldüler.”

Peki neden böyle oluyor?

Yarım hisse vermeyen beş bin senelik kıssa

Mehmet Akif Ersoy’un meşhur dörtlüğüdür:

“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

“Tarih”i tekerrür diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”

Şiirde belirtildiği gibi, yapılan yanlışlardan ders alınmadığı için tarih sürekli tekrar ediyor, insanlar acı çekiyor. Çünkü her dönemde birileri çıkıyor ve ülkesinin topraklarını genişletmeye, içinde bulunduğu bölgenin, kıtanın, giderek bütün dünyanın hakimi olmaya kalkıyor.

Moskova’yı her ziyaretimde gezdiğim bir müze vardır, Tretyakov Galeri… Burada çok sevdiğim resimlerden biri Vasili Vereşagin’in “Savaşın Yüceltilmesi” isimli tablosudur. Tablonun altında ressamın notu bulunur: “Geçmişin, günümüzün ve geleceğin bütün büyük fatihlerine adanmıştır”.

“Savaşın Yüceltilmesi”, Vasili Vereşagin, 1871, Tretyakov Galeri, Moskova

Bu “fatihlere” çevremizde de sıklıkla rastlarız: Üstlerine kuzu, denklerine tilki, altındakilere aslan gibi davranan işyerindeki dalkavuk; çocuğunun herhangi bir konuda ne kadar başarılı olduğunu söyleyebilmek için lafı binbir çabayla o konuya getirirken bunun fark edilmediğini zanneden aptal ebeveyn; katıldığı programda sürekli diğer yarışmacılara sataşarak adının konuşulmasını amaçlayan ancak otorite konumundaki sunucuya karşı süt dökmüş kedi halinden vazgeçmeyen köylü kurnazı; apaçık gerçekleri yadsıyıp “o işin aslı öyle değil” diyerek kimsenin bilmediği bilgilere kendisinin sahip olduğunu göstermeye çalışan sözüm ona tarihçi…

Hepsinin niyeti aynı, alanını genişletmek ve ufacık dünyalarında bir fatih olabilmek. Bu küçük Sezarların etraflarına verdikleri zarar da, küçüklükleriyle orantılı şekilde, nispeten az oluyor. Ama hırsın üstüne müthiş bir yetenek ve koşulların desteği eklendiğinde, sonuçlar korkunç…

Sezar, “Roma’da ikinci adam olacağıma, küçük bir köyde birinci adam olurum.” dediğinde, bulunduğu coğrafyayı kasıp kavuruyordu. Bunu yapmasına olanak tanıyan ise, hırsı, yeteneği ve koşulların elverişliliğinin yanı sıra, büyük fatihlerin peşinden gitmeye hevesli küçük insanlardı… Her fırsatta savaşa karşı çıkmasına rağmen Doğu Cephesi’nde savaşmaya zorlanan ve 1947’de henüz yirmi altı yaşındayken ölen Alman şairi Wolfgang Borchert’in “Sonra Yapılacak Tek Şey Var” isimli müthiş şiirindeki önerisinin tersine, “Hayır” demeyen insanlar…

“Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:

HAYIR de!…”

Şiirin tamamı için: tıklayınız

Adın herkesçe bilinsin

“Hayır” demeyenler her devirde çoğunluğu oluşturmuş, hep benzer yalanlara kanmışlardır. Eski Mısır’dan günümüze ulaşan “Katip Olmak” adlı bir eğitim kitabı, askerlerin hayatının ve kendilerini savaşa sürükleyen kandırmacaların binlerce yıldır değişmediğini ortaya koyar:

“Suriye’ye göreve çağrıldı. Dinlenmesine fırsat verilmemişti. Elbisesi ve ayakkabısı yoktu. Dağ yollarından ilerlemeye devam etti. Kokulu ve tuzlu sudan bile ancak üç günde bir içebiliyordu. Vücudu perişan haldeydi. Düşman gelecek, o da ruhunu teslim edecekti. Ona şöyle söylenmişti: “İleri cesur asker! Adın herkesçe bilinsin.” (…) Çölün bir ucunda ölüp gitti ve adını hatırlayacak kimse kalmadı.”

Bu metinde bahsedilen asker, binlerce yıl önce yaşamış, belli ki düşük rütbeli biri, muhtemelen bir erdi. Uğrunda savaştığı hedefin ahlaken doğru olup olmadığını düşünmeden savaşmaya gidiyordu.

20. yüzyılın Alman komutanlarında da durum farklı değildi.

Doğru ve yanlış neye göre belirlenir?

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Ruslar tarafından sorgulanan Alman komutanlarının insanlıktan uzak bakış açıları sorgucuları şaşırtmıştı. Hitler’in savaştaki kararlarına getirdikleri eleştiriler yalnızca, bunların savaşın sonucunu nasıl etkilediğine bağlıydı. Başarı getiren kararlar doğruydu, diğerleri yanlış…

Örneğin, savaş öncesinde Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesi yanlıştı, çünkü bu yüzden ABD’nin tepkisini üzerlerine çekmişlerdi. 1940’ta İngiltere’deki şehirlerin bombalanıp masum insanların öldürülmesi yanlıştı, çünkü bu bombalama olmasaydı, belki de İngiltere Almanya ile beraber Rusya’ya karşı savaşacaktı. Rus ve Polonyalı esirlere köle muamelesi yapmak yanlıştı, çünkü şimdi Almanlar esir durumuna düşmüşlerdi ve benzer bir muamele tehdidi altındaydılar.

Bir ırkı tamamen yok etmeye çalışmanın, kendi başına çok büyük bir suç olduğuna dair bir görüşü kimse dile getirmiyordu.

Guderian ve Manstein gibi, Nazi yanlısı olmayan Alman komutanlarında da durum aynıdır. Bu komutanların anılarında; Hitler’in diğer halkları yok etmeye çalışmasının Almanya’nın savaşı kaybetmesinde oynadığı rol anlatılır ve SS birliklerinin savaşma azimlerine övgüler düzülürken, tarihin en organize suçunu işleyen Nazi yönetiminin ahlaki yönden derin bir eleştirisine rastlanmaz. Hatta bir dönem Genelkurmay Başkanlığı görevini dahi yürütmüş olan Guderian, toplama kamplarında işlenen suçlardan haberi olmadığını iddia edecek kadar ileri gitmiş, savaştan sonra milyonlarca Alman sivilin koro halinde söylediği bu yalandan kendi payına düşeni almıştır. 1945 Temmuz’unda esaret altındayken Amerikalılar tarafından gizlice dinlenen bir konuşmasında Nazizm’i şöyle değerlendiriyordu: “Temel prensipleri doğruydu.”

Yine Guderian, anılarının, Hitler’e suikast girişimine katılmamasının nedenlerini açıkladığı bölümünde, hangi amaçla yapılırsa yapılsın cinayeti onaylayamayacağını, çünkü bağlı olduğu Hristiyanlığın öldürmeyi açık şekilde yasakladığını belirtir. Tarihin en kötü şöhretli katillerinden birini, belki de birincisini, öldürmeyi yasaklayan Guderian’ın dini, Alman olmayan halklardan milyonlarca masumun öldürülmesine destek vermekte kendisini serbest bırakmış görünüyor.

Askeri tarihçi Liddell Hart, savaş bitiminde Alman komutanlarla yaptığı görüşmeler sonucunda, onların, mesleklerini çok iyi bilen, ancak bunun dışındaki konular hakkında hemen hiç fikirleri olmayan profesyoneller olduklarını yazmıştır.

Benzer biçimde, Alman diplomat Ulrich von Hassell 1943’te Alman komutanlarını “Mesleki açıdan yetenekli, fiziksel cesarete sahip ancak az bir medeni cesareti bulunan ve gerçek uygarlığa dayalı manevi bağımsızlığa hiç sahip olmayan” kişiler olarak tanımlamıştı.

Ulrich von Hassell

Kendisi ertesi yıl, Hitler’e karşı suikast girişimine karışmak suçundan idam edildi.

Hitler’le Stalin arasındaki bilek güreşinin sonucunda ne oldu?

Yazı dizimizin birinci bölümünde, Nazım Hikmet’in bir şiirinin küçük bir kısmını almış ve şiirin tamamını ileride bulabileceğinizi söylemiştik.

Artık sıra bu şiire geldi…

“FAKİR BİR ŞİMAL KİLİSESİNDE ŞEYTAN İLE RAHİBİN MACERASI

İlk önce yağmurla
sonra birdenbire açan güneşle başlamıştı sabah.
Henüz ıslaktı asfaltın solundaki tarla.
Harp esirleri çoktan iş başındaydılar.
Topraktan nefret duyarak
— halbuki köylüydü birçoğu —
tıraşlı ve korkak
çapalıyorlardı patatesleri.
Suluboya, solgun resimleri hatırlatıyordu insana
köy kilisesinden gelen çan sesleri.

Pazardı.
Kilisede erkeklerin hepsi ihtiyardı
kadınların değil,
içlerinde büyük memeli kızlar,
ve sarı saçlarına ak düşmemiş anneler vardı.
Maviydi gözleri.
Başları önde,
kalın, kırmızı ve harap parmaklarına bakıyorlardı.
Terliydiler.
Haşlanmış lahanayla günlük kokuyordu.
Kürsüde muhterem peder
«beyannameyi» okuyordu,
— gözlerini gizleyerek — .
Renkliydi pencere camlarından biri.
Bu camdan içeri giren güneş
duruyordu genç bir kadının bembeyaz ensesinde
eski bir kan lekesi gibi.
Ve hiçbir zaman
doğurmamış olan
göğüssüz ve kalçasız bir Meryem’in kucağında bir çocuk :
başı öyle büyük
o kadar inceydi ki kıvrılmış bacakları
hazin ve korkunçtu.
Önlerinde kandil yanıyordu
eski
sert
ve boyalı tahtayı aydınlatıp…

İki adam boyundaydı tahta heykel.
Şeytan saklanmıştı arkasına
— kaşları çekik, sakalı sivri,
Mefistofeles olması muhtemel, — —
ve âlim bir tebessümle
dinliyordu muhterem pederi.
« — Avrupa’nın bekası,
(okuyordu beyannameyi muhterem peder)
Avrupa’nın bekası için harbediyoruz.»

Dinliyordu Şeytan
sivri sakalında keder
ve âsi ve selîm aklına
dayanılmaz bir ağrı vermekteydi yalan.

Okuyordu rahip :
« — Avrupa milletleri el ele verip
harbediyoruz,
ve mutlak imha edeceğiz
medeniyet için tahripçi bir unsuru.»

Şeytan bir parça yana itti Meryem’in heykelini
ve havada sihirle efsun alâmetleri daireler çevirip
kaldırdı elini
rahibe doğru
— etsizdi, uzundu bu el,
hakikat gibi, kemikli ve kuru — .

Ve ne olduysa o anda oldu işte.
Renkli camın altındaki kadın
çırılçıplak göründü kıpkırmızı güneşte.
Memeleri ağırdı
ve sarı ipek gibi parlıyordu karnının altında tüyler.
Düşürdü kâadı muhterem peder
ve Şeytan’ın iğvasıyla hakikati bağırdı :
« — Karşı koymak günü geldi en büyük tehlikeye.
Harbediyoruz,
fuhşun bekası için,
kerhane kapıları kapanmasın diye.
Ve sen orda, arkada
içinde beyaz entarisinin
bir erkek çocuğu gibi duran,
sen orospu olacaksın kızım.
Sana firengi ve belsoğukluğu verecekler
büyük şehirlerimizden birinde.
Baban dönmeyecek
Yatıyor şimdi yüzükoyun
çok uzak bir toprağın üzerinde.
Şimdi kan içindedir
etli, kalın kulaklar
ve ince kollarının dolandığı boyun.
Yattığı yerde yalnız değil.
Hareketsiz duran tanklarla, terk edilmiş toplar sahada.»

Kendi sesinden ürkerek
sustu rahip.
Orda, arkada, beyazlı kız ağlıyordu.
Kadife ceketli bir erkek
— ihtiyar orman bekçisi civar çiftliğin —
bir şeyler söylemek istedi.
Sivri sakalını kaşıdı Şeytan,
rahibe : «Devam et,» — dedi.
Ve muhterem peder
başladı tekrar konuşmaya :
« — Harbediyoruz :
pazar ve mal nizamının bekası için.
Kömür, lâstik ve kereste,
ve kendi değerinden fazla yaratan iş kuvveti
satılmalıdır.
Patiska, benzin
buğday, patates, domuz eti
ve taze gümrah bir sesin içindeki cennet
satılmalıdır.
Güneşli bahçesi ve resimli kitapları çocukluğun
ve ihtiyarlığın emniyeti
satılmalıdır.
Şan, şeref ve saadet,
ve
kuru kahve
topyekun pazar malı olup
tartılıp, ölçülüp, biçilip satılmalıdır.
Harbediyoruz :
harbi bitirdiğimiz zaman
aç, işsiz ve sakat
— harp madalyasıyla fakat —
köprü altında yatılmalıdır…»

Yine sustu muhterem peder.
Şeytan emretti yine :
« — Naklet onun macerasını,
o ne idi, ne oldu, anlat…»

Ve anlattı rahip :
« — Onu hepiniz hatırlarsınız,
toprağın içindeki bir patates tohumu gibi
fakir,
çalışkan
ve neşesiz geçti çocukluğu.
Sonra uyandı birdenbire
on yedi yaşına doğru.
Yine fakirdi, çalışkandı.
Fakat aylarca gidip
bulutsuz bir denizde
altında sönük yelkenlerin
sanki çok sıcak bir sabah ufukta apansızın
yeni bir dünya keşfeder gibi buldu neşeyi…
Mahallede sesi en güzel olan insandı
ve en güzel mandolin çalan.
Hatırlıyorsunuz değil mi
size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
ve mavi kurdelesini
mandolininin?..
İçinizde kimin kalbini kırdı,
kime yalan söyledi,
sarhoş olduğu vaki midir,
ve kiminle dövüştü?
Çocuklara saygısını
ve ihtiyarlara şefkatini inkâr edebilir miyiz?
Belki biraz kalın kafalı
fakat kalbi bir balık yavrusu gibi temiz
onu geçen sene harbe gönderdik.
Şimdi gerilerinde cephenin
işgal altındaki bir köyün odasındadır.
Baygın bir kadının ırzına geçmekle meşgul
bir tahta masanın üzerinde.
Beli çıplak
pantolonu dizlerinde
başında miğfer
ve ayaklarında kısa, kalın çizmeler.
Yerde iki çocuk ölüsü yatıyordu
direkte bağlı bir erkek.
Dışarda yağmur yağıyor
ve uzaktan uzağa motor sesleri.
Kadını masadan yere iterek
doğrulup çekti pantolonunu…
Halbuki hepiniz hatırlarsınız onu,
hatırlıyorsunuz değil mi
size doğru gelen dostluğunu kocaman, kırmızı elinin
ve mavi kurdelesini
mandolininin?»

Yine birdenbire sustu muhterem peder.
(Susabilmek bir hünerdir
insanın ağzından çıkan sözler
kendine ait olmazsa.)
Fakat tahta Meryem’in arkasından
yine emretti Şeytan :
« — Rahip, devam et,» — dedi.
Ve devam etti rahip :
« — Harbediyoruz.
Çalıştırılan insan yığınları
birbirine devrederek zinciri,
karanlık ve ağır,
beton künklerin içinde akmalıdır.
Ve sen kocakarı
— ön safta, solda, diz çöküp
yüzü eski bir kâat gibi buruşuk olan —
seni temin ederim ki
kilise kapısında oynayan torunun
— beş yaşında,
başı altın bir top gibi yuvarlak —
dedesi,
senin kocan,
babası,
senin oğlun
ve komşuların gibi
kömür ocaklarında çalışacak.
Hiçbir şeyi
ümit etmemeyi
öğrensin.
Bu maksatla
uçuyor bombardıman birliklerimiz
tasavvur edilmeyecek kadar çok ölüm taşıyıp
iki gergin kanatla.
Ve motorlarına benzinle beraber
belki bir parça keder dolarak
(öldürenlerde tevehhüm edilen keder gibi bir şey),
uçuyor av kuvvetleri himayesinde olarak
bombardıman birliklerimiz
birbiri ardından giden dalgalar halinde…
Harbediyoruz :
öldürdüklerimizin sayısı
— bizden ve onlardan
aralarında meme çocukları da var —
şimdilik
beş altı milyon kadar.
Harbediyoruz :
kundak bezinin çeşidiyle belli olmalı herkesin yeri.
Harbediyoruz :
parlasın ebediyen diye sabah güneşlerinde
hapishane demirleri…»

Hakikat çok taraflıdır.
Fakir bir Şimal kilisesinde
— Şeytan’ın iğvasıyla da olsa —
fakir bir papaz
onu o kadar uzun anlatamaz.
İnzibat kuvvetleri aldı haberi
— kadife ceketli orman bekçisinden —
gelip indirdiler kürsüden muhterem pederi.
Ve asfalt yolun üzerinde
arasında silâhlı iki adamın
giderken muhterem peder
Şeytan baktı arkasından :
çekik kaşlarında ümit
ve sivri sakalında keder.

12.9.1941

Not :

Alamanya yıkıldı.
Temerküz kampından kurtarıldı muhterem peder.
Ve yine Şeytan’ın iğvasına uymasaydı eğer
önemli Alaman demokratlarından biri olurdu bugün
Anglo-sakson işgal bölgelerinden birinde.
Halbuki yine uydu Şeytan’a.
Ve yine bir pazar günü ve aynı kilisede yine
batılı müttefikleri meth ü sena edeyim derken
41 yılında söylediklerinden bazı fasılları tekrarladı aynen
bilhassa mal nizamına ait olanları.
Ve Katolik bir Amerikan subayının emriyle
(tevkif edilmediyse de bu sefer)
kovuldu kiliseden muhterem peder.
Yine arkasından baktı Şeytan :
çekik kaşlarında biraz daha çok ümit
sivri sakalında biraz daha az keder…

1946 Şubat 17”

Tarihin en büyük bilek güreşinin sonucu işte buydu: Biraz daha çok ümit, biraz daha az keder… Hitler’in yenilmesiyle dünya düzeninde gerçekten bir şeylerin değiştiğini ve daha özgür bir ülkede yaşadığını zanneden bu şiirdeki rahibin, Türk hicvinin büyük şairi Eşref’ten haberi yoktu demek ki…

2. Abdülhamit’in baskı rejiminden sonra geçilen Meşrutiyet devrinde, Selahattin Bey adında bir memur düşüncelerinden ötürü işinden kovulmuştu. Şaka olsun diye her zaman “ana” yerine “mana” diyen bu memur için Eşref’in yazdığı dörtlük şöyledir:

“Vakt-i, istibdadda söz söylemek memnu idi, (baskı devrinde söz söylemek yasaktı)
Ağlatırdı ağzını açsan hükümet mananı;
Devr-i hürriyetteyiz şimdi, değişti kaaide;
Söyletirler evvela, sonra s…r ananı.”

Tarihçiler tarafından küçümsense de, tarihe ilgisi olanların yapmaktan kendilerini alamadıkları beyin jimnastiklerinden biri, “alternatif tarih” oyunudur. Örneğin Hitler Moskova’yı ya da Stalingrad’ı alsaydı ne olurdu?

“Napolyon Waterloo Savaşı’nı kaybetmeseydi ne olurdu?” demek gibi…

Aklıma, Türkiye’de pek tanınmayan ancak çok iyi bir yazar olan Amerikalı Ambrose Bierce’in “İmkansız Öyküler” kitabındaki bir cümle geliyor: “Eğer Napolyon, Waterloo’da bu kadar zekice planlar yapmış olsaydı, o ünlü savaşı kazanır ve iktidardan o ünlü savaşı kazandıktan sonra indirilirdi.”

Hitler’in durumu için de benzer görüşteyim. Napolyon’a kıyasla Hitler, Rusya’nın daha büyük bir bölümünü ele geçirip daha uzun bir süre boyunca elinde tutmayı başarmış ama sonunda hem kendisi hem de ülkesi açısından daha kötü bir yenilgiye uğramıştı.

Zaten her diktatör bir gün ya düşmanlarına ya da zamana yenilir, kurduğu/kurmaya çalıştığı rejim bir süre sonra yıkılır ve tarih kitaplarında yerini alır. Olan, kısacık ömürlerini bu rejim altında geçirip baskı görmüş, acı çekmiş insanlara olur.

Yazı dizimizi başka bir Amerikalı, Stanley Kubrick ile bitirelim. Kendisinin yönettiği, 18. yüzyılda geçen “Barry Lyndon” filminin kahramanı, pek çok kişiyle türlü türlü maceralar yaşar. Filmin son sahnesi, yazı dizimizde adı geçen herkes için geçerli…

Bir süre sonra bu yazıyı yazan, okuyan ve okumayan herkes için de geçerli olacak.

“Söz edilen bu insanlar, 3. George’un hükümdarlığı döneminde yaşadılar ve kavga ettiler; iyi ya da kötü, yakışıklı ya da çirkin, zengin ya da fakir… Şimdi hepsi eşit.”

[1] Örneğin Napolyon’un tarih sahnesine çıkacağı ve Avrupa’nın yirmi küsur yıl boyunca birbirine gireceği savaşların arifesinde, 1792 yılında, İngiliz Başbakanı (Genç) William Pitt’in tahmini bunlardan biridir: “Önümüzdeki on beş sene boyunca Avrupa’da barışın hüküm süreceğine dair beklentilerimizin bu kadar güçlü olduğu bir dönem, daha önce hiç görülmemiştir.”

[2] Kıta Avrupası’ndaki sekiz tarafsız ülke Portekiz, İspanya, İsviçre, İsveç, Türkiye, Andorra, Liechtenstein ve Vatikan’dı.

[3] “Yolsuz Dönem” anlamına gelen Rusya’nın yağmur mevsimi.

[4] Churchill’in, sekreteri John Colville’e söyledikleri de, o dönemde müttefiklerin içine düştükleri zor durumu gözler önüne serer: “Eğer Hitler cehennemi işgal ederse, Avam Kamarası’na gider ve şeytanla ilgili en az bir tane olumlu söz söylerim.”

[5] Bu açıdan bakıldığında, Hitler’in tüm Almanları tek bir devletin bayrağı altında toplama hedefini, Avusturya ve İsviçre’yi dışarıda bırakırsak, büyük ölçüde gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Şu farkla ki, Hitler Almanya’nın topraklarını büyüterek Doğu Avrupa’daki Almanları kanatları altına almasını istiyordu ancak onun yerine, bu bölgelerdeki Almanlar yurtlarını bırakıp, yüzölçümü bakımından eskisinden de küçük hale gelen Almanya’ya göç ettiler.

40
Exit mobile version