Site icon Berk Birincioğlu

6. Bölüm: Neden?

Yazı dizimizin altıncı ve son bölümünde, Almanya’nın suçları karşısında kilisenin suskunluğuna, insanların bu suçları nasıl işleyebildiğine ve en yüksek seviyesini Alman ve Japon toplumlarında bulan dünya görüşü hakkındaki düşüncelerimin Hollanda’ya taşınmamla birlikte hangi yönde değiştiğine tanıklık edeceğiz.

A. Kilisenin Şefkati

“Derler ki; “Tanrı her zaman kalabalık ordudan yanadır”.”

Voltaire

Alman Kiliseleri oyun oynuyor: Bir, iki, üç, tıp!

Almanya’da Nazizm’in yükseldiği 1930’lu yıllarda ve 2. Dünya Savaşı boyunca yaşananlara Kilise’nin tepkisi, daha doğrusu tepkisizliği, özellikle savaş sonrasında pek çok kişinin zihnini kurcalayan bir konuydu.

Hitler örneğinde Katolik Kilisesi, tarihine yakışır şekilde davranmakta gecikmedi. Geleneksel olarak Yahudilik ve ateizm karşıtı olan Kilise, kendisini tehdit ettiğini düşündüğü Bolşevizm’e karşı aradığı panzehri Hitler faşizminde buldu.

Gerçi Nazi hareketinin içinde bazı önde gelen kişilerin, Alman tarihi ve kültürünün kökenlerini Hristiyanlığa değil pagan Cermen dönemine dayandırması nedeniyle, Katolik Kilisesi’nin başı olan Papa 11. Pius ilk zamanlarda Hitler’e mesafeli durmuştu. Ancak aynı Papa, Hitler’in iktidara gelmesinden iki buçuk ay sonra, 10 Nisan 1933’te Nazi liderlerinden Hermann Göring ile Roma’da bir araya geldi ve “Alman hükümetinin başında, komünizmin ve Rus nihilizminin her türüne karşı hiçbir şekilde taviz vermeyecek birinin bulunmasından ne kadar memnun olduğunu” ifade etti. Vatikan Naziler ile 1933 Temmuz’unda bir anlaşma imzaladı. Kilise’nin haklarına dokunulmayacağının belirtilmesi üzerine, Almanya’daki Katolikleri Nazi Partisi’ni desteklemeye çağırdı. Böylece Hitler’in, iktidarının ilk aylarında diktatörlüğünü kurarken muhtaç olduğu desteği almasını sağlamış oldu.

Almanya’daki Katolik ve Protestan din adamlarının ortak noktası ise, Yahudiler başta olmak üzere Nazi rejimi tarafından sakıncalı kabul edilen bireylerin yasal hakları sınırlandırılırken, mallarına el konulurken, hatta insanlar toplama/ölüm kamplarına gönderilirken, az sayıdaki istisnalar dışında, suskunluğa bürünmüş olmalarıdır.[1]

Savaştan sonra “direnişçi” olarak öne çıkartılan bu istisnaların yaptıklarına göz atalım ki, “destekçilerin” hali daha iyi anlaşılsın.

Biri Katolik, biri Protestan, iki onurlu(!) din adamı

Katolik: Clemens August von Galen

Bu yazı dizisinde değindiğimiz üzere, özürlülerin öldürülmesini hedefleyen T4 Programı’na karşı Kilise cephesinden zaman zaman tepkiler yükselmişti. Kurbanların cenaze törenlerinde bazı rahipler bu programı eleştiriyorlardı. Ağustos 1941’de bir Alman kenti olan Münster’in piskoposu Clemens August von Galen, hıncahınç dolu bir kilisede ötanazi uygulamasına açıkça karşı çıktı. Martin Bormann gibi bazı yüksek düzey Naziler von Galen’in öldürülmesini isteseler de, Propaganda Bakanı Goebbels’in de içlerinde olduğu diğer bir grup Nazi, von Galen’a karşı girişilecek bir baskı hareketinin, Almanya’nın Katolik bölgelerince hükümete verilen desteği önemli ölçüde azaltacağını iddia ettiler.

Sonuçta von Galen’in başına bir şey gelmedi.

Bununla birlikte, bu karşı çıkışın nedenini von Galen’in insancıllığında değil, Kilise’nin 21. yüzyılda dahi kürtajı reddetmesinin arka planında yer alan, dinlerin “yaşamın kutsallığı” şeklinde adlandırdığı görüşte aramak gerekir. Buna göre öldürmek günahtır, yaşam hakkının dokunulmazlığını savunmak gerekir. Tabii, hangi “yaşam”ların “dokunulmaz” olduğu dinden dine değişir. Nitekim aynı von Galen, “Bolşevizm’e karşı Alman Haçlı Seferi’ne” tam destek vermiş, yalnızca vaftiz olarak din değiştirmiş Yahudileri savunmuş, diğerlerinin öldürülmesine ise, özel mektuplarında bile tek bir kelimeyle olsun, ses çıkartmamıştı.

Von Galen’in, tepkisini kurbanların kimliklerine göre belirlemesi, Kilise’nin bakış açısına uygun düşmüş olacak ki, kendisi savaştan sonra Kilise tarafından aziz ilan edildi.

Clemens August von Galen’in Münster Katedrali’ndeki mezarı

Protestan: Martin Niemöller

Bir Protestan olan Martin Niemöller’in yazdığı, zulüm karşısında tepkisiz kalınmasını eleştirdiği şiir çok meşhurdur. Dünyamızda ne zulüm ne de tepkisizliğin sonu geldiği için, bu şiir sık sık karşımıza çıkar:

“Önce komünistler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım, çünkü komünist değildim.

Sonra Yahudiler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü Yahudi değildim.

Sonra sendikacılar için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü sendikacı değildim.

Sonra Katolikler için geldiler ve ben sesimi çıkarmadım çünkü Protestan’dım.

Sonra benim için geldiler ve o zaman sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

Martin Niemöller’in şiiri, New England Soykırım Anıtı, Boston

Ne etkileyici bir şiir, değil mi?

İlk bakışta öyle gibi görünüyor ancak burada üzerinde durmamız gereken iki nokta var…

Geçmiş peşimizi bırakmaz…

Birinci nokta şu: Aslında Niemöller, etraflarındakileri almaya geldiklerinde yalnızca sessiz kalmamıştı, bundan çok daha fazlası vardı. Savaştan sonra bu rahip üzerine yapılan araştırmalar, kendisinden umulandan bambaşka bir kişiliği ortaya çıkardı.

Papazların çoğu gibi Niemöller de Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden memnun olmuştu. Hitler’in başbakan seçilmesini sağlamak için Nazilere oy vermiş ve kilisesine Nazi Partisi’nin bayrağını çekmişti. 1935 yılındaki bir konuşmasına bakalım:

Biz “Gezgin Yahudi”den söz ediyoruz, karşımızda ülkesi olmayan ve bir türlü huzur bulamayan bir avarenin görüntüsü var. Karşımızda üstün yetenekli bir halk görüyoruz, dünyanın faydası için ideolojiler, teoriler üretiyor ama her yaptığı, zehre dönüşüyor. Yalnızca tiksinti ve nefret doğuruyor çünkü kandırılmış dünya bu kandırmacayı görüyor ve intikamını alıyor. Bunun nedenini bulmak hiç de zor değil, çünkü Yahudiler İsa’yı çarmıha gerdikleri için lanetlendiler ve o günden beri babalarının affedilmeyen kanlı günahlarının korkunç yükünü taşıyorlar.”

Pek hümanist birinin ağzından çıkmış gibi görünmeyen, bununla birlikte koyu bir dindarın ağzına pekala yakışan, bu sözleri sarf etmekle kalmayan Niemöller, “kendisini almaya gelmelerinden”, yani toplama kampına gönderildikten sonra Hitler’in Polonya’yı işgal etmesi üzerine, ordu mensuplarına yazdığı mektupta “elinden geldiği ölçüde ülkesine hizmet etmeye ve Adolf Hitler’in Almanya’sı için savaşmaya gönüllü olduğunu” yazıyordu.

Martin Niemöller

Madem ki Niemöller hem bir Yahudi karşıtı hem de Hitler’i desteklemiş biriydi, o zaman bu şiiri yazmasının nedeni, yıllar sonra duyduğu pişmanlık olabilir miydi?

Bu şiir neden yazıldı?

Bu sorunun cevabı, bizi üzerinde durmamız gereken ikinci noktaya götürüyor.

Bu şiir, Alman halkının Nazizm’in destekçisi değil kurbanı olduğu şeklinde bir algı yaratılması amacına dönük sayısız girişimden biri olarak yazılmıştı; sanki komünistleri, sendikacıları, vb. almaya gelenler Almanlar değil de uzaylılarmış gibi… Burada kasıtlı biçimde, yapılan kötülüğe destek vermenin sonucu olan suçun hukuki düzeyden, bu kötülüğe sessiz kalmanın sonucu olan vicdani düzeye indirilme çabası söz konusu… Birini öldürürseniz veya birinin öldürülmesine yardım ederseniz hukuk önünde suçlusunuzdur ve cezalandırılmanız gerekir. Ancak yolda yürürken birinin başkasını öldürdüğünü görür ve hiçbir şey yapmadan yolunuza devam ederseniz vicdanlar önünde suçlu olursunuz, hukuki açıdan değil.[2]

Niemöller örneğinde olduğu gibi, Alman halkının büyük bölümü yanı başında işlenen suça yalnızca kayıtsız kalmadı, bu suçu doğrudan işledi, işleyenleri destekledi ve/ya bu suçun sonuçlarından faydalandı, hem de sonuna kadar… Nisan 1945’te Almanya için savaş kaybedilmiş, her şey bitmişken, birkaç saat sonra müttefik askerlerinin gireceği kentlerde, bu kentler bombalanarak daha fazla zarar görmesin diye beyaz bayrak açanları polise şikayet edip idam ettirenler de; toplama kampları müttefiklerin eline geçmeden önce mahkumlar bir Alman şehrinden diğerine “ölüm yürüyüşlerine” zorlanırken, geçtikleri şehirlerde bu zavallıları öldürenler de Alman sivilleriydi.

Nitekim, 2. Dünya Savaşı boyunca katliamlardan kurtulan Yahudiler ya da Almanya’ya karşı savaşan müttefik askerleri, düşmanlarını “Almanlar” olarak tanımlıyordu. Bu kişilerle yapılan belgeselleri izlemişseniz, karşı taraftan “Nazi” değil “Alman” diye söz ettiklerini görmüşsünüzdür.

Alman-Nazi ayrımı, bu gibi şiirlerin de etkisiyle, savaş sonrasında belirginleşti.

Alman Kiliseleri’ndeki “direnişçilerin” durumunu gördük…

Peki Papa ne yapıyordu?

1941 Ağustos’unda Alman ordusu Kiev’in güneyindeki Bjelaja-Zerkow’a girdiğinde bütün yetişkinleri ve gençleri öldürmüş, altı yaşından küçük doksan çocuğu da sonra öldürmek üzere bir binaya kilitlemişti. Ekmek ve su bile verilmeyen çocukların ağlama ve iniltileri bütün çevrede işitiliyordu. 20 Ağustos’ta Katolik papaz Ernst Tewes ve Protestan meslektaşı Gerhard Wilczek bu binayı görmeye gittiler. Ernst Tewes’in resmi kanallara yaptığı rapor şöyleydi:

“İki odada yaklaşık doksan çocuk gördük, bunların yaş aralığı beş aylıktan altı yaşa kadar uzanıyordu. Çocukların hapsedildiği bu iki oda çok pisti. Çocuklar kendi dışkılarıyla kaplanmış yerlerde oturup yatıyorlardı. Çıplak bacakları ve karınları sineklerle kaplıydı. Nispeten büyük bazı çocuklar (iki, üç, dört yaşındakiler) duvardaki harcı kazıyıp yemeye çalışıyorlardı. Manzara korkunçtu. Küçük çocuklar, özellikle daha birkaç aylık olanlar, durmadan ağlıyor, inliyorlardı.”

Papaz Ernst Tewes

Bu tür sayısız raporla karşılaşan Papa 12. Pius’un verdiği tepki, kilisenin yüzyıllara dayanan Yahudi düşmanı tutumunun devamı niteliğindeydi. 1942 Yaz’ında kardinallerine seslenirken kullandığı ifadeler şunlardı: “Kudüs (Yahudileri kast ediyor) Tanrı’nın davetini ve lütfunu katı bir reddetme ve inatçı bir nankörlükle yanıtladı. Suç yolunda o kadar yürüdü ki, Tanrı’yı bile öldürdü.”

Dağ fare doğuruyor

Yahudilere karşı tutumu böyle olan bir kişiden, soykırımı engellemeye çalışması beklenebilir mi?

Ancak 1942 Aralık’ında başta Yahudiler olmak üzere tüm dünya öyle ümitsiz bir durumdaydı ki, Papa’nın merhametli ve cesur biri olduğu yanılsaması içerisindeki milyonlarca insan radyolarının başına toplanmış, Noel konuşmasında Hitler’i ve soykırımı eleştirmesini umuyordu.

Yirmi altı sayfalık, beş bin kelime tutan ve kırk beş dakika süren konuşmada soykırıma ayrılan bölüm şöyleydi: “(…) herhangi bir suçları olmadan, bazen yalnızca milliyetleri ve ırkları nedeniyle kaderleri ölüm ya da yavaş yavaş azalma olan yüzbinler…”[3]

Yunan yönetmen Costa Gavras’ın “Amen” filminde, Papa’nın konuşmasını ümitle bekleyenlerin yaşadığı hayal kırıklığı anı…

Papa’nın gözleri önünde ölüme götürülen Yahudiler

Papa’nın tepkisizliğine ilişkin verilebilecek en güzel örnek, 16 Ekim 1943 Cumartesi sabahı Almanların Roma Gettosu’na baskın yaparak 1.023 Yahudi erkek, kadın ve çocuğu tutuklamalarıydı.

Bu insanların götürüldüğü Collegio Militaire binası, Vatikan’dan yalnızca birkaç yüz metre uzaktaydı. Papa sabah duası sırasında bu baskını öğrenmiş, çocuklarla dolu kamyonlar neredeyse Papa’nın dua ettiği odanın pencerelerinin önünden geçmişti.

Papa’nın tepki göstermesi için dört bir yandan rica yağıyordu, hatta bazı sivil Alman yetkililerden bile… Zaten savaştan sonra ortaya çıkan Alman belgelerinden de görüldü ki, Alman askeri otoriteler de Papa’nın bu olayı protesto edeceğini öngörmüşlerdi. Böyle bir protesto girişiminin, Yahudilerin naklini durduracağı, dolayısıyla hayatlarını kurtaracağı görüşünde tarihçilerin büyük bölümü mutabakata varmıştır.

Ancak Papa’dan tek bir itiraz bile gelmedi.

Yahudiler iki gün sonra trenlere bindirildiler. Getto baskınının üzerinden yedi gün, trenlerin Roma’dan ayrılmalarının üzerinden beş gün geçtiğinde, Yahudilerin neredeyse tamamı Auschwitz-Birkenau’nun gaz odalarında son nefesini vermişti. 1.023 kişilik grubu oluşturan erkeklerden on beşi, kadınlardan yalnızca biri, Roma’ya sağ dönecekti.

Çocuklardan ise hiçbiri…

Aynı hafta, Katolik Kilisesi’nin yayın organı Osservatore Romano’da Papa’nın “acıları hafifletmek için, elinde bulunan bütün araçları kullanmakta bir an bile duraksamadığı”, “evrensel insan sevgisinin milliyet, din ya da ırkla sınırlandırılamayacağı” belirtiliyordu.

Papa 12. Pius

Tesadüfün böylesi…

Papa’nın kurbanlara hiçbir yardımı olmadı mı?

“Yiğidi öldür, hakkını yeme” demişler… Bir süre sonra aynı Papa, Budapeşte’deki Yahudilerin kamplara gönderilmesini protesto ederek engelledi, böylece onları mutlak bir ölümden korumuş oldu. Başta İtalya olmak üzere, çeşitli ülkelerdeki Yahudiler kiliselerde, manastırlarda saklanarak Almanların eline düşmekten kurtuldular. Uluslararası Kızılhaç örgütü de toplama kamplarındakilere yardım paketleri göndermeye başladı.

Bunlar ne zaman oldu?

1944’te… Yani Almanya’nın savaşı kaybettiği kesinleştiğinde…

Bir ibadet biçimi olarak savaş suçlularını korumak

Savaştan sonra Vatikan’ın bir numaralı gündemi, varlığı için en büyük tehlike olarak gördüğü komünizmi, hangi yolla olursa olsun, durdurmaktı. Tanrısallığın dünya üzerindeki temsilcisi Kilise’nin bir kurum olarak güç kaybetmesini engellemek; suçluların cezalandırılması, adaletin yerine getirilmesi, vb. kavramları önemsizleştiriyordu.

Bu nedenle savaştan sonra Alman ve Avusturyalı yüzlerce savaş suçlusu, Kilise’nin kendilerine sağladığı sığınma izni, para ve sahte belgelerle Güney Amerika’ya kaçabildi.

Bunların içinde kimler yoktu ki? Yazı dizimizin “Vahşet Senfonisi: 1939–1945” isimli bölümünde değindiğimiz, Auschwitz’in “Ölüm Meleği” lakaplı doktoru Josef Mengele; “Yerini Bulmayan Adalet — 1945 Sonrası” bölümünde bahsettiğimiz, Yahudilerin ölüm kamplarına taşınmasından sorumlu Adolf Eichmann; Sobibor ve Treblinka ölüm kamplarının komutanı Franz Stangl; …

Josef Mengele

Adolf Eichmann

Franz Stangl

Bu canilerin kaçmasında Papa’nın bilgisi ve onayının varlığı neredeyse kesindir.

B. İnsanın Kötülüğü Üzerine

“Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar olduğunu ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak gerektiğini söylüyorum yalnızca. Belki bu size basit gelecektir ve ben basit olup olmadığını da bilmiyorum, ama gerçek olduğunu biliyorum.”

Albert Camus, Veba

“Sıradan” bir insan nasıl katil olur?

2. Dünya Savaşı’nda Hitler, doğudaki Polonya ve Rusya gibi ülkelerin topraklarını ele geçirdikçe, Nazi ideolojisinin temelindeki “üstün ırk” anlayışı doğrultusunda, yerel halkların etnik temizliğine başladı. Savaşa savaşa ilerleyen Alman ordusunun yeni fethettiği yerlerde “düzeni sağlamak” görevi, Alman halkının çeşitli katmanlarından sağlanan ve sayıları on binleri bulan yedek güçlere düşüyordu.

O güne kadar kimseyi öldürmemiş bu erkeklerin bir anda katile dönüşmeleri hakkında çok sayıda inceleme yapılmıştır. Bunların en ünlülerinden biri, Amerikalı tarihçi Christopher R. Browning’in “Ordinary Men: Reserve Police Battalion 101 and the Final Solution in Poland — Sıradan Adamlar: 101. Yedek Polis Taburu ve Polonya’daki Nihai Çözüm” kitabıdır. Bu kitabında Browning, Alman sivillerinden oluşan yaklaşık beş yüz kişilik bir taburun, Polonya’da giriştiği katliamları anlatır.

Christopher Browning

Kitaba konu olan Alman sivilleri Polonya’ya getirilmişlerdir ve amaçlarının Alman ordusuna yardım etmek olduğunu düşünürler. Ancak 12 Temmuz 1942 günü, komutanları onları toplar ve Jozefow köyündeki, çoğunluğu Yahudi olan halkın kurşuna dizilmesi emrini aldıklarını söyler. Bu emrin yerine getirilmesi sırasında, müttefik uçaklarından atılan bombalarla öldürülen Alman kadın ve çocuklarını hatırlamalarını belirttikten sonra, emre uymak istemeyenlerin bir adım öne çıkmalarını ister.

Bu beş yüz kişilik Alman taburunda yer alanları, katil olmak için ideal adaylar olarak değerlendirmek kolay değildir: Hemen hepsi toplumun alt ve orta-alt sınıflardan gelen erkeklerdir, katı bir hiyerarşinin hüküm sürdüğü Alman toplumunda herhangi bir yükselme beklentisi içinde olmaları öngörülmez. Yaş ortalamaları otuz dokuzdur, yani Hitler iktidara gelmeden önce okul sıralarından geçmiş, dolayısıyla Nazi müfredatıyla eğitim almamışlardır. Dörtte üçü Nazi Partisi üyesi değildir. Pek çoğu evli ve çocuklu olduğu için, öldürülecek kurbanlarla daha rahat empati kurabilecek durumdadırlar.

Bütün bu verilere karşın, beş yüz kişiden yalnızca bir düzine kadarı, katliam emrinin uygulanmasında yer almamak için bir adım öne çıktı. Kalanlar, sivil halkı öldürmeye hazırdı ya da öyle olduklarını düşünüyorlardı.

Yalnızca bir adım atarak katil olmaktan kurtulabilmek olanaklıyken, neden bu kadar az kişi bu yolu seçmişti?

Bunu bir ölçüde, emrin “aniliğine” bağlamak mümkündür. Tabura ne yapacağı önceden anlatılmamış, dolayısıyla detaylıca düşünüp taşınmaya dayanan uzun bir karar verme süreci tanınmamıştı. Böyle bir karar verme süreci, taburun en azından bir bölümünde, yapılması emredilen işin korkunçluğunun idrak edilmesini ve emrin reddedilmesini beraberinde getirebilirdi. Oysa hızlı karar verilmesi istenen hallerde insanlar, özellikle üniforma içindeki erkekler, gruptan bağımsız davranmama eğilimindedirler. Bu yüzden, taburun büyük bölümünün bir adım öne çıkmayarak emre uyacağını beyan etmesi, kalanların da aynı yolu izlemesine neden olmuştu.

Bu konuya tekrar değineceğiz. Şimdi, 12 Temmuz 1942’de kaldığımız yerden devam edelim.

Köy halkı meydanda toplandıktan sonra, genç erkekler ayrıldı ve bir çalışma kampına gönderildiler. Diğerleri ise kamyonlara bindirildi, yakındaki bir ormana götürüldü ve tek tek kurşunlandılar.

Katliamda yer almayı reddeden ilk on iki kişiye ek olarak, insanları öldürmeye başladıktan bir süre sonra, taburdaki Almanların yüzde on ila yirmi arasındaki bir bölümü, daha fazla devam edemeyeceklerini söyledi ya da kargaşadan yararlanıp ateş etmeyi bıraktı. Kalan, en az yüzde seksenlik kısım ise katliama devam etti.

Gün sonuna gelindiğinde yaklaşık bin beş yüz kişi öldürülmüştü.

Suçluların ifadeleri

Bu katliam hakkında yıllar sonra yapılan soruşturma sırasında katillerin verdikleri ifadeleri okurken, üzerinde en çok düşünmeme neden olan ifade şöyleydi: “Ben olmasaydım, Yahudiler kaderlerinden yine de kurtulamayacaklardı.”

Bu ifadenin korkunçluğunu anlamak için, benzerlerinin ne kadar geniş kapsamda ve sıkça kullanıldığını düşünmek yeterlidir. Gerçek kürk satın alanlar, yerde bulduğu parayı cebine atanlar, amirine dalkavukluk yapanlar, vb. vicdanlarını hep aynı bahaneyle rahatlatırlar. O “yanlış”, zaten birileri tarafından yapılacaksa, onu yapan neden ben olmayayım?

Bununla birlikte, insanın kendisini kandırmak yönündeki yaratıcılığı sınırsızdır. Jozefow Katliamı’na katılanlardan biri ifadesinde şöyle diyordu: “Bir süre uğraştıktan sonra, sadece çocukları öldürmeyi başardım. El ele tutuşan bir anne ile çocuk önümüze geldiğinde, arkadaşım anneyi öldürdükten sonra ben de çocuğu vuruyordum. Sonuçta, çocuğun annesi olmadan uzun zaman hayatta kalabilmesi mümkün olmadığı için, çocukları öldürerek onları aslında “kurtardığımı” kendime söylüyordum.”

İfadelerde, bu eylemleri yapanların katliam sırasında ciddi bir vicdan azabı duymadıkları göze çarpıyordu. Katillerin pek çoğu, ancak üzerinden yıllar geçtikten sonra, yapılanların ne kadar korkunç olduğunu fark ettiklerini belirtmişlerdi.

Bunun altında — bir ölçüde — savaşın doğasındaki “biz” ve “onlar” ayrımı yatmaktadır. Savaşta insan, düşmanını “insan” olarak değil “düşman” olarak konumlandırmazsa, onunla savaşmak için ahlaki nedenler bulmakta zorlanır. Bu yüzden diktatörler, yönettikleri ülkelerin toplumlarının içindeki veya yabancı ülkelerdeki “karşı” olarak tanımladıkları tarafı, kendi yandaşlarına insanlık dışı, değersiz varlıklar gibi göstermeye çalışırlar. Elbette Nazi rejimi de buna bir istisna teşkil etmiyordu. Yıllar boyunca Alman halkına, Yahudilerin “alt insan” olduğu fikrinin pompalanmasının, bu tür katliamlarda etkisinin olacağı açıktır.

Devlet terörü (?)

2. Dünya Savaşı’ndaki katliamcıların bu eylemleri nasıl gerçekleştirebildiklerini incelediğimiz bu bölümde, yeri gelmişken bir konuyu da netleştirelim.

Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, kendisini Nazizm’in destekleyicisi değil kurbanı gibi göstermeye çalışan Almanlar, Hitler’in halk nezdinde gördüğü desteğin en önemli nedeninin, devletin toplum üzerinde kurduğu korku olduğunu öne sürmüştür. Bu iddiaya göre, şiddetin gündelik hayatın bir parçası olduğu Nazi döneminde, insanlardan, “Büyük Aşk: 1933–1939” isimli yazımızın başına sözünü aldığımız Martin Luther King gibi davranmalarını beklemek haksızlık olurdu.

Ancak belgeler bunun tersini işaret etmektedir. Hitler halkın desteğine çok önem veriyor, bunu kaybetmemeye özen gösteriyordu. Örneğin 2. Dünya Savaşı sırasında Berlin’de, bir Hristiyan’la evli olan Yahudiler ölüm kampına gönderilmek üzere tutuklandıklarında, bu Yahudilerin Hristiyan eşleri, arkadaşları gösteri yaparak onları kurtarmışlardı.[4] Burada sorun, aynı gün kalkan başka bir trende karı koca Yahudi olanların ölüme gönderilmesine kimsenin ses çıkarmamış olmasıdır.

Benzer şekilde, 2. Dünya Savaşı suçlarına ilişkin yüzlerce dava içerisinde, masum insanların tüfeklerle öldürülmesi emrine itiraz eden Alman askerlerinin/sivil halkının ciddi şekilde cezalandırıldığına ilişkin tek bir örnek yoktur.[5] Yine de Jozefow Katliamı’nda olduğu gibi, insanları öldürmeleri emredilenlerin yalnızca küçük bir kısmı böyle bir itirazda bulunmuştu.

Sonuç olarak, Nazi terörü Alman toplumunun Hitler’e verdiği destekte bir rol oynamış olsa bile, bunun etkisi sınırlıdır.

Kötülüğün kaynağı hakkında teoriler

Gerek Alman sivillerinin gerek askerlerinin çoğunluğu, kendilerine verilen emirlere sorgusuz sualsiz uyup katliamlara girişirken, küçük bir kısım ise bu tür eylemlere katılmamıştı.

İki grup arasındaki bu fark nereden geliyordu?

En basit açıklama şöyle olabilir; ideolojik açıdan Nazizm karşıtı kişiler, örneğin komünistler ya da dini bütün Hristiyanlar, Nazi ideolojisinin öngördüğü katliamlarda yer almayı kabul etmemişlerdir.

Ancak yapılan araştırmalar bu görüşün doğru olmadığını ortaya koyuyor. Katliamı reddedenlerden çok azı, komünist, sosyalist, Hristiyan, vb. görüşlere sahip olmasının, davranışlarında belirleyici olduğunu ifade etmiştir. Şöyle de diyebiliriz; bir kişinin sağcı, solcu, dindar, ateist, vb. olmasının, o kişinin belirli şartlar bir araya geldiğinde insan öldürmeyi kabul ya da ret etmesinin üzerindeki etkisi — yok değilse bile — çok azdır.

2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya atılan üç farklı teori, bu savaştaki katliamların nasıl yapılabildiğine ışık tutmayı amaçlamaktadır.

Bu teorilerden ilkine göre; bir insanın kişiliği, yani yetişme tarzı, aldığı eğitim, hayattaki değerleri, vb. katliamlar karşısındaki davranışlarında belirleyici olmuştur.

İkinci teoriye göre, bir topluluğa ait olma isteği, grup baskısı, grup içindeki güç dinamikleri, vb. bir kişinin davranışlarını, söz konusu kişinin karakterinden bağımsız olarak, belirler. Yani uygun şartlar sağlanırsa herkesten bir katil yaratılabilir.

Üçüncü teori ise, ilk iki teorinin karışımıdır. Bu teori, kişisel ve çevresel faktörlerin birleşiminin, insan davranışlarını etkileyeceğini savunur.

Şimdi bu üç teoriyi açalım.

Kötü insanlar kötülük yapar

Alman felsefeci ve psikolog Theodor Adorno, meslektaşlarıyla birlikte 1950 yılında yayınladığı “Otoriter Kişilik” kitabında, “potansiyel faşist birey”in portresini çiziyordu. Buna göre, “otoriter kişilikte” görülen dokuz eğilim şunlardı: muhafazakar değerlere sıkı sıkıya bağlılık, otorite konumundaki bireylere boyun eğme, bir gruba ait olmayanlara karşı saldırgan tutum, yaratıcılığa ve esnek düşünceye karşıtlık, batıl inanca ve genelleştirmeye duyulan eğilim, güçlü ve sert olma uğraşı, yıkıcılık eğilimi ve insanların yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri görüşünde olma, dünyada vahşi ve tehlikeli şeylerin olduğu inancı, cinselliğe karşı abartılı bir ilgi.

Theodor Adorno

Adorno ve meslektaşları, yukarıda sayılan kişilik özelliklerine sahip bireylerin faşist propagandadan daha kolay etkilendiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre, faşist rejimler, kişiliğin altında gizli kalmış bu tür eğilimlerin ortaya çıkmasına neden oluyor ve bu bireyler de, rejimin düşmanlarına şiddet uyguluyorlardı.

Bu tür eğilimlere sahip kişilerin, diğer insanlardan daha fazla oranda, Nazi Partisi’nin acımasız milis kolu SS’e (“Schutzstaffel” — Koruma Timi) başvurduğu örneklerle karşılaşıldığı doğrudur. Bununla birlikte Jozefow Katliamı’nda görüldüğü üzere, tesadüfen seçilen kişiler de, tek bir emirle katliamların faili olabiliyorlardı. Daha önce de kendisine değindiğimiz tarihçi Raul Hilberg “Avrupa Yahudileri’nin Yok Edilmesi” adlı kitabında, “soykırımı gerçekleştirenlerin ahlaki yaradılışlarının Alman toplumunun diğer kesimlerininkinden ayırt edilemeyeceğini; Alman faillerin özel bir tür Alman olmadığını, bunun tersine, Alman toplumunun çeşitli kesimlerinin çakışmasını temsil ettiğini; yok etme makinesinin ise yapısı itibarıyla, organize Alman toplumundan fark göstermediğini” ortaya koymuştu.

Adorno ve meslektaşlarının teorisi yıllar içinde önemini kaybetti. Bazı insanlar saldırganlığa daha eğilimli olsalar bile, söz konusu teori, Almanların doğu ülkelerinde yaptıkları katliamların boyutunu açıklamakta yeterli değildi. Daha kapsamlı bir teoriye ihtiyaç olduğu açıktı.

Bu da bizi ikinci teoriye götürüyor.

Kötü çevre insana kötülük yaptırır

İnsan davranışlarının kökenini anlamaya yönelik araştırmalar içerisinde, Amerikan üniversitelerinde yapılan iki tanesi çok ünlenmiştir: Milgram Deneyi ve Stanford Hapishanesi Deneyi. Bu iki deneyin detaylarını bir sonraki bölümde belirteceğiz, ancak şunu söylemiş olalım; bu deneyler, tamamen tesadüfi şekilde seçilen insanların büyük bölümünün, uygun şartlar oluştuğunda, kötülük yapmaya hazır hale gelebildiklerini gösterdi. Dolayısıyla çevresel faktörler, kişisel faktörlerden daha etkindi.

Çevresel faktörlerin değerlendirilmelerinde ise, bu faktörlerin başlıcaları arasında yer alan, otoriteye itaatin ve grup baskısının etki güçlerini açıklamak faydalı olacaktır.

Jozefow Katliamı’ndakiler de dahil olmak üzere genel olarak 2. Dünya Savaşı suçluları her fırsatta, yaptıklarının, kendilerine verilen emirleri uygulamaktan — yani otoriteye itaatten — ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. Bununla birlikte, Jozefow Katliamı’nda suça katılmış olan siviller, detaylı ifadelerinde, katliama katılmayı reddetmeleri halinde, arkadaşlarının gözünde düşecekleri durumdan utandıklarını dile getirdiler.

Tabii grup baskısının tek sonucu, grupça yapılan eylemlere katılmamanın neden olduğu utanç değildi. Katliamlara katılmayı reddetmek, grup tarafından dışlanma riskini de beraberinde getiriyordu. Düşman topraklarında, çevrenizde güvenebileceğiniz tek grup tarafından tecrit edilmek önemli bir tehlikeydi. Bu tehlikenin önüne geçmek için, insan öldürmeyi reddedenlerin pek çoğu, davranışlarının nedenini diğerlerinden daha “iyi” değil, daha “zayıf” olmalarına bağlamışlardır.

Özetle, kötülüğe giden yolda, grup baskısı altında hareket etmek, otoriteye itaatten daha önemli bir etken olabilir; nitekim Milgram’ın aşağıda anlatacağımız deneyleri de bu görüşü doğrulamıştır.

Peki öyleyse suçlular neden grup baskısı altında hareket etmek yerine, otoriteye itaati (verilen emirlere uymayı), işledikleri suçun nedeni olarak göstermişlerdir?

Çünkü gerek toplum vicdanı gerek hukuk nezdinde, üstlerin emirlerine uyduğu için kötülük yapmak, sırf başkaları kötülük yaptığı için kötülük yapmaktan daha az ceza gerektirir.

İnsan doğası + kötü çevre = kötülük

İnsan davranışlarının kökenlerine ilişkin üçüncü teori, insanların çoğunun kötülüğe eğilimi olduğunu ve belirli şartlar altında, pek çok kişinin kötülük yapabileceğini öngörür.

İkinci teoriden farkı ise şudur ki; çevresel faktörler herkesin davranışlarını, kötülüğe gidecek ölçüde etkilemez. Koşullar ne olursa olsun, kötülük yapmayı reddeden istisnai kişiler her zaman var olacaktır. Bunun nedeni de, bireylerin karakterleridir.

Şimdi bu teorinin gelişiminde temel rol oynayan Milgram ve Stanford Hapishanesi Deneyleri’nin ayrıntılarına geçebiliriz.

Milgram Deneyi

Daha önceki bölümlerde söz ettiğimiz üzere, 1961 yılında Adolf Eichmann savaş suçları nedeniyle yargılanırken, kendisinin yalnızca emirlere uyduğunu iddia ediyordu. Aynı yıl Yale Universitesi’nden Amerikalı psikolog Stanley Milgram, bir ölçüde bu davadan da etkilenerek, insanların otoriteye hangi düzeye kadar uyacaklarını test etmeye karar verdi ve üç yıl boyunca çeşitli varyasyonlarla bu testi uyguladı.

Stanley Milgram

Önce gazete ilanı vererek işe koyuldu: Bir hafıza deneyinde yer almak isteyen deneklere, bir saat karşılığında dört buçuk dolar öneriliyordu. Bu ilana başvuran deneklere, öğrenmede cezanın rolünün etkisinin araştırılacağı söylenmişti.

Deneyde üç kişi vardı: Üzerine teknisyen önlüğü giymiş ve sert görünümlü biri, deneyin gözlemcisiydi. Bu gözlemci, kendisiyle işbirliği yapacak kişiyi ve deneği karşısına alıyor ve birinin öğretmen diğerinin de öğrenci olacağını söylüyordu (Denek, işbirlikçinin işbirlikçi olduğunu bilmiyor, onu da kendisi gibi bir denek sanıyordu). Sonra gözlemci onlara, arkasında “öğretmen” ve “öğrenci” yazdığını söylediği iki kağıt uzatıp birini seçmelerini istiyordu. Aslında iki kağıdın arkasında da “öğretmen” yazıyordu, dolayısıyla denek hangi kağıdı seçerse seçsin, öğretmen rolünü alıyor, işbirlikçi de öğrenci kağıdını seçmiş gibi davranıyordu. Böylece deneğin tesadüfen öğretmen rolünü üstlendiği, diğer kağıdı seçseydi öğrenci olacağı algısı yaratılıyordu.

Sonra işbirlikçi yan odaya alınıyor ve denek kendisini göremiyordu.

Öğretmen rolündeki deneğe, öğrenci rolündeki işbirlikçiye sözcük çiftleriyle ilgili sorular soracağı, doğru yanıt alması halinde bir sonraki soruya geçeceği, yanlış yanıt alması halinde ise elektrik şoku uygulayacağı belirtilmişti[6]. Denek, şokların önce küçük voltlarla başlayacağını, bunların şiddetinin giderek artacağını zannediyordu. Gerçekte ise bir elektrik şoku uygulanmayacak, bunun yerine öğretmen elektroşok makinesine her bastığında, yan odadan, daha önce kaydedilmiş bir çığlık sesi yükselecekti. Deneyin bazı versiyonlarında, öğrencinin kalp rahatsızlığı olduğu da öğretmene söyleniyordu.

Milgram Deneyi şeması: “E-Experimenter” gözlemciyi, “T-Teacher” öğretmeni yani deneği, “L-Learner” ise öğrenciyi yani işbirlikçiyi gösteriyor.

Deney ilerledikçe, öğrenci öğretmenin sorularına kasıtlı olarak yanlış cevap veriyor ve denek elektroşok cihazını giderek artan voltajlarla çalıştırıyordu. Bir süre sonra öğrenci, sanki gerçekten acı çekiyormuş gibi, yan odadan duvarı yumrukluyor, sonra da sorulara yanıt vermemeye başlıyordu. Bu noktada denekler genelde, öğrencilerin iyi durumda olup olmadıklarını öğrenmek için deneye ara verilmesini istiyorlar ancak bu istekleri kabul görmüyordu. Pek çok denek, deneyin sonuçlarından sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra, deneye kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

Deneğin deneyi tamamen durdurmayı istemesi halinde, gözlemci kendisine sırayla aşağıdaki dört sözlü uyarıda bulunuyordu:

1) Lütfen devam ediniz.

2) Deney, devam etmenizi gerektiriyor.

3) Devam etmeniz kesinlikle çok gerekli.

4) Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız.

Denek bu dört uyarıdan sonra yine de durmak istediğini beyan ederse, deney durduruluyordu. Aksi halde deney, denek en yüksek düzey olan dört yüz elli voltluk elektroşoku peş peşe üç kez uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Bu deneyden önce psikolog Milgram, Yale Üniversitesi’nden psikoloji öğrencilerine, deneklerin nereye kadar devam edeceklerini düşündüklerini soran bir anket yapmıştı. Ankete verilen cevaplarda, en yüksek voltajın yalnızca birkaç sadist tarafından uygulanacağı öngörülüyordu. Beklenti, her yüz katılımcıdan ortalama 1,2’sinin bu aşamaya kadar çıkacağıydı. Ankete katılanlardan hiçbiri, deneklerin yüzde üçünden fazlasının bu voltaja çıkacağını tahmin etmiyordu.

Milgram’ın deney sonuçları tam anlamıyla şoke edici oldu: Deneklerin tamamı üç yüz voltu aştı; yüzde altmış beşi ise, en yüksek doz olan dört yüz elli volta çıkmıştı. Bu noktaya gelene kadar denekler, dudaklarını ısırmak, tırnaklarını yemek, titremek, terlemek gibi çeşitli stres belirtileri gösterdiler.

Ama durmadılar.

Daha sonra yapılan benzer deneylerde de, aşağı yukarı benzer sonuçlarla karşılaşıldı. Katılımcıların ortalama yüzde altmışından fazlası, en yüksek dozlara çıkıyorlardı.

Bununla birlikte, deneklerin büyük bölümü, bu teste katıldıkları için memnundular; böylece kendilerini tanımakta önemli bir aşamayı geçmiş olduklarına inanıyorlardı. Deneklerden biri birkaç yıl sonra, Vietnam Savaşı sırasında yazdığı mektupta şöyle diyordu:

“1964’te denek olduğumda, birinin canını yaktığımı bilmeme karşın, neden böyle yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Çok az insan, ne zaman kendi inançları doğrultusunda davrandığının, ne zaman otoriteye uysalca boyun eğdiğinin ayırdına varabiliyor (…) Askere gitmem halinde, benden çok yanlış şeyler yapmamı talep edecek olan otoriteye boyun eğmem gerekeceğini biliyorum. Bunu bilmeme karşın yine de askere alınmayı kabul etmek, kendimden korkmama neden olacaktı. Eğer bana vicdani retçi statüsü verilmezse, hapse girmeye tümüyle hazırım.”

Deneyin çeşitli varyasyonlarında farklı sonuçlarla karşılaşılmıştı: Örneğin öğrenci ve öğretmen aynı odaya konulduğunda ya da otorite konumundaki gözlemci odadan çıktığında, otoriteye itaat bir ölçüde azalıyor ve denekler deneyi daha önce bırakıyorlardı. Deneğin yanına sanki onlar da denekmiş gibi konulan, ama aslında anlaşmalı aktörler olan “öğretmenler” ise, deneğin davranışlarını ciddi şekilde etkiliyorlardı. Diğer öğretmenler elektroşok vermekte sonuna kadar giderse, bunu yapan deneklerin oranı da yüzde altmış — altmış beşten, yüzde doksanların üzerine çıkacak kadar artıyor; deneyi bırakan öğretmenlerin yanında ise, deneklerin devam oranı yüzde onlara kadar düşüyordu.

Özetle, grup baskısı, deneklerin davranışında, diğer bütün etkenlerden daha baskındı.

Milgram Deneyi’nin sonuçları ile Yahudi Soykırımı arasında bir bağ kurarak, soykırıma katılanların yaptıklarının, aslında benzer durumlarda pek çok insanın işleyeceği suçlar olduğunu düşünebiliriz. Bu hataya düşmemek için, bu deney ve 2. Dünya Savaşı’ndaki suçlar arasındaki en az dört farkı ortaya koymamız faydalı olur.

Milgram Deneyi öncesinde denekler, eylemleri sonucunda kimsenin kalıcı bir şekilde fiziksel hasara uğramayacağı yönünde temin ediliyorlardı; insanlara ateş eden Almanlar için ise bu durum söz konusu değildir.

Milgram Deneyi’nde katılımcılar, elektroşok uygulayacakları kişilerden nefret etmiyor ya da kendilerini onlardan daha üstün bir ırkın temsilcisi olarak görmüyorlardı. Yahudi Soykırımı faillerinin en azından bir bölümünde, bu durumun tersi geçerlidir.

Deney bir saatle sınırlı olduğu için, denekler yaptıklarının sonuçlarını orta vadede değerlendirme ve belki de bundan pişmanlık duyarak devam etmeme kararı alma şansından yoksundular. Asker-sivil Almanlar ise katliamlarını yıllar boyunca sürdürmüşlerdir.

Deneydeki öğrencinin, öğretmen ile ayrı odalarda değil aynı mekanda bulunması ve öğretmenin bir düğmeye basarak değil, öğrencinin kolunu elektroşok cihazına bastırarak elektrik vermesi istendiğinde, deneklerin büyük bölümü deneyi bırakıyorlardı. Ancak 2. Dünya Savaşı’nda Almanların çoğunluğu, bebeklerin gözlerine bakarak silahlarının tetiğini çekebilmişlerdir.

Öğrencinin kolunu elektroşok cihazına bastıran bir denek

Artık Stanford Hapishanesi Deneyi’ne göz atabiliriz…

Stanford Hapishanesi Deneyi

1971 yılında, Stanford Üniversitesi’nden Amerikalı psikolog Philip Zimbardo, hapishane hayatının psikolojik etkilerini ve sıradan insanların başkaları üzerinde güce sahip olmaları halinde neler yapabileceklerini ölçmek için, yerel bir gazeteye ilan verdi.

Philip Zimbardo

İki hafta sürecek deneyde, katılımcılara günde on beş dolar verileceğini gören yetmişten fazla üniversite öğrencisi ilana başvurdu. Bu adaylara kişilik testleri yapıldıktan ve psikolojik problemleri olanlar, geçmişte suça karışmış, uyuşturucu kullanmış, … vb’leri ayrıldıktan sonra kalan yirmi dört üniversite öğrencisi “normal” erkek, deneye kabul edildi.

Adaylar yazı-tura yoluyla “mahkum” ve “gardiyan” olarak ikiye ayrıldılar. Yazı-turanın amacı, mahkum ya da gardiyan rolünün belirlenme sürecinin tamamen şanstan ibaret olduğunun, adayın kolaylıkla diğer tarafta olabileceğinin altını çizmekti.

Mahkumlara numaralar verildi ve üniformalar giydirildi, bunun amacı ise deneklerin birey yerine “mahkum” olduklarının vurgulanmasıydı. Benzer şekilde, gardiyanlar da üniforma giydi, camları aynalı gözlükleri sayesinde gözleri — dolayısıyla duyguları — mahkumlar tarafından görülemiyordu. “Hapishanede düzeni korumak için” gardiyanlar, yasaların elverdiği ölçüde, mahkumların üzerinde her türlü baskıyı kurma yetkisine sahiptiler.

İki tarafın rollerine bürünmesi uzun sürmedi, aralarındaki gerilim de hızla tırmandı. İlk günden başlayarak, mahkumların gece yarıları “sayım için” düdüklerle uyandırılmasını, şınav çekme cezaları takip etti. Daha ikinci günün sabahında mahkumların çıkardıkları isyandan sonra cezalar daha da arttı.

Bir mahkum gördüğü eziyeti daha fazla kaldıramadı ve çılgın gibi davranmaya, bağırıp çağırmaya başladı. Deneyi yöneten ekip önce bunun bir aldatmaca olduğunu zannetti, sonra oğlanın gerçekten kötü durumda olduğunu anlayıp onu hapishaneden çıkarttı.

Mahkumların aileleri çocuklarını ziyaret ettiklerinde, kendilerine dayatılan keyfi kurallara boyun eğdiler: Oğullarını görmeden önce kayıt olmak, yarım saat beklemek, bir mahkum başına en fazla iki ziyaretçi olması, görüşmenin on dakika ile sınırlandırılması, bir gardiyan yanında görüşme yapılması, … vb.

Anne-babalardan bazıları, çocuklarının ne kadar yorgun ve stresli olduklarını gördüklerinde üzüldüler ama bunun çözümü olarak çocuklarını oradan almak yerine, hapishane yöneticisi rolündeki kişiyle gizlice konuşup, kendi çocukları için — diğerleri için değil — daha iyi şartlar sağlamasını rica ettiler. Bir anne, daha önce oğlunu hiç bu kadar yorgun görmediğini söylediğinde, Psikolog Zimbardo çocuğun babasına dönüp, oğlunun bunu kaldıramayacağını mı düşündüğünü sordu. “Elbette kaldırabilir, o sert bir çocuktur, tam bir liderdir.” dedi baba, sonra da eşine dönüp ekledi: “Hadi tatlım gidelim, zaten yeterince zaman kaybettik.”.

Artık kurbanların bizzat anne-babaları da bu zulüm sisteminin bir parçası haline gelmişlerdi.

Yukarıda söz ettiğimiz, rahatsızlanıp deneyi yarıda bırakan oğlanın, arkadaşlarını toplayarak hapishaneyi basacağı ve kendilerini kurtaracağı dedikodusu mahkumlar arasında dolaşmaya başladı. Psikolog Zimbardo ve ekibi, olacakları gözlemlemek yerine, gerçek bir hapishane yöneticisi gibi davranıp hapishanelerinin güvenliğini sağlama peşine düştüler. Böyle bir girişim olması halinde, bunu nasıl engelleyebileceklerini tartıştılar. Deneyi bırakan oğlanın hücresine bir “köstebek” yerleştirip, kaçış planıyla ilgili kendilerine bilgi iletmesini istediler. Zimbardo daha da ileri giderek, Stanford Üniversitesi yakınlarındaki Palo Alto Emniyet Müdürlüğü’ne başvurup, artık kullanılmayan gerçek bir hapishaneye “mahkumların” taşınmasını talep etti. Red yanıtı[7] aldığında çok sinirlendi ve deneyi yöneten ekiple birlikte alternatif bir plan yaptı: Hapishaneye daha fazla gardiyan çağırılacak, mahkumlar başka bir kattaki bir odaya götürülecek ve hapishaneyi basmaya gelenleri, deneyin bittiğini, herkesin eve gönderildiğini söylemek üzere bizzat Zimbardo karşılayacaktı. “Kurtarıcılar” gönderildikten sonra mahkumlar geri getirilecek ve hapishanenin güvenliği güçlendirilecekti. Hatta, rahatsızlandığı için deneyi bırakan eski mahkumu da yakalayıp tekrar hapishaneye atmayı bile düşünmüşlerdi.[8]

Hapishane baskını dedikodudan ibaret kaldı. Ancak sonraki günlerde gardiyanların eziyeti daha da arttı, mahkumlar tuvaletleri elleriyle temizlediler, vs.

Tuvalet temizliğindeki bir mahkum

Hapishaneye çağrılan bir rahiple konuşan mahkumların yarısı, kendilerini isimleriyle değil numaralarıyla tanıttılar. Sinir krizine giren 819 numaralı mahkum hıçkıra hıçkıra ağladığında, bir gardiyanın emriyle sıraya giren diğer mahkumlar “819 numaralı mahkum, kötü bir mahkumdur.” diye bağırmaya başladılar. Artık deneyin ilk günündeki gibi ayrı bireyler değillerdi, hep bir ağızdan aynı cümleyi tekrar tekrar haykırıyorlardı. Bunu duyan 819 numaralı mahkum daha da kötü oldu, ancak Zimbardo deneyi bırakması için onu götürmeye kalktığında bunu reddetti: Çok kötü hissetse de geri dönmek ve diğerlerine, kendisinin “kötü bir mahkum olmadığını” ispatlamak istiyordu. Nihayet Zimbardo mahkuma adıyla hitap edip onun 819 numaralı mahkum olmadığını, kendisinin de hapishane yöneticisi değil, psikolog Zimbardo olduğunu, bulundukları yerin aslında bir hapishane olmadığını, vb. anlattığında, oğlan bir anda ağlamayı kesti ve Zimbardo’nun ifadesiyle “bir kabustan uyanan küçük bir çocuk gibi” ona bakarak yanıt verdi: “Evet, hadi gidelim.”

Sonuç olarak, iki hafta sürmesi planlanan deney, iki nedenden ötürü, altıncı günde sona erdirildi.

İlk neden, gardiyanların giderek artan zulmüydü. Özellikle kimsenin kendilerini izlemediğini düşündükleri gece yarılarında mahkumlara işkence yapılmaya başlanmıştı.

Deneyin erken bitmesinin ikinci nedeni ise, başlarına çuvallar geçirilmiş, bacakları zincirlenmiş, elleriyle birbirlerinin omuzlarını tutarak uygun adımda tuvalete giden mahkumları gören bir akademisyenin tepkisiydi. “Bu oğlanlara yaptığınız şey korkunç” diye bağırmıştı.

Stanford Hapishanesi’nde sıradan bir gün

Hapishane deneyini dışarıdan gören elliden fazla kişi içinde, bir tek bu akademisyen kadın tepki göstermişti.[9]

Çoğumuz katil adayıyız ama bazılarımız değil

Gerek Jozefow Katliamı’nda, gerek Milgram ya da Stanford Hapishanesi Deneyi’nde bir azınlık, yapılan zulme katılmamış ya da bu zulmün ilk evrelerinde katılmayı bırakmıştı. Jozefow Katliamı’nda bu oran yüzde yirmiye yakındı. Milgram’da yine yüzde yirmi civarında, Stanford Hapishanesi’ndeki gardiyanlar arasında ise yüzde on altıydı.

Toparlarsak, bütün araştırmalar, insan davranışlarıyla ilgili olarak sıraladığımız üç teoriden sonuncusunun doğru olduğunu göstermiştir. Yani koşullar yeterince değiştiğinde, çevremizdeki halim selim görünen pek çok kimse katil olacak; pek çoğu nasıl böyle olduğunu bile anlamayacaktır… Bunun nedenleri çeşitlidir: Toplumlar bazında farklılık göstermekle birlikte, insanların geneli otoriteye saygı duyar, propagandaya inanır, ülkesinin düşmanlarla çevrili olduğunu varsayıp “onlar-biz” ayrımında düşünme tuzağına düşer, grup baskısına boyun eğer ve vicdanı doğrultusunda hareket etme gücünü kendisinde bulamaz.

Katliamların doğrudan faili olanları bir yana bırakalım, bunların sayısı diğer gruba göre nispeten azdır. Esas çoğunluk, kimseyi elleriyle öldürmemiş olsalar bile, kötülüğe tepki göstermeyerek bunun yapılmasına destek veren yığınlardır.

Her iki kümedekiler de, neden oldukları kötülükler hakkında konuşurken çeşitli yollarla kendilerini rahatlatırlar: Herkes öyle davrandığı için onlar da öyle yapmıştır, onlar bunu yapmasa onların yerine bunu yapacak başkaları nasıl olsa çıkacaktır, kötülüğü durduracak güçleri yoktur, tepki gösterseler dahi bir şey değişmeyecektir, onlara başka seçenek tanınmamıştır, vb.

Sonuç, milyonlarca insanın katliamlarda, gaz odalarında can vermesi olmuştur.

Bu kadar olumsuzluktan sonra, kısmen de olsa, ümit verici bir noktayı belirtmeden geçmeyelim.

Dediğimiz gibi, “uygun” şartlar altında toplumun büyük kısmını katil yapabilirsiniz ama herkesi yapamazsınız. Şartlar ne olursa olsun, kötü olmayı reddedenler mutlaka çıkacaktır.

İşte benim yaptığım, bu gruptakilerin sayısını arttırmaya çalışmak… Zira bütün bu yazı dizisinin en önemli ama en zor soruları şunlardır:

Milgram Deneyi hakkında hiçbir şey duymadan bu deneye tabii tutulsaydın, kaç volta kadar çıkacağını düşünüyorsun sevgili okuyucu?

Sağlıklı bir aile ortamında sevgili dolu bir çocukluk geçirmek, Tanrı’dan korkmak, iyi bir Müslüman/Hristiyan/Yahudi olmak, insanları sevmek, eşitlik ve sosyal adaleti ön planda tutan bir solcu olmak, kitapsever/sanatsever olmak, kendini tanımaya yönelik felsefeleri takip etmek, … Milgram’ın Deneyi’nde yüksek voltaja çıkmamayı garanti eder mi?

Ya da Stanford Hapishanesi’ndeki gardiyanlar gibi davranmamayı…

Yoksa, bu deneklerin hatasına düşmemek için başka şeyler mi gerekir?

Yaşar Kemal “Benim eserlerimi okuyanlar adam öldürememeli, savaşa gidememeli, zulmedememeli, işkence edememeli.” diyordu.

Eğer bir yazara, okuyucusundan tek bir şey dileme hakkı verilseydi, yukarıdaki sorular üzerine düşünmenizi dilerdim.

Gri Bölge

Bu bölümü kapatırken, değineceğimiz son konu cani-kurban ayrımı…

Yazımızın başına aldığımız, Albert Camus’nün felaketler ve kurbanlara ilişkin sözü aslında iki kutbu tarif etmekten ziyade, ahlaki seçimlerin önemine atıfta bulunur.

Ancak insanlar çoğu zaman siyah-beyaz biçiminde düşünme eğilimindedirler. 2. Dünya Savaşı’nda da bu durum geçerlidir; Almanlar Yahudileri öldürdüklerine göre Almanlar kötüdür, Yahudiler iyi.

Oysa biraz daha derin baktığımızda, kimsenin mutlak iyi ya da kötü olamayacağını görürüz. Daha önce “Bunlar da mı İnsan” kitabından alıntı yaptığımız, Auschwitz’ten kurtulanlardan Primo Levi, “Boğulanlar Kurtulanlar” kitabının “Gri Bölge” isimli bölümünde, “Nasyonal Sosyalizm gibi cehennemi bir sistemin, kurbanlarını birer aziz haline getirdiğini düşünmek safça, saçma ve tarihsel olarak hatalıdır. Bu sistem kurbanlarını alçaltır, kendisine benzetir.” der. Levi’nin anlattıkları arasında neler yoktur ki: Yahudi mahkumların en ufak çıkarlar için birbirlerini vahşice ezme çabaları, kendileri gibi Yahudi olan mahkumların çalıştırılmasından sorumlu Yahudi Kapo’ların[10] Alman gardiyanlarla işbirlikleri ve acımasızlıkları, biraz daha hayatta kalabilmek için Almanların emrinde çalışıp gaz odasında öldürülenleri dışarı çıkartan, saçlarını tıraş eden, cesetleri fırınlarda yakan Yahudi Sonderkommando’lara diğer mahkumların duyduğu nefret, …

Levi, Sonderkommando’ları, “Nazizm’in en şeytani suçu” olarak değerlendirirken onları yargılamaz, zira bütün gün cesetlerle uğraşırken yaptıkları işin kendilerine ne kadar acı verdiğini görmüştür. Ayrıca Kapo ve Sonderkommandolar sayıca az olsalar bile, kamplardan kurtulanların çoğunluğunu oluştururlar, çünkü diğer tutuklulara göre daha fazla besin alarak hayatta kalabilmiş, böylelikle yaşananları anlatabilmişlerdir. Bugün kamp hayatına ilişkin bildiklerimizin ciddi bir bölümü onların tanıklıklarından kaynaklanır.

Diğer tarafta ise, en acımasız suçları işleyen Alman gardiyanların davranışlarında bile zaman zaman iyilik parçalarına rastlanabiliyordu. Bu katillerden birinin, tesadüf eseri gaz odasından kurtulan genç bir kızla ilgili öyküsünü, Primo Levi’nin kitabında ya da “Film Önerileri” bölümünde detaylarını görebileceğiniz “Gri Bölge” isimli filmde bulabilirsiniz.

Bununla birlikte, toplama ve ölüm kamplarında gerek Almanlar gerek Yahudiler arasında iyi ve kötü davranışlara rastlanması, iki taraftakileri aynı kefede değerlendirmemize yol açmamalıdır. Zira Alman gardiyanların seçimleri, Yahudi mahkumların seçimlerinden çok farklıydı: Bir taraf, en acımasız emirlere özgür iradesiyle uyduğu için kötülük yaparken, diğer tarafın kötülükleri ya da kötülüğe verdiği destek, pek çok durumda, hayatta kalma çabasından ibaretti.

Özetle, insanlar saf iyi ya da kötü değillerdir, hepimiz hem iyilik hem kötülük yaparız. Dolayısıyla hepimiz Gri Bölge’deyizdir.

Ama hepimiz Gri Bölge’de aynı noktada değiliz.

Kimimiz iyi kimimiz ise kötü tarafa daha yakın…

Sonsöz

“Birey halindeyken bu kadar saygıdeğer olan Almanların, beraber olduklarında böyle korkunçlaştıklarını düşündükçe, sık sık derin bir keder duymuşumdur.”

Johann Wolfgang von Goethe

Kişisel tarihimden bir parça sunarak yazı dizimizi sonlandıralım.

Alman dünya görüşünün yan etkileri…

“Alman dünya görüşü” şeklinde tanımlanabilecek bir bakış açısı varsa, bunun temeli iki kavrama dayanır: çalışkanlık ve disiplin. Bunlar Alman toplumunun tüm katmanlarına yayılmış olup bireylerin gündelik hayatlarını şekillendirirler. Çalışkan ve disiplinli olmak kendi başlarına bir değer olarak görülür, insanlara bu değerlere sahip çıkmaları öğütlenir.

Türkiye’de — özellikle belli bir eğitim seviyesinin üzerindeki kişilerde — Almanların çalışkanlığı ve disiplini örnek gösterilir, Almanya’ya ve Almanlara karşı hayranlığa sıkça rastlanır: Almanlar çok iyi arabalar yaparlar, çok iyi futbol oynarlar, 2. Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuşlar ama kısa süre içinde tekrar dünyanın en büyük ekonomilerinden birini yaratmayı başarmışlardır.

Benzer övgüleri Japonlar için de duymaz mıyız?

Ben de yıllarca bu görüşleri savunuyordum ama artık farklı düşünüyorum. Çünkü yıllarca göz ardı ettiğim, daha doğrusu Almanların çeşitli alanlardaki başarılarının altında görmemeyi yeğlediğim şey şuydu: Yukarıda sözü edilen başarıların arkasındaki iki etken, Almanların tarihin en sistematik katliamını yapmalarına da yol açmıştır: Çalışkanlık ve disiplin.

Bunu biraz açalım.

Önce şu hayranlık konusu…

Neden hayranlık duyarız?

X’e duyulan hayranlık hissi, söz konusu X’in belirli bir konudaki başarısından çok, içinde bulunulan Y durumu ile X’in durumu arasındaki farktan kaynaklanır. Benim de yıllarca Alman halkına duyduğum hayranlık, bu halkın malum bazı özelliklerinin, içinde yaşadığım Türk milletinde pek görülmemesinden kaynaklanıyordu. Dolayısıyla bir ucunda Türkiye’nin diğer ucunda Almanya’nın olduğu hayali bir cetveli gözümüzün önüne getirip Türkiye’ye 0, Almanya’ya 100 değeri verirsek, Türkiye’deki sorunların çözümü için tek doğru yolun Almanya’daki uygulamalar olduğunu düşünüyordum. Örneğin, Türkiye’de insanların otoyolda karşıdan karşıya geçmeye çalışırken ezilmesinin çaresi olarak, Almanya’da olduğu gibi, kilometrelerce ötede hiçbir araba olmamasına karşın kırmızı ışıkta geçmeme disiplininin bir erdem olarak görülmesini öneriyordum.

Benzer şekilde onur, dürüstlük, sorumluluk alma gibi özellikler Türk siyasetinde genel olarak bulunmadığından, bir köprünün statik hesaplarını yanlış yaptığı için kendini köprüden atan Japon mühendisin bu davranışını eskiden övgüyle karşılardım. Bunu, üstteki paragrafta söz ettiğim Türkiye 0-Almanya 100 cetvelinin, Türkiye 0-Japonya 100 biçimine dönüşmesi olarak düşünebiliriz.

Başka dünyalar mümkün…

Hollanda’da yaşamaya başladıktan sonra, bu ülkenin aynı cetvelde 85–90 gibi bir puanla yer alacağını fark ettim ki bu da gayet yüksek bir skordur. Dolayısıyla Hollanda’da Türkiye’de karşılaşılan sorunlar olmadığı gibi, kurallara işe yaradıkları sürece uyuluyor, yalnızca kural oldukları için değil… Yukarıdaki bölümde söz ettiğimiz trafik örneğinden hareket edersek, Hollanda’da insanlar otoyolda karşıdan karşıya geçmeyi akıllarına bile getirmiyor ancak tramvay durağında beklerken eğer iki yandan tramvay gelmediğini görüyorlarsa, kırmızı ışık yansa bile, karşıya geçiyorlar. Berlin’de yaşayan bir Hollandalı gazetecinin kitabından aşağıya aldığımız şu bölüm, tam olarak duygularımı yansıtıyor:

“(…) Hollanda’da nasıl ve ne zaman karşıya geçeceğimize her zaman kendimizin karar vermesi gerektiğini öğrenmiştim. Almanya’da ise sabah, öğle hatta gece yarısında şu olur: en uzakta bile hiçbir araba yoktur, yine de Alman yaya, ışığın kırmızıdan yeşile dönmesini uysalca bekler. Bununla ilgili açıklamalar malum… Eski Prusya döneminden kalma, “görev bilinci” ya da “itaatkarlık” gibi alışkanlıklardır bunlar. Bu durumu eleştirenler ise, Alman yayalarının davranışını şu şekilde tanımlarlar: “Emirlere sorgusuz sualsiz uymak”.”

Yine Türkiye’den farklı olarak uygar ülkelerde, insanlar siyasette hatalarını/suçlarını kabul edip bunun cezasını çekerler ama bu ceza hiçbir zaman Japonlarınki gibi karnını kılıçla deşmek ya da kendini köprüden atmak olmaz. Türkiye siyasetinde ve hatta toplumun genelinde sorumluluk mekanizmasının hemen hiç olmaması, böyle bir disiplin anlayışının altında yatan köle ruhunu yine de haklı kılmaz.

Özetle, Hollanda’da Türkiye’deki gibi bir Alman/Japon hayranlığı yok, burada Almanları/Japonları gereğinden fazla disiplinli buluyorlar. Çünkü Hollanda’nın disiplini kendisine yetiyor, disiplin ithaline ihtiyaç duyulmuyor. Türkiye’deki disiplinsizlik ise öyle almış yürümüş ki, eğitimli kesim bu ülkelerin aşırı disiplinine imreniyor.

Peki aşırı şekilde uygulanmalarını bir kenara bırakırsak, çalışkanlık ve disiplinle ilgili ne söyleyebiliriz?

Çalışkanlık ve disiplin erdem midir?

Gerek kişiliğimin buna yatkınlığı gerek Almanca eğitim veren bir liseden mezun olmam nedeniyle, uzun süre çalışkanlık ve disiplinin bir insanın karakterinde rastlanabilecek en önemli değerler arasında bulunduğuna inandım ve hayatımı da mümkün olduğunca bu şekilde geçirmeye gayret ettim.

Hala böyle davranıyorum ancak artık bu iki özelliğin kendi başına bir değer olduğunu düşünmüyorum. Bunlar bir amaç değil, insanın amacına ulaşmak için uygulayacağı kuvvetli araçlardır ve amacın ahlaki boyutu dikkate alınmadan, araçların iyi ya da kötü olduğuna kanaat getirilemez.

Bertolt Brecht’in “İyi Adamın Sorgulanması” şiirinde değindiği gibi, amacın her zaman göz önünde bulundurulması gerekir:

“anladık iyisin,

ama neye yarıyor iyiliğin.

seni kimse satın alamaz,

eve düşen yıldırım da satın alınmaz.

anladık dediğin dedik,

ama dediğin ne?

doğrusun, söylersin düşündüğünü,

ama düşündüğün ne?

yüreklisin,

kime karşı?

akıllısın,

yararı kime?

gözetmezsin kendi çıkarını,

peki gözettiğin kiminki?

dostluğuna diyecek yok ya,

dostların kimler?

(…)”

Bertolt Brecht

Alman yazar Sebastian Haffner’in “Bir Alman’ın Hikayesi-Hatırladıklarım (1914–1933)” kitabında belirttiği gibi, Alman tarihinde ne yazık ki araç hemen her zaman amacın önüne geçmiş ve kendi başına bir erdem olarak görülmüştür.

“Ve nihayet bir de şu tuhaf ve çok Alman hırs vardı: Bir anda, biz kendimiz dahi doğru dürüst farkında olmadan devreye giren soyut bir Tüchtigkeit (verimlilik, beceri), çok ve iyi çalışma hırsı, size verilmiş bir vazifeyi, sizin için tamamen anlamsız, anlaşılmaz ve hatta aşağılayıcı dahi olsa, olabildiğince iyi yerine getirme, düşünülebilecek en ehil, en nesnel ve en esaslı şekilde hayata geçirme hırsı. (…). Tüchtigkeit denen bu hissin bu kadar mutlak bir değer haline getirilmesi Almanlara has bir illettir. Almanlar onun bir erdem olduğuna inanırlar. Her halükarda en derin karakter özelliklerimizden biridir, başka türlüsünü yapamayız. Biz dünyanın en kötü sabotajcılarıyızdır. Bu yüzden, ne yapıyorsak birinci sınıf yapmak zorundayızdır, vicdanımızın ya da kendimize saygımızın hiçbir çığlığı bunun önüne geçemez. Yaptığımız işi iyi yapmakta — bu işin mazbut ve akıllıca bir iş, bir maceraya da bir suç olduğundan tamamen bağımsız olarak — derin, iptilaya benzer, mutluluk verici bir esriklik buluruz ve bu esriklik, bizi o anda yerine getirdiğimiz vazifenin anlam ve önemine dair her türlü endişeden muaf tutar. Almanya’da bir polis bir hırsızın mesleğini icra ettiği yeri, titizlik ve metodik bir çalışmayla boşalttığını gördüğünde bile “Ama gerçekten iyi iş çıkarmış.” der.”

Özetle, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra müthiş bir ekonomik büyümeyi sağlayan çalışkanlık/disiplinle, daha fazla insanı fırınlarda yakmanın yollarını arayıp bulan çalışkanlık/disiplini birbirinden ayırmak çok önemlidir.

Sinema tarihinin en ünlü konuşması

Bu yazı dizimizi, Charlie Chaplin’in “Büyük Diktatör” filminin sonunda yaptığı, sinema tarihinin bence en değerli konuşmasıyla bitirelim: (izle)

Charlie Chaplin Büyük Diktatör filminde…

“Üzgünüm… Ama ben imparator olmak istemiyorum. Bu, benim işim değil. Kimseye hükmetmek ya da boyun eğdirmek istemiyorum. Elimden gelirse, herkese yardım etmek isterim: Yahudi olan, olmayan, zenci veya beyaz… Hepimiz karşımızdakine yardım etmek isteriz; insanların yapısı böyledir. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Birbirimizden nefret etmek, birbirimizi hor görmek istemeyiz. Bu dünyada herkese yetecek yer var. Ve toprak hepimizin ihtiyacını karşılayacak kadar bereketlidir. Yaşam biçimimiz özgürce ve güzel olabilir ama biz yolu yitirdik.

Açgözlülük insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefretle kuşattı, hepimizi kaz adımlarıyla sefaletin ve kanın içine sürükledi. Hızımızı arttırdık ama bunun tutsağı olduk. Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı. Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı, zekamızı ise katı ve acımasız. Çok fazla düşünüyoruz ama çok az hissediyoruz. Makineleşmeden çok insanlığa muhtacız… Zekadan çok iyilik ve anlayışa muhtacız… Bu değerler olmadan hayat korkunç olur, her şeyimizi yitiririz.

Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı. Bu buluşların varoluş nedeni, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmak, evrensel kardeşliği oluşturmak ve hepimizin birleşmesini sağlamaktır. Şu anda bile sesim dünyadaki milyonlarca insana, acı çeken milyonlarca kadın, erkek ve küçük çocuğa, suçsuz insanları hapse atan, işkence eden bir sistemin kurbanlarına ulaşıyor. Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: “Umutsuzluğa kapılmayın.” Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecek ve diktatörler ölecektir ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecektir. Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır.

Askerler!!! Kendinizi bu vahşilere teslim etmeyin. Sizleri hakir gören ve esir eden, hayatlarınızı yönetmeye çalışan, ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini size emredenlere; sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin. Bu doğa dışı adamlara boyun eğmeyin, makine kafalı, makine kalpli bu adamlara… Sizler birer makine değilsiniz! Sizler hayvan değilsiniz! Sizler insansınız! Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşmaktadır! Nefret etmeyin! Yalnızca sevilmeyenler nefret eder… Sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar.

Askerler!!! Kölelik uğruna savaşmayın! Özgürlük için savaşın! St. Luke İncili’nin on yedinci bölümünde şunlar yazılıdır: “Cennet insanların içindedir”. Tek bir insanın ya da bir zümrenin değil, tüm insanların içinde, sizin içinizdedir. Güce siz insanlar sahipsiniz. Makineleri yapacak güce, mutluluğu yaratacak güce… Bu hayatı özgür ve güzel kılacak güce sizler sahipsiniz. Bu hayatı olağanüstü bir maceraya çevirecek olan yine sizlersiniz. Öyleyse, demokrasi adına haydi bu gücümüzü kullanalım, haydi birleşelim… Yeni bir dünya için savaşalım, insanca bir dünya için… Herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım.

Zalimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler! Sözlerini tutmuyorlar. Hiç bir zaman tutmayacaklar! Diktatörler kendilerini özgürleştirir ama halkı esarete mahkum ederler… Haydi, şimdi bu sözleri tutmak için savaşalım. Dünyayı özgürleştirmek için savaşalım, ulusal sınırlar olmadan yaşayabilmek için, hırstan, nefretten ve hoşgörüsüzlükten kendimizi arındırmak için… Sağduyulu bir dünya için… Bilimin ve gelişmenin bütün insanlığa mutluluk getireceği bir dünya için savaşalım.

Askerler!!! Demokrasi adına! Birleşelim!”

[1] Bununla birlikte, Protestan din adamlarının Nazilere verdiği desteğin Katoliklere kıyasla çok daha büyük olduğunu belirtmek gerekir ki; Protestanların bu davranışlarının ardında yatan nedenlere, yazı dizimizin birinci bölümünde değinilmiştir. Bunun sonucunda, Nazilerin Protestanlara karşı tavırları, Katoliklere olan tavırlarından çok daha iyiydi.

[2] Bununla birlikte bu fark, söz konusu politika olduğunda, giderek belirsizleşir. Felsefeci Hannah Arendt’in dediği gibi: “Politika anaokulunda çalışmak gibi değildir, politikada itaat ve destek aynı şeydir.”

[3] Konuşma metninin Vatikan’daki editörleri, bu ifadenin Yahudileri değil Polonyalıları kast ettiğini belirtmişlerdir. Kendilerine göre, tüm konuşma içinde Yahudilere ilişkin en ufak bir atıf bulunmuyordu. Nitekim tarihçi Saul Friedlaender, cümlenin içindeki “bazen” sözcüğünün, editörlerin ifadesini desteklediğini yazar. Çünkü bu dönemde Yahudiler bazen değil, sürekli olarak katlediliyorlardı.

[4] Bazı tarihçiler ise, Berlin Rosenstrasse’de (Güller Sokağı) meydana geldiği için “Güller Sokağı Protestosu” olarak tarihe geçen bu eylemin aslında bir efsaneden ibaret olduğunu belirtirler. Onlara göre, tutuklanan Yahudilerin gönderilmesi zaten düşünülmemişti. Göstericilerin toplanma nedeni ise eşleri, arkadaşları hakkında bilgi almak ve onlara yiyecek getirmekten ibaretti.

[5] Askerlerin karşılaştıkları en büyük ceza daha uzun süre nöbet tutmaktı. Sivillerde ise genellikle böyle bir ceza dahi gerekli görülmüyordu çünkü ateş etmeyi reddeden bir sivilin yerine mutlaka bir gönüllü çıkardı.

[6] Deneyden önce, elektrik şokunun nasıl bir şey olduğunu anlaması için deneğe de belirli bir voltta şok veriliyordu.

[7] Red yanıtının nedeni, deneklerin gerçek mahkum olmamaları değil, gerçek bir hapishaneye taşınmaları halinde, Emniyet Müdürlüğü’nün sigorta kapsamından çıkacak olmasıydı.

[8] Zimbardo, bir psikolog yerine gerçek bir hapishane yöneticisi gibi davranmaya başladığını fark etmesinin çok zaman aldığını söylemiştir.

[9] Bu akademisyen, Christina Maslach, ertesi yıl 1972’de psikolog Zimbardo ile evlendi. Bu yazının yazıldığı 2019 yılında ikisi hala evlilerdir.

[10] “Kapo” sözcüğünün kökenine ilişkin fikir birliğine varılmış değildir; Almanca “Kameradschaftpolizei” (Yoldaş Polis), İtalyanca “Capo” (Patron) ya da Fransızca “Caporal” (Onbaşı) sözcüklerinden geliyor olabilir.

81
Exit mobile version