“Bu bir barış değil. Bu yirmi yıllık bir ateşkes.”
Mareşal Foch (İtilaf Devletleri Orduları Baş Komutanı), 28 Haziran 1919’da imzalanan Versay Antlaşması üzerine…
Yazı dizimizin ikinci bölümünde, 1. Dünya Savaşı’nın başından Hitler’in iktidara gelişine kadar olan dönemdeki Almanya’nın tarihine kısaca göz atacağız.
Büyük Savaş[1]
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında, Alman İmparatoru 2. Wilhelm ve Prusya Genelkurmayı, giderek güçlenen Almanya’nın dünyada hak ettiği yeri ele geçirebilmesi için Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar sömürgeler bulmanın peşine düşmüşlerdi. Ancak Almanya sömürge yarışında çok geç kalmış, dünya İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı ülkeler tarafından paylaşılmıştı. Almanya’nın bulabildiği sınırlı topraklar, muazzam büyüklükteki Alman sanayisine hammadde ve pazar sağlayabilmekten çok uzaktı. Almanya’nın başta İngiltere olmak üzere rakipleriyle girdiği silahlanma yarışı sonucunda, 1914 yılına gelindiğinde, Avrupa barut fıçısına dönmüş, patlamak için yalnızca bir kıvılcıma gereksinim duyuyordu.
Bu kıvılcım, Saraybosna’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tahtının veliahdı Franz Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından suikasta uğramasıyla meydana geldi. Sırbistan’ın Rusya, Avusturya-Macaristan’ın ise Almanya tarafından desteklenmesi ve çeşitli ülkelerin birbirlerine dayattıkları sert ültimatomlar sonucunda 28 Temmuz 1914’te 1. Dünya Savaşı patlak verdi. Bir yanda Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu İttifak Devletleri, diğer yanda ise İngiltere, Fransa ve Rusya’nın birleşmesiyle meydana gelen İtilaf Devletleri vardı.
Daha savaşın başında güç dengesi İtilaf Devletleri’nden yanaydı, savaşın ilerleyen yıllarında iki tarafa katılan ülkelerle bu dengesizlik İtilaf Devletleri’nin lehine daha da bozulacaktı. Almanya’nın üstün sanayi altyapısına karşın hammadde eksikliği, uzun sürecek bir yıpratma savaşına dayanmasına olanak bırakmıyordu.[2]
Böyle bir savaşın önüne geçmek amacıyla, 20. yüzyılın başında Alman Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmüş Schlieffen’in adıyla anılan “Schlieffen Planı”, Almanya’nın tüm gücüyle Fransa’ya saldırıp bu ülkeyi hızla teslim almasını, sonra Doğu’ya dönerek Rusya’ya karşı koymasını öngörüyordu.
Ancak bu plan layığıyla uygulanamadı. Çünkü hem Fransa, Alman saldırılarına beklenenden çok daha uzun süre dayandı hem de Rusya kendi ordusunu umulmadık bir sürede sınıra yığabildiği için Almanya tüm kuvvetini Fransa’ya yöneltemeyip, eş zamanlı olarak Rus saldırılarını da göğüslemek zorunda kaldı. Bununla beraber, Belçika ve Fransa’daki demiryolları da, Alman ordusunun cepheye hızla taşınıp Fransa’nın ele geçirilmesini sağlayacak düzeyde gelişmiş değillerdi. [3]
Sonuç olarak 1914 yılında Almanya’nın Fransa’yı yenememesi, 1914 Noel’inde eve dönmeyi uman askerlerin beklentilerini boşa çıkarmıştı. Gerek İngiliz-Fransız kuvvetleri gerek Almanlar yüzlerce kilometre uzunluğunda siperler kazdılar ve savaş dört yıl boyunca devam edecek, dünya halklarının daha önce görmediği silahlarla yapılan korkunç boyutta bir kıyıma dönüştü.
Almanya’nın ise korktuğu başına gelmişti; iki cephede sürdürmesi gereken yıpratma savaşı… Dünya denizlerine hakim olan düşmanlarının milyonlarca askeri ve silah üretimine devam etmek için ihtiyaç duydukları hammaddeleri getirebileceği sayısız sömürgeleri varken, Almanya bu kaynaklardan yoksundu.
Sonuç beklendiği gibi oldu. 1917’de Rusya’nın ateşkes imzalamasıyla bir ölçüde sendeleyen İtilaf Devletleri’nin yanında ABD’nin taze kuvvetlerinin savaşa dahil olması, Almanya ve müttefiklerinin kaderini kesin olarak belirledi.
11. ayın 11. günü saat 11:00
Gerçekler yukarıdaki afişin dile getirdiği iddia ile uyumlu değildi. 1918 Eylül’ünde Almanya ve müttefiklerinin (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan) 1. Dünya Savaşı’nı kaybettikleri kesinleşmişti.
Nitekim 28 Eylül’de Bulgaristan, 30 Ekim’de Osmanlı İmparatorluğu, 4 Kasım’da ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ateşkes imzalayarak savaştan çekilince Almanya tek başına kaldı.[4]
Bulgaristan’ın teslim olduğu 28 Eylül’de, Almanya Genelkurmay Başkanı’nın yardımcısı konumundaki General Ludendorff derhal ateşkes anlaşması imzalanması gerektiğini vurgulamış, 2 Ekim’deki bir toplantıda bizzat Genelkurmay Başkanı Hindenburg bu talebi en açık sözlerle yinelemişti: “Ordu kırk sekiz saat bile bekleyemez.” Aynı gün yazdığı mektupta, Almanya’nın içinde bulunduğu askeri durumun, savaşın bir an önce sona erdirilmesini gerektirdiğini belirten Hindenburg’un bir yıl sonra, 1919 Kasım’ındaki yorumunu birazdan göstereceğiz.
Dolayısıyla müttefiklerinden sonra Almanya’nın teslim olması da an meselesiydi ancak ne İmparator 2. Wilhelm ne de Genelkurmay Başkanı Paul von Hindenburg ve yardımcısı Erich Ludendorff, yenilginin sorumluluğunu üzerlerine alacak kadar cesurdu. Ludendorff’un istifası sonrasında kurulan katolik, liberal ve sosyal demokrat partilerin temsilcilerinden oluşan koalisyon hükümeti savaşa devam etmenin mümkün olmadığını gördüğünden, yenilgide hiçbir rolü bulunmamasına karşın, İtilaf devletleri ile ateşkes anlaşması imzaladı.[5] Bu anlaşmanın, yenilginin gerçek kaynağı olan tutucu askeri sınıf tarafından değil, solcu, liberal, vb. milletvekilleri tarafından imzalanmasının sonuçlarını ilerleyen sayfalarda göreceğiz.
Bu anlaşmanın imzalanmasından altı saat sonra silahlar sustu ve 1918 yılının 11. ayının 11. gününde saat 11:00’de savaş sona erdi.
Bir ülkenin rejimi bir dakikada nasıl değişir?
1. Dünya Savaşı’nın sonunda İmparator 2. Wilhelm’in tahttan çekilmesiyle, Almanya pratikte bir cumhuriyete dönüşmüştü. Ama cumhuriyetin ilanı ilginç bir şekilde meydana geldi.
9 Kasım 1918’de, yani Almanya’nın ateşkes anlaşmasını imzalamasından iki gün önce, “Reichstag”taki (Alman parlamentosu, okunuşu Rayhstag) politikacılar ne yapacakları hakkında net bir fikirleri olmadan oturuyorlardı. Reichstag’taki sosyal demokratların lideri Ebert, 2. Wilhelm’in çocuklarından birini tahta geçirerek, Almanya’nın meşrutiyetle yönetilmesini istiyordu.[6]
Ancak Berlin’deki halkın önemli bir bölümü, sosyal demokrat liderlerden daha devrimciydi. Başkentte hüküm süren genel grev yüzünden her şey durmuştu. Marksist bir devrimi amaçlayan Spartakist hareketin liderlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, 2. Wilhelm’in sarayına yerleşmiş, sosyalist bir yönetimi ilan etmeye hazırlanıyorlardı.
Sosyalistlerin bu girişimini engellemek, sosyal demokratlara nasip oldu. Sosyal demokrat politikacı Philipp Scheidemann Reichstag’taki toplantı masasından kalkıp meclis balkonuna yürüdü. Kalabalığa bir konuşma yapıp, sözlerini şöyle bitirdi:
“Eski ve çürümüş monarşi çöktü. Yaşasın Alman Cumhuriyeti!”
Sosyal demokratların lideri Ebert çılgına dönmüş, Scheidemann’ın kimseye danışmadan, kafasına göre cumhuriyeti ilan edemeyeceğini söyleyip duruyordu.
Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere…
Almanya artık bir cumhuriyetti.
İç savaş kapıda
1918 Kasım’ında spontane bir biçimde ilan edilen cumhuriyet, 1919 Ağustos’unda Weimar kentinde anayasanın ilan edilmesi ile “Weimar Cumhuriyeti” olarak anılacaktı.[7]
Ancak cumhuriyetin ilanıyla iş bitmiyordu. 1918 Kasım’ında iktidarın sahibi olan sosyal demokratlar ayakları yere basan, güçlü bir cumhuriyet kurabilmek için, çıkaracakları kanunlar ve işçi sınıfının desteğiyle gerici tüm unsurları saf dışı etmeliydiler. Yani toprak veya fabrika sahibi para babalarını, Prusya Genelkurmayı başta olmak üzere tüm subay sınıfını, imparatorluğa bağlı bürokrasiyi ve savaşın bitmesiyle bir anda ortada kalan ve ne yapacağını bilemeyen askerleri… Solcuları ezmek üzere gönüllü olarak bir araya gelen bu asker sürüsüne “Freikorps” (Hür taburlar[8]) deniliyordu.
Ama sosyal demokratlar kendilerine güvenmiyor, Rusya[9] örneğinde olduğu gibi komünist bir devrimle iktidarı kaybetmekten korkuyorlardı. Almanya’nın hemen her şehrinde isyanlar çıkıyor, kimi zaman sol görüşlü askerlerce de desteklenen işçi komiteleri kuruluyor, gerek sağ gerek sol militanlar düşmanlarını öldürerek hakimiyeti ellerine almaya çalışıyorlardı. Şunu belirtmek gerekir ki; sağ militanlar tarafından işlenen cinayetlerin adedi solcuların cinayetlerinden çok daha fazlaydı. Örneğin Bavyera’da kurulan solcu “halk hükümeti”[10] ellerindeki birkaç rehineyi öldürmüşken, yukarıdaki paragrafta adı geçen Freikorps, bu “halk hükümetini” dağıttıktan sonra, komünist olan ve olmayan yüzlerce kişiyi öldürdüler.[11] Buna karşın, sosyal demokratların devrim korkusu yüzünden solcuların cinayetleri ciddi takibata uğrayıp failler ağır cezalara çarptırılırken, yasal merciler sağcıların cinayetlerine gözlerini kapatmayı seçti.[12]
Böylece Almanya’daki komünist devrim olasılığı[13] ortadan kalktı. Ancak cumhuriyetin altı çürüktü çünkü iktidardaki sosyal demokratlar tarafından komünistleri ezmelerine izin verilen tutucular, bu cumhuriyeti hiçbir zaman kabul etmemişlerdi.
Utanç verici bir anlaşma
1918 Mart’ında 1. Dünya Savaşı devam ederken, teslim olan Rusya ile yaptığı anlaşmada Almanya, düşmanını çok ağır şartları kabul etmek zorunda bırakmıştı. Bu anlaşma ile Rusya çok büyük bir toprak parçasını, nüfusunun üçte birini, demirinin yüzde yetmişinden fazlasını, maden kömürünün neredeyse yüzde doksanını ve çok sayıda fabrikasını Almanya’ya terk ediyor, ayrıca çok büyük miktarda tazminat ödemeye mahkum ediliyordu.
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” derler, yani “insanın hafızası unutkanlıkla sakatlanmıştır.” 1919 İlkbaharı’na gelindiğinde Alman halkının durumu da farklı değildi. Bir yıl önce Ruslara reva gördükleri bu anlaşmayı unutmuş görünüyor, İmparator 2. Wilhelm Hollanda’ya kaçtıktan, iyi-kötü bir cumhuriyet kurduktan ve komünist devrim tehlikesini savuşturduktan sonra, İtilaf Devletleri ile eşit şartlarda masaya oturacaklarını zannediyorlardı.
Bu nedenle, İtilaf Devletleri’nin Almanya’ya dayatacakları Versay Barış Anlaşması’nın maddeleri 1919 Mayıs’ında Berlin’de yayınlandığında, Alman halkı üzerinde soğuk duş etkisi yarattı. Anlaşmanın hükümleri, Almanların bir sene önce Rusya’ya dayattıkları maddeler kadar olmasa da, çok ağırdı. 1871’de Almanya’nın birleşmesi sırasında Fransa’dan alınan Alsace-Lorraine bölgesi Fransa’ya iade ediliyor, ayrıca Danimarka ve Polonya’ya da toprak verilmesi öngörülüyordu. Almanya savaşı başlatan taraf olarak çok yüksek tutarda tazminat ödeyecek, ordunun mevcudu ise yüz bin kişiyle sınırlandırılacaktı.
Fransız aşırı sağcı tarihçi Jacques Bainville’in 1920’de yayınladığı “Les Conséquences Politiques de la Paix” (Barışın Politik Sonuçları) isimli eserinde, Versay Barış Anlaşması’nın Alman halkında intikam duyguları doğuracak kadar ağır maddeler içerdiği, ancak bazı maddelerin, Almanya’nın tekrar ayağa kalkmasını engelleyecek kadar ağır olmadıkları iddia ediliyordu. Dolayısıyla bu intikam hissini ortadan kaldırmak için anlaşmanın hafifletilmesi ya da Almanya’nın bir daha güçlenmesini engellemek için daha da ağırlaştırılması gerekirdi. Bainville’e göre “bu barışın sert yanları çok yumuşak, yumuşak yanları ise çok sertti.”
Bu şartlar, Alman toprağına hiç düşman askeri ayak basmadan ateşkes ilan edildiği için, savaşta yenildikleri gerçeği kendilerinden gizlenebilmiş Alman halkını çılgına çevirdi. Almanlar barış masasına eşit şartlarda oturduklarını zannederken birdenbire böyle bir anlaşmayla karşılaşmışlardı.
Geçici olarak cumhurbaşkanlığı görevini yürüten sosyal demokratların lideri Ebert ve cumhuriyeti ilan etmiş olan Scheidemann bu anlaşmanın “kabul edilemez” olduğunu söylüyor, “bunu imzalayanın elleri kırılsın!” diye haykırıyorlardı. Halk da hükümetin arkasındaydı; bu anlaşma asla imzalanmamalıydı.
Peki anlaşmanın imzalanmasının alternatifi neydi? Böyle bir yol seçilirse, Alman ordusu müttefik saldırısına karşı koyabilecek durumda mıydı?
Cumhurbaşkanı Ebert’in bu sorusuna Prusya Genelkurmay Başkanı Hindenburg şu yanıtı verdi: “Çatışmaların tekrar başlaması durumunda İtilaf Devletleri’nin saldırılarını durdurabilmemiz mümkün değildir.”
Böylece 28 Haziran 1919’da, “kabul edilemez” Versay Anlaşması kabul edildi.
Almanya, hiç olmadığı kadar aşağılanmıştı.
Aşağıda göreceğiniz efsane, işte bu koşullar altında doğdu.
Hançer Darbesi Efsanesi
1919 Sonbaharı’nda bir akşam General Ludendorff İngiliz Generali Sir Neill Malcolm ile yemek yiyordu. Malcolm, Almanya’nın savaşı neden kaybettiğini sorduğunda, Ludendorff pek çok bahane sıraladı, bunlardan biri de ordunun arkasında yeterli desteği bulmamasıydı. Bunun üzerine Malcolm şöyle dedi: “Yani, general, sırtınızdan hançerlendiğinizi mi kast ediyorsunuz?”
Aradığı ifadenin altın tepsiyle önüne geldiğini fark etmekte gecikmeyen Ludendorff’un bir anda gözleri parladı: “Evet, işte tam olarak böyle oldu. Bizi sırtımızdan hançerlediler.”
Herkesin bir günah keçisi aradığı bu ortamda, İngiliz generalinin sözü hızır gibi yetişmişti. 18 Kasım 1919’da Hindenburg şöyle diyordu: “Bir İngiliz generalinin çok yerinde ifadesiyle, Alman ordusu arkadan vurulmuştur.”
Alman askeri savaş meydanında yenilmemişti. Tam zaferi elde etmek üzereyken sırtından hançerlenmişti.
Peki kim tarafından?
Seçeneklere beraber bakalım.
Bu “Dolchstosslegende” (Hançer Darbesi Efsanesi), Alman Halkı’nın kolayca kabullendiği bir açıklama oldu: Hem basitti hem sorumluluğu başkasının üzerine attığı için halkın iyi hissetmesini sağlıyordu hem de ünlü Alman destanı Nibelungen’ın en dokunaklı sahnesi olan Siegfried’in ölümüne atıfta bulunarak Almanların bilinçaltına hitap ediyordu.[14]
Hançer Darbesi Efsanesi, ilerleyen yıllarda iktidara gelen Nazilerin, yenilgi için en çok kullandıkları açıklama oldu: Halkı oluşturan bireyler kendilerine verilen talimatları en iyi şekilde yerine getirirse Almanya’nın yenilmesi mümkün değildi; tabii ihanete uğramadığı müddetçe… Demek ki kesin zafer için yapılması gereken iki şey vardı, iktidar sahibine ve onun emirlerine sonsuz güvenle itaat etmek ve toplumu “hastalıklı, aslen Alman olmayan” unsurlardan temizlemek.
Bu teori yıllar içinde Naziler tarafından öyle çok kez yinelendi ve halkın kafasında yer etti ki, “Novemberverbrecher” (Kasım suçluları), yani Kasım 1918’de ateşkes imzalayarak Almanya’ya “ihanet etmiş” olanlar ve bunların destekçileri (toplum içindeki Yahudiler, komünistler, vb.) toplama kamplarına gönderilirken pek çok Alman bunun zafer için gerekli olduğuna inanıyordu. Benzer şekilde, 2. Dünya Savaşı’nda verilen emirler ne kadar insanlık dışı olursa olsun, Alman halkını oluşturan bireylerin bunlara uymasında da, hain olarak damgalanma korkusu belirgin ölçüde rol oynadı.
Hançer Darbesi Efsanesi’nin Almanya üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu. 1945’te müttefikler, 1. Dünya Savaşı’ndan farklı olarak, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı’nda yenildiğini Alman halkının zihninde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermeyi hedeflediler.
Sevilmeyen cumhuriyet
Daha önce söz ettiğimiz üzere, sosyal demokratların hakimiyetindeki hükümet, cumhuriyetin iç düşmanlarını devletin önemli kademelerinden temizlememişti. Bu kademelerden biri de Adalet Bakanlığı idi. Bu durumun, cumhuriyetin aleyhine önemli sonuçlar doğuracağı açıktı.
Örneğin 1920’de, bir darbe girişiminden sonra hükümet yedi yüz beş kişiyi vatana ihanet suçuyla mahkemeye vermiş ancak bunların içinden yalnızca biri (Berlin Polis Müdürü) mahkum olmuştu. Cezası da beş yıl “onur kırmayan göz hapsiydi.” Hükümet bu müdürün emeklilik hakkını kaldırsa da, mahkeme bu hakkı iade etti.
Cumhuriyet düşmanı sağcıların aydınlara yönelik tüm cinayetleri binbir çabayla örtbas ediliyor, katiller pek çok kez mahkemeye bile çıkartılmıyorlardı. Dönemin sağcı tarihçilerinden Oswald Spengler’in ifadesiyle “Weimar Anayasası halkın gönlünde en baştan mahkum edilmiştir.”
– Beyefendi ne alırlar? Enflasyon mu, işsizlik mi?
– Sırayla ikisi de lütfen…
– Öyleyse enflasyonla başlayalım.
Siyasi istikrarsızlığın yanı sıra ekonomi de batağa saplanmıştı. Almanya 1. Dünya Savaşı’ndaki harcamalarını, vergileri arttırmaktan ziyade borçlanmaya giderek karşılamaya çalışmıştı çünkü Almanlar savaşı kazanacaklarına ve bu borçları yenilen ülkelere ödeteceklerine inanmışlardı. Ancak savaşın kaybedilip borçların ödenememesine bir de Versay Anlaşması ile galip ülkelere tazminat ödenmesi eklenince ekonomi çöktü. Bir süre sonra tazminatlar da ödenemez hale geldi.
Almanya’nın tazminat ödeyememesini gerekçe gösteren Fransa’nın Alman sanayisinin kalbinin attığı, Almanya’nın ihtiyaç duyduğu kömür ve çeliğin dörtte üçünü sağlayan Ruhr Bölgesi’ne geçici olarak el koyması, Alman halkında derin bir öfke ve intikam isteği yarattı.
Alman hükümeti borçları ödemek için para basma yoluna gitti. 1923 ilkbaharına kadar paranın değeri sürekli düşse de, bunun halkın üzerindeki etkisi sınırlı oldu. Ancak yaz aylarında durum tamamen kontrolden çıktı. Artık hiperenflasyon dönemine girilmiş, paranın hiçbir değeri kalmamıştı.
İşçiler maaşlarını fabrikadan el arabalarıyla alır almaz en yakın fırına koşuyor ve ekmek almaya çalışıyorlardı çünkü fabrikadan fırına gidene kadar paranın değeri düşüyordu. Bir restoranda yemeği sipariş etmenizle yemeğin bitirilmesi arasında geçen sürede yemeğin fiyatı artmış oluyordu.
Böylece paralar farklı amaçlarla kullanılmaya başlandı. Banknotlarla örneğin;
1923 Kasım’ında yeni bir para birimine geçilmesi ve ekonomik önlemlerin etkisini göstermesiyle krizin önü alındı.
Yalanlara, budalalığa ve korkaklığa karşı dört buçuk yıllık kavga
Bütün bunlar olurken, 1. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda savaşmış Adolf Hitler adındaki bir Avusturyalı asker, Almanya’nın yenilgisini bir türlü hazmedemiyordu. Savaştan sonra Hitler “Alman İşçi Partisi” adındaki partiye girmiş ve bir süre sonra, daha geniş kitlelere hitap edebilmek için, bu partinin adı değişmişti: “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” ya da kısaca Nazi Partisi.
Müthiş bir demagog olan Hitler, konuşmalarıyla dinleyicileri etkisi altına alıyor, sayıları her gün artan ve ekonomik zorluklar içinde debelenen halka günah keçilerini gösteriyordu. Yaşanan bu zorlukların nedeni Yahudiler, kapitalistler, komünistler, vb. “hainler” idi.
Dolayısıyla Almanya’nın ekonomik ve siyasal açıdan normale dönmesi olasılığı Hitler’i çok korkutuyordu. Diktatör olma heveslisi hemen her politikacı gibi Hitler de ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamından besleniyor, kendi sisteminin Almanya’ya istikrar ve güvenlik getireceği iddiasıyla oy peşinde koşuyordu.
Bu nedenle ekonomik kriz sona ermeden harekete geçmeye karar verdi. 1923 Kasım’ında Münih’teki bir birahanede taraftarlarıyla birlikte, sonradan “Birahane Darbesi” olarak adlandırılacak, bir darbe girişimine kalkıştı. Ancak darbe başarışız oldu ve yargıç önüne çıkartıldı.
O güne kadar Hitler’i halkın yalnızca küçük bir bölümü tanıyordu. Mahkeme süreciyle birlikte, ünü hızla yayıldı. Zira geleceğin diktatörü, müthiş hitabet yeteneği ile bir peygamber gibi konuşarak mahkeme salonunu tam bir şov alanına çevirmesini bilmişti. Amacının Weimar Cumhuriyeti’ni yıkmak olduğunu gizlemek gereği dahi duymuyor, sanki kendisi yargılanmıyor, yargılıyordu.
“Kurduğumuz ordu günden günde büyüyor. Bir gün gelecek bu kaba saba bölükler tabur, taburlar alay, alaylar tümen olacak, o eski rozetimiz çamurdan çıkartılacak, eski bayraklar yeniden dalgalanacak ve yüzleşmeye hazır olduğumuz o son, büyük, ilahi hüküm tecelli edecek. Çünkü baylar, hakkımızda hüküm verecek olan sizler değilsiniz. Bu hüküm tarihin sonsuz mahkemesinde verilmiştir. O ebedi mahkemenin tanrıçası bizi çoktan beraat ettirmiştir.”
Alman Ceza Kanunu’nun ilgili maddesi, Almanya’nın ya da herhangi bir Alman devletinin anayasasını kuvvet zoruyla değiştirmek isteyenlerin, ömür boyu hapse mahkum edilmelerini öngörse de, Hitler tutucu hakimlerin elinden yalnızca beş yıl hapis cezası aldı.
Hitler’in hapishanedeki odası bir devlet başkanının ofisi gibiydi: Manzaralı bir odaya yerleştirilmiş, düzenli olarak ziyaretçilerini ağırlıyor, onların hediyelerini kabul ediyordu.
Bu arada yardımcısı Rudolf Hess’e bir kitap yazdırmaya başladı; ikinci cilt 1926’da bitecekti. Kitabın adı oldukça iddialıydı: “Yalanlara, Budalalığa ve Korkaklığa Karşı Dört Buçuk Yıllık Kavga”.
Ancak yayıncı bu kadar uzun bir ismin, satışı zorlaştıracağını söyleyince, daha kısa bir isimde karar kılındı: “Mein Kampf” (Kavgam).[15]
Otobiyografik bir yapıt olan “Kavgam”, bir yönüyle benzerlerinden farklıydı. Otobiyografi yazarları neler yaşadıklarından, yaptıklarından söz ederken, Hitler, iktidara geldiği zaman neler yapacağını açıkça anlatmıştı. İleride kurmayı hedeflediği devlet, kitabın yazıldığı sırada Almanya’nın dışında yaşayan tüm Almanları da kapsayacaktı. Yani kitapta açıkça, Avusturya ve Çekoslovakya gibi, içinde Almanların yaşadığı diğer ülkelerin topraklarına göz konulduğu ifade ediliyordu. Ayrıca Fransa “Alman halkının en tehlikeli ve acımasız düşmanı” olarak tanımlanıyor, iki devlet arasında, sonu Fransa’nın yok edilmesi olacak kesin bir savaş yapılacağı belirtiliyordu.
Bundan başka olarak, Almanların dünya ulusları içinde en üstün ırk olduğu, bu ırkın daha geniş alanlara yayılmasının kaderlerinde yazıldığı, bu toprakların ise Rusya’dan ele geçirilmesi gerektiği savunuluyordu. Almanya diğer Batılı devletler gibi uzak diyarlarda sömürge peşinde koşmamalıydı. O doğrudan Avrupa’nın, sonra da dünyanın hakimi olmalıydı.
Almanlar’ın önemli bir bölümü bütün bu yazılara rağmen, ya da bu yazılardan ötürü, Hitler’e oy verdiler. Hitler de yapacağını söylediği şeyleri söylediği sırayla yaptı. Önce doğudaki komşularını yuttu, ardından Fransa’yı yendi, sonra da Rusya’ya saldırdı. Bu yüzden Alman halkının, savaşı kaybettiklerinde “Hitler bizi felakete sürükledi” diye dövünmesine kulak asmamak gerekir. O ne yapacağını çok iyi bilen ve bunları yıllar öncesinde açıkça belirtmiş bir diktatördü.
Alman halkı bu diktatörün peşinden gitmeyi seçti.
Einstein’ın bu konudaki yorumu şöyledir: “Nazi Partisi’nin arkasında, kitabında ve konuşmalarında utanç verici niyetlerini yanlış anlama olasılığına yer vermeyecek şekilde açıkça ifade eden Hitler’i seçmiş Alman halkı vardır.” Einstein’ın bu sözlerini daha detaylı olarak, yazı dizimizin bir sonraki bölümünde vereceğiz.
Nazilere oy veren Almanların bir kısmı, Hitler’in, kitabını propaganda amacıyla yazdığını düşünmüş olabilirler. Yani belki, Hitler’in çevredeki bazı toprakları ele geçirdikten sonra bununla yetineceğine ve Rusya’ya saldırmak gibi bir aptallık yapmayacağına inanmış ya da inanmak istemişlerdir. Bu durumda çeşitli kaygılar veya hayallerle günümüzdeki diktatörleri destekleyenler için önemli bir ders çıkıyor: Diktatör, ardından gidenlerin duracağını düşündükleri yerde durmayabilir.
Biz de durmayalım ve kaldığımız yerden öykümüze devam edelim…
Beş yıl hapis cezası alan Hitler, 1 Nisan 1924’te girdiği hapishaneden, dokuz ayı doldurmadan tahliye edildiğinde tarihler 20 Aralık’ı gösteriyordu.
Enflasyonu bitirdiyseniz işsizliğe geçebilir miyiz?
1925’te cumhurbaşkanı Ebert’in ölmesiyle, yerine kimin seçileceği sorusu gündeme geldi. Merkez partisi ve solcuların ortak adayı, eski başbakan Wilhelm Marx’ın seçilmesi kesin gibiydi. Buna karşı, cumhuriyet yönetiminden nefret eden muhafazakar sağcılar, halk arasında 1. Dünya Savaşı kahramanı olarak bilinen Paul von Hindenburg’u aday gösterdiler. Komünistlerin kendi adaylarını çıkarmaları sonucunda sol oylar bölündü[16] ve Hindenburg seçimi kazandı. Böylece komünistler, 1918 sonrasında Almanya’nın çeşitli yerlerinde kurulan komünist eğilimli halk hükümetlerinin, iktidarda bulunan sosyal demokratların emrindeki muhafazakar milis güçleri ve askeri birlikler tarafından şiddetle dağıtılmalarının intikamını, sosyal demokratlardan almışlardı.
Ya da aldıklarını zannediyorlardı. Çünkü solcuların bir araya gelip anti-faşist cephe kurmak yerine kendi içlerinde bölünerek, sekiz sene sonra iktidara gelmelerine zemin hazırladıkları Nazilerin yasaklayacağı ilk parti, komünistlerin partisi olacaktı.
Bununla birlikte, bundan sonraki birkaç yıl boyunca Nazi Partisi Alman siyaset hayatında önemli bir varlık gösteremedi. Çünkü ülkede işler iyi gidiyordu, yukarıda değindiğimiz gibi enflasyon kontrol altına alınmış, bir refah dönemine girilmişti.[17]
Taa ki 1929 Ekim’ine kadar…
1929 Ekim’inin başında, yıllardır Almanya Dışişleri Bakanı görevini sürdüren Gustav Stresemann, bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. Daha önce kısa bir süre başbakanlık da yapmış olan Stresemann, toplumun özgürlükçü, ilerici kesimi tarafından bir güvenlik unsuru olarak görülüyordu. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın diğer ülkelerle olan ilişkilerinin büyük ölçüde düzelmesinde çok önemli bir rol oynamış, hatta Fransız meslektaşı Briand ile birlikte 1926’da Nobel Barış Ödülü’nü almıştı. Politikada o kadar güçlü bir figürdü ki, Almanya’da yıllar içinde hükümetler değişse bile, kendisi Dışişleri Bakanlığı görevinde kalmış, adeta ülkenin istikrarının sembolü haline gelmişti.
Dolayısıyla Stresemann’ın ölümü toplumun aydın kesimlerini çok endişelendirdi. Bundan sonra Alman siyasetinin hangi tarafa yöneleceğinin belirsizliği, insanların zihinlerini meşgul ediyordu.
Diğer yandan yeni, ucuz, seri üretime dayanan tüketim malları, Almanya’daki geleneksel esnaf üretimini olumsuz etkiliyor, Alman tarımı da benzer şekilde küçülüyordu. Bu durum yurt dışı yatırımcılar nezdinde, Alman ekonomisinin büyümesini daha ne kadar sürdürebileceği hakkında soru işaretleri yaratmış, Almanya’ya verilen krediler azalmaya başlamıştı. 1929 İlkbaharı’na gelindiğinde işsizlerin sayısı üç milyona ulaştı.
Ancak Almanya için daha da kötüsü kapıdaydı…
1929 Ekim’indeki ABD kökenli ekonomik krizle birlikte, ABD’li yatırımcılar Almanya’ya kredi vermeyi durdurunca Almanya ekonomisi kökten sarsıldı. 1923’teki gibi bir hiperenflasyona yol açmaktan korkan hükümetin para basmaktan kaçınması ve harcamaları arttırmaması, firmaların peş peşe iflas etmesine ve enflasyon yerine bu sefer işsizliğin patlamasına neden oldu.
Bu işsizler ordusu, kurtuluşlarını merkez partilerde değil, radikal öneriler sunan komünist ve faşist[18] oluşumlarda aramaya başladı. Hitler cahil ve umutsuz seçmenlerin gözünde iyi bir seçenek gibi görünüyordu: Almanya’yı yeniden güçlendirecek, Versay Anlaşması’nı ortadan kaldıracak, sosyal adaleti sağlayıp işsizlere iş bulacaktı.
Seçmeni can damarından vuran bu tür vaatlerin yanı sıra, nasyonal sosyalist öğretmenleri, öğrencileri, doktorları, avukatları bir araya getiren dernekler kuruldu. Bu derneklere üye olan, nasyonal sosyalizme gönül vermiş kişiler, parti öğretilerini meslektaşları arasında yaymakta önemli rol oynadılar. Ek olarak, muhafazakar seçmeni çekebilmek için, hareketin “sosyalizm” kanadı bastırıldı.
Bütün bu çabalar seçim sonuçlarında karşılığını buldu: Daha iki yıl önce, ortada bir kriz yokken, sekiz yüz bin civarında oy almış ve yalnızca on iki milletvekili çıkartabilmiş Hitler, 1930’da oy adedini sekize katlayarak neredeyse altı buçuk milyona, milletvekili sayısını ise dokuz katına, yani yüz yediye çıkartmıştı. Böylece Nazi Partisi Reichstag’da en küçük parti iken bir anda en büyük parti haline gelmişti[19]. Diğer yanda komünistler de oylarını önemli ölçüde arttırmışlar ve milletvekili sayılarını elli dörtten yetmiş yediye çıkartmışlardı. Buna karşın merkez partiler oy kaybettiler.
Almanya giderek kutuplaşıyordu.
Mareşale karşı bir onbaşı
Hitler için bir sonraki kritik seçim 1932 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Karşısındaki aday 1. Dünya Savaşı’nın kahraman mareşali ve o dönemki Genelkurmay Başkanı Hindenburg olacaktı. Dolayısıyla aynı savaşta sadece onbaşı rütbesinde bulunmuş olan Hitler’in bir efsaneye karşı seçime girmesi halinde kaybedeceği kesindi. Ancak girmemesi, Nazi Partisi liderinin kendisine güvenmediğini ve iktidar alternatifi olamayacağını kabul etmesi haline geliyordu. Bu yüzden, Hitler mecburen adaylığını koymaya karar verdi.
O dönemde Hitler hala Avusturya vatandaşıydı. Önce bu mesele halledildi; bir Alman devleti olan Braunschweig’ın Nazi bakanı, Hitler’i Berlin’deki Braunschweig Temsilciliği’ne ataşe olarak atadı. Böylece Hitler otomatik olarak Braunschweig, dolayısıyla Alman vatandaşı oldu.
Sonra, o güne kadar görülmemiş bir seçim kampanyası başlatıldı. Hitler şehirleri tek tek dolaşıp mitinglerde kalabalıkları coşturdu. Bütün ülke Nazi propaganda afişleriyle donatıldı, partinin gazeteleri milyonlarca ek baskı yaptılar, kamyonetlerin üzerine hoparlörler konularak en ücra köşelere kadar ulaşıldı.
Mart 1932’deki seçimde Hindenburg oyların % 49,6’sını aldığı için salt çoğunluğa ulaşamamıştı. Hitler’in oyu ise yüzde 30,1’di. Her ne kadar Hitler, tahmin edildiği üzere, Hindenburg’un gerisinde kalsa da, oyları 1930 seçimlerine göre beş milyona yakın artmış, on bir milyon üç yüz bini geçmişti.
İkinci tur seçimlerde Hitler yine bütün gücüyle çalıştı, uçakla ülkeyi baştan başa gezdi ve bir günde birkaç farklı şehirde mitingler düzenledi. Seçim konuşmalarının içeriği de değişmişti; ilk turda ülkedeki problemlere yoğunlaşırken, ikinci turda, seçildiği zaman neler yapacağından söz ediyordu. İyice coştuğu bir seferinde Berlin Lustgarten’da konuşurken şöyle dedi: “İktidara geldiğimiz zaman, bütün Alman kızları koca bulacak.”
İkinci turda Hitler, destekçilerinin sayısını iki milyon daha arttırarak oyların yüzde 36,8’ini almayı başarsa da Hindenburg yüzde 53 ile cumhurbaşkanı seçildi.
Yine de bu seçim kampanyası Hitler için çok başarılı olmuş, Nazi Partisi’nin oylarını önemli ölçüde arttırmıştı. Ayrıca Hindenburg seksen dört yaşındaydı ve daha kırk üç yaşındaki Hitler’e yakın gelecekte rakip olabilmesi mümkün değildi.
Bir diktatör seçimle iktidara nasıl gelir?
Hitler son yıllarda gösterdiği çıkışı, iktidarını perçinlemek yönünde kullanmak istiyordu. Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 1 Haziran 1932’de atadığı ancak Reichstag’da desteği bulunmayan Başbakan Franz von Papen Naziler tarafından ikna edildi. Böylece von Papen hükümetinin ilk icraatı Reichstag’ı dağıtmak ve 1932 Temmuz’unun sonunda tekrar parlamento seçimlerinin yapılmasını kararlaştırmak oldu. Bununla hedeflenen, Nazi Partisi’nin daha fazla sandalye kazanmasıydı. Çünkü Hitler, parlamentoda daha güçlü bir pozisyonda olursa von Papen’i destekleyeceğine dair Hindenburg’a söz vermiş, Hindenburg ve von Papen de bu söze kanmıştı.
Yani politikadaki rakipleri Hitler’i tanımaktan aciz oldukları için, diktatörün mutlak iktidarı ele geçirmesinde, kendisine yardım ediyorlardı.
Bu arada ülkede huzur diye bir şey kalmamıştı. Faşistler ve komünistler her fırsatta birbirlerine giriyor, ortalığı kan gölüne çeviriyorlardı.[20] İki tarafın da istediği Weimar Cumhuriyeti’nin yıkılması ve kendi düşüncelerine uygun olarak — faşist ya da komünist — bir diktatörlüğün kurulmasıydı. Başbakan Franz von Papen durumu kontrol altına alabilmek için Berlin’de sıkıyönetim ilan etti.[21]
Ancak yürürlüğe konulan kısıtlamalar, faşistlere değil, komünistlere yönelikti. Gazeteler sansürlendi, komünistler polisin takibine ve tacize maruz bırakıldılar.
20 Temmuz’da Franz von Papen, en büyük Alman eyaleti ve parlamenter cumhuriyetin kalesi olan Prusya’ya, anayasaya aykırı biçimde, bir Reich Komiseri atadı. Eyaletin sosyal demokrat hükümeti görevden alındı. Eğer hükümet buna karşı çıkacak olursa, silahla müdahale edileceğini açıklayan von Papen’e muhafazakar ordu da destek verdi.
Bir yanda giderek güçlenen Nazi Partisi’nin şiddet eylemleri, diğer yanda Moskova’dan aldıkları emir üzerine sosyal demokratlara yardım etmeyen komünistler arasında sıkışan sosyal demokrat hükümet, von Papen’e karşı çıkacak gücü bulamayınca, “bekle-gör” politikası uygulamayı kararlaştırdı.
Olacakları görmesi için çok fazla beklemesi gerekmeyecekti.
Böyle bir ortamda girilen, 31 Temmuz’daki genel seçimler Hitler için müthiş bir zafer oldu. Naziler oy ve milletvekili sayılarını iki katından fazlaya çıkartarak, altı yüz sekiz kişilik Reichstag’da iki yüz otuz sandalye elde ettiler. Parlamentonun ikinci büyük partisi yüz otuz üç milletvekili ile sosyal demokratlar, üçüncü büyük partisi ise seksen dokuz milletvekili ile komünistlerdi.
Yani solcuların toplam milletvekili sayısı iki yüz yirmi iki ile neredeyse Nazilerin milletvekili sayısına eşitti. Ancak dünyanın her yerindeki solcuların mütemadiyen düştükleri hataya düştüler ve birleşmediler.
Ağustos başında Hitler niyetini açıkladı: Seçimden önce Hindenburg’a verdiği sözden caymıştı. Von Papen’in hükümetini desteklemeyi düşünmüyor, kendisi başbakan olmak istiyordu. Ayrıca ülkeyi, parlamentodan çıkartacağı yasalarla değil, kararnamelerle yönetmeyi uygun buluyordu. Eğer bu yetki kendisine verilmezse, Reichstag’ı “başından atacaktı.”
Nazi döneminin Propaganda Bakanı olarak görev yapacak Joseph Goebbels’in 6 Ağustos 1932’de günlüğüne yazdığı not, Nazi liderlerinin amaçlarını ve Almanya’nın yazgısını göstermesi açısından vurucudur:
“Gücü bir kere elimize geçirdik mi, onu asla bırakmayacağız. Bakanlıklardan cesetlerimizi çıkarmaları gerekecek.”
Goebbels, on üç yıl sonra, 1945 Mayıs’ında olacakları yazdığının farkında değildi.
Hindenburg nereye gidecek?
Hindenburg Hitler tarafından oyuna getirildiği için müthiş sinirlenmişti. 1932 Ağustos’unda Reichstag’ın en büyük partisinin lideri olan Hitler, Hindenburg’un kendisine yaptığı koalisyon hükümeti kurması teklifini kabul etmedi. Diğer partilerle pazarlığa razı değildi, tek başına iktidar olmak istiyordu. Bunun üzerine Hindenburg Hitler’e başbakanlığı vermediği gibi, ikisi arasındaki görüşmeden hemen sonra resmi bir bildiri yayınladı: “Hitler’in seçimlerden önce vermiş olduğu söze karşın, Alman Cumhurbaşkanı’nın desteğiyle atanacak ulusal bir hükümeti desteklememesine teessüf ederim.”
Bildiri çok etkili oldu, hem halk sürekli seçime gitmekten bıkmıştı hem de Nazi Partisi üyeleri, iktidara bu kadar yaklaşmışken Hitler’in tavize yanaşmayan politikaları yüzünden bir çuval inciri berbat etmesinden korkuyorlardı. Ama sonuçta hükümet kurulamadığı için seçimlerin yenilenmesi kararı alındı.
Kasım’daki seçimde Naziler’in milletvekili sayısı iki yüz otuzdan yüz doksan altıya düşerken, komünistler seksen dokuz olan sandalyelerini yüze çıkardılar. Naziler hala parlamentonun en büyük partisiydiler ancak ilk kez oy kaybetmişlerdi… Hitler’in bir an önce başbakanlık koltuğuna oturmaktan başka çaresi yoktu, aksi halde partinin geleceği belirsizdi.
İki buçuk ay boyunca, meclis desteğinden yoksun hükümet kurma denemelerinin hüsranla sonuçlanmasıyla, 28 Ocak 1933’te, Weimar Cumhuriyeti’nin son başbakanı Kurt von Schleicher Cumhurbaşkanı Hindenburg’un yanına gelerek hükümetinin istifasını verdi.
Artık yapacak bir şey kalmamıştı, hükümet kurma görevi Hitler’e verilecekti. Hindenburg’la Schleicher arasında şu konuşma geçti:
Hindenburg: “Bir ayağım çukurda, bu davranışımdan dolayı sonradan Tanrı’nın yanında pişman olmayacağımdan emin değilim.”
Schleicher: “Bu güvensizlik hareketinizden sonra, efendim, ben sizin Tanrı’nın yanına gideceğinizi pek sanmıyorum.”
Bu konuşmadan iki gün sonra, 30 Ocak 1933’te, Hitler Almanya’nın yeni şansölyesi (başbakanı) olarak atandı.
Hitler’i ekonomik kriz iktidara getirdi diyebilir miyiz?
Yazımızı bitirmeden önce bir parantez açmakta yarar var.
Ekonomik krizler bir ülkenin radikalleşmesinde etkili olabilirler ancak bunlar zorunlu olarak faşizme yol açmadığı gibi[22] faşizmin ön koşulu da değillerdir. Yalnızca Almanya ve İtalya’da değil, İspanya, Romanya, vb. Avrupa’daki diğer ülkelerde faşizmin iktidara gelmesinde şu etkenlerin de ekonomik krizler kadar önemli olduğunu görüyoruz: Komünizm korkusu, azınlıklara (Almanya örneğinde Yahudilere) duyulan nefret, (çoğu kez yalnızca hayal gücünün eseri olmakla birlikte) ülkenin eski, güçlü, huzurlu günlerine duyulan özlem, bir savaşta yenilmiş ya da hakkını alamamış olduğu duygusundan kaynaklanan intikam hissi, mevcut demokratik düzenin ülkeye istikrar getiremeyeceği düşüncesinden hareketle güçlü bir lider arama arzusu.
Yukarıdaki maddelerin sonuncusunda belirtildiği gibi Alman toplumu ülkedeki belirsizlikten bıkmış, partilere inancını yitirmişti. Ülkenin geçmişi liberal demokratik bir kültürü barındırmıyordu yani halk uzun yıllar boyunca siyasi konularda tercih yapmak zorunda kalıp bu durumu içselleştirmemişti. Dolayısıyla Alman halkı sorunların çözümü için farklı görüşleri savunan partiler arasında müzakere, pazarlık, taviz gibi uzun süren ve ne zaman ve nasıl bir sonuç vereceği belli olmayan yöntemler yerine, kendilerine ne yapacağını söyleyecek güçlü bir lideri arzular oldu. Almanlar neyin yapılacağına karar vermekte zorlanıyorlardı ama biri bunu onlara söylerse onu en iyi şekilde yapmaya hazırdılar. Avusturyalı yazar Stefan Zweig’in sözleriyle ifade edersek: “Düzene alışmış olan Alman halkı, elindeki özgürlükle ne yapacağını bilememiş ve bu özgürlüğü elinden alacak olanı sabırsızlıkla bekler olmuştu.”
Hitler’in iktidara gelişinde hemen hemen tüm kesimlerin suçu vardır: Belirtildiği gibi, Naziler en güçlü oldukları zaman bile oyların üçte birinden biraz fazlasını alabildiler ancak karşılarındaki blok kendi içinde öyle bölünmüştü ki, Hitler’e karşı bir araya gelemedi. Komünistler ve sosyal demokratlar, daha genel olarak sağ ve sol partiler birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşguldü. Muhafazakar elit sınıf, Hitler’i, Weimar Cumhuriyeti’ni yıkıp yerine otoriter bir yönetim kurmakta kullanabileceği bir maşa olarak gördü. Bu iş başarıldıktan sonra diktatörden bir biçimde kurtulabileceklerini sanıyorlardı. Halkın desteğini ve devletin kaynaklarını arkasına alması halinde Hitler’i durduramayacaklarını anlayamadılar.
Artık parantezi kapatabiliriz.
Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde Hitler’in 1933 Ocak’ından itibaren iktidarını pekiştirmesi ve yeni bir toplum yaratmak yönündeki çabaları anlatılıyor.
[1] 2. Dünya Savaşı’ndan önce, 1. Dünya Savaşı’na “Büyük Savaş” ya da “Dünya Savaşı” deniliyordu.
[2] Dolayısıyla savaşın uzaması İtilaf Devletleri’nin zaferini getirecekti; nitekim öyle olmuştur.
[3] Almanya, Schlieffen Planı’nın öngördüğü başarıya, uçakların ve motorize araçların yoğun biçimde kullanılmasıyla, 2. Dünya Savaşı’nda ulaşabilecek ve altı hafta gibi kısa bir sürede ezeli düşmanı Fransa’yı alt edecektir.
[4] Böylelikle Türkiye’de yıllardır yinelenen “Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık.” cümlesinin uydurma olduğunu da belirtmiş olalım. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan’dan da, Almanya’dan da önce ateşkes imzaladı.
[5] Çiçeği burnunda hükümet, bir yandan savaşa son vermenin yollarını ararken diğer yandan ülkenin daha demokratik bir hale gelmesi için peş peşe yasalar çıkartıyordu. Bunlardan biri de “üç sınıflı oy kullanma hakkının” kaldırılmasıydı. 1849’dan beri yürürlükte olan bu yasa uyarınca, Prusyalı erkekler vergi dilimlerine göre üç kategoriye ayrılıyor ve her bir kategorideki seçmenler, birbirine eşit sayıda milletvekili seçiyorlardı. Yasanın uygulamaya konduğu 1849 yılında, en üst vergi dilimindeki seçmenler nüfusun % 4,7’sini, en alt vergi dilimindekiler ise % 82,6’sını oluşturuyorlardı. İki sınıfın da eşit sayıda milletvekili seçtiği göz önüne alındığında, üst sınıftaki bir seçmenin oyu, alt sınıftaki kabaca on sekiz seçmenin oyuna eşitti. Bu sistemin, sol partilerin meclisteki temsil kabiliyetlerini çok olumsuz biçimde etkileyeceği açıktır.
[6] Bir sosyal demokratın düzen düşkünlüğü nedeniyle, cumhuriyet yerine krallığı tercih etmesi herhalde ancak Almanya’da görülebilecek bir durumdur. Nitekim şu söz kendisine aittir: “Devrimden, günahtan tiksinir gibi tiksinirim.”
[7] Meclisin Weimar’da toplanmasının bir nedeni, Prusya militarizminin sembolü olan Berlin’den uzaklaşıldığının gösterilmesi niyetiydi. Diğer bir neden ise komünist devrimden korkan yeni hükümetin, komünistlerin meclisi basma olasılığına karşı, küçük bir kent olan Weimar’ı, Berlin’e göre çok daha kolay savunabileceğini göz önüne almasıydı.
[8] Bu isim, Prusya’nın Napolyon’a karşı verdiği savaşlardaki gönüllü taburlarından geliyordu. 1919 Ekim’inde düzenli ordunun kurulması sonucunda Freikorps’un dağıtılmasına karar verilmesi, sivil hayatta iş güç sahibi olmalarını sağlayacak donanımdan yoksun haldeki pek çok gönüllünün yeni bir şiddet dalgasına kapılmasına neden olacaktı.
[9] Okuma kolaylığı olması açısından, yazı dizisi boyunca genellikle “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” ya “SSCB” yerine, bu ülke için günümüzde de kullanılan şekliyle “Rusya” ifadesine yer verilmiş, bununla birlikte seyrek olarak “SSCB” ifadesi de kullanılmıştır.
[10] Herhangi bir siyasi deneyimleri bulunmayan Bavyera’daki “halk hükümeti” idarecileri, bir grup entelektüel ve uçarı tipten oluşuyordu. Bu “hükümetin” Maliye Bakanı parayı yürürlükten kaldırmak isterken, kısa süre önce akıl hastanesinden çıkan Dışişleri Bakanı ise İsviçre’ye savaş ilanıyla işe koyulmuş, sonra da yerine geçtiği kişinin, bakanlık tuvaletinin anahtarıyla kaybolduğundan şikayet eden bir telgrafı Lenin’e göndermişti.
[11] Bavyera’daki “halk hükümetinin” ortadan kaldırılmasından sonra Bavyera ve özellikle Münih, Alman sağının merkezi haline geldi. Siyasi, askeri ve polis liderlerinden oluşan bir yönetici grubu, devletin kaynaklarını, cumhuriyet karşıtı sağcı ve aşırı sağcı örgütlerin palazlanmasında kullandı.
[12] 1918–1922 yılları arasındaki siyasi cinayetlerin üç yüz elli dört adedini sağcılar, yirmi iki adedini ise solcular işlemişti. Bu üç yüz elli dört cinayetten üç yüz yirmi altısı için hiçbir ceza uygulanmazken, yirmi iki cinayetin faillerinden on yedisi ağır cezalara, bunlardan on adedi ise ölüm cezasına çarptırılmıştı. Solcuların ortalama hapis süreleri on beş yıl iken, sağcılarda dört aydı. 1970’lerde Türkiye’de “sağ-sol kavgası” şeklinde lanse edilerek sanki sağcılar ve solcular birbirlerine yakın oranlarda silaha sarılmışlar gibi bir algı yaratılması amacını güden çatışmalarda işlenen cinayetlerin faillerinin siyasi görüşlerine göre dağılımlarının incelenmesi, okuyucuya ilginç benzerlikler sunacaktır.
[13] Almanya için bu olasılığın hiçbir zaman yüksek olmadığını unutmamak gerekir. İşçi komitelerinin, yerel hükümetlerin, vb. talepleri Rusya’dakine benzer bir devrimden ziyade, öncelikle savaşın bitirilmesi, ardından karınlarının doyurulması ve daha fazla özgürlüktü.
[14] Wagner’in “Der Ring des Nibelungen” (Nibelung Yüzüğü) adıyla bestelediği dört opera eserinin sonuncusu olan “Putların Alacakaranlığı”nda, kahraman Siegfried düşmanı Hagen tarafından sırtına atılan bir mızrakla öldürülür.
[15] Kitap 1930’lara kadar yılda on binden az sattı. 1930’da daha ucuz bir baskıyla satış adedi elli binin üzerine çıktı ve iki sene daha böyle gitti. Esas patlama ise Hitler’in iktidara geldiği 1933’te oldu, o yıl kitap bir milyon adet sattı. Sonra da satış rakamları hep iyi gitti, 2. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılının ertesinde, 1940’ta, satış adedi altı milyonu bulmuştu. Okul mezuniyetlerinde çocuklara, evliliklerde kadın ve erkeğe ayrı ayrı bir tane verilmesi standart bir uygulama haline geldi.
[16] Elbette, “komünist adayın sol oyları böldüğü” yargısı, gözlemcinin durduğu noktaya göre değişecektir. Bir komünist olan Nazım Hikmet “Alman Faşizmi ve Irkçılığı” kitabında bu dönemlerden söz ederken “sosyal-demokrasinin ihaneti yüzünden işçi sınıfının parçalanışı, bölünüşü” ifadelerini kullanır.
[17] 1928 yılında Berlin, Londra ve New York’tan sonra dünyanın en büyük üçüncü şehriydi.
[18] Mussolini’nin faşizmi ile Hitler’in nasyonal sosyalizmi aslında iki farklı ideolojidir. Örneğin 1932 yılındaki Faşist Manifesto’da Mussolini “Devleti meydana getiren halk değil, halkı meydana getiren devlettir” derken, Hitler 6 Nisan 1938’de Salzburg’da yaptığı bir konuşmada “Başlangıçta halk vardı, devlet ancak bundan sonra geldi.” diyordu. Dolayısıyla, faşist ideolojide temel kavram “devlet”ken, nasyonal sosyalizmde “halk (ırk)”tır ve iki ideoloji arasındaki tek fark da bundan ibaret değildir. Mussolini, zümrelerin kesin sınırlarla birbirinden ayrıldığı bir yapı öngörürken, Hitler sınıfsız, birbiriyle tamamen kaynaşmış bir toplum (Nazi terminolojisindeki adıyla Volksgemeinschaft-Milli Birlik) kurmanın peşindeydi. Özetle, 1933–1945 yılları arasında Almanya’da hakim sistem faşizm değil nasyonal sosyalizmdi. Benzer şekilde, Hitler de faşist değildi, nasyonal sosyalistti. Bununla beraber okuyucuya kolaylık olması açısından yazı dizisi boyunca genellikle, gündelik hayatta baskıcı ve aşırı milliyetçi rejimleri/düşünce sistemlerini tanımlamak için sıklıkla karşımıza çıkan “faşist” sözcüğünün, “nasyonal sosyalist” yerine kullanılması tercih edilmiştir.
[19] Nazi Partisi’nin kökeni ve merkezi, Katoliklerin çoğunlukta bulunduğu Bavyera-Münih olmasına karşın, partinin en fazla oy aldığı bölgeler, Almanya’nın kuzeyi ve doğusu olmuştur. Bu bölgeler hem tarihi Prusya topraklarıdır hem de Protestanların en yoğunlukta yaşadığı alanlardır. Dolayısıyla, yazı dizimizin “Yılların Getirdiği-1914 Öncesi” isimli bölümünde değindiğimiz, Prusya-Protestanlığın Nazizm’in gelişimindeki etkisini hatırlatmış olalım.
[20] 1920’lerde ve 1930’ların ilk yıllarında, SA‘ların (Sturmabteilung: Fırtına Birlikleri) sokaklarda estirdikleri terör, Nazilerin, muhalifleri üzerine saldıkları korkuda temel etken olmuştur. Afrika ve Ortadoğu’da görevlendirilen askerler için üretilen imalat fazlası gömlekleri üniforma olarak benimsedikleri için “kahverengi gömlekliler” olarak da bilinen bu örgütün yanında, milliyetçilerin Stahlhelm-Çelik Miğfer, sosyal demokratların Reichsbanner Schwarz-Rot-Gold-İmparatorluk Sancağı Siyah-Kırmızı-Altın Rengi ve komünistlerin Roter Frontkaempferbund-Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği etkisiz kalıyordu. Aslında bunların arasında en çok üyeye sahip olan Reichsbanner’di, üye sayısı hiçbir zaman bir milyonun altına düşmemiş, en kuvvetli olduğu 1926’da ise üç milyonu aşmıştı. Bu birliklerin hepsi askeri biçimde örgütlenmişlerdi, belli ölçüde silahları da vardı. Buna rağmen Hitler iktidarı ele geçirip Reichsbanner’i yasaklayınca, üyeleri direniş göstermeden örgüt dağılıverdi.
[21] Franz von Papen, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Türkiye büyükelçisi olarak görev yapmıştır.
[22] 1929 Buhranı’ndan etkilenen ABD, İngiltere ve Fransa faşizmi seçmemişti.
26