“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Mustafa Kemal Atatürk
Yetenek meselesi
Bazı insanlar sanatçıdır: kimi beste yapar, kimi resim çizer, kimi dans eder… Doğuştan getirdiği yeteneklerini uygun şartlarla birleştirebilen şanslı azınlık.
Pek çok insanın yeteneği ise hiçbir zaman su yüzüne çıkmaya fırsat bulamaz. Mozart 18. yüzyılda Viyana’da değil de Tibet’in dağlarında ya da Afrika çöllerinde doğsaydı yine de bu senfonileri, operaları yazabilir miydi? Peki 2020 yılı itibarıyla yedi milyar yedi yüz milyon insanın yaşadığı dünyada aramızdaki kaç Mozart, kaç Michelangelo, kaç Picasso, yeteneğini ortaya koyabileceği tek bir müzik aleti görmeden, boya fırçasına dokunamadan yok olup gidecek?
Bir diğer grup insan da vardır ki, sanata karşı yeteneklerini gösterebilecekleri şartlar mevcutken, yetenekleri olmadığı veya sanatın bir dalında belirli düzeye gelebilmek için gereken sabırla çalışmadıkları için, bunu gösteremezler.
Ben bu gruba aitim.
Bunu söylerken sahte bir alçakgönüllülükle hareket ettiğim sanılmasın. Hani insanlar başkaları tarafından övülmek için, yaptıkları işi beğenmiyor görünürler ya… Örneğin bir ev sahibi ile iki konuğu arasındaki, benzerlerine tanık olduğunuzu düşündüğüm aşağıdaki konuşmaya göz atalım:
“Vallahi bu yemek de güzel olmadı, artık kusura bakmayın.”
“Aa, yok canım, gayet güzel olmuş. Ellerine sağlık.”
“Yok yok, tam tutturamadım bu sefer. Tuzu koymadım zannedip bir daha atmışım. N’olur kusura bakmayın.”
“Ne kusuru canım, çok lezzetli olmuş. Öyle değil mi?”
“Tabii ki öyle. Ben aslında bunu çok sevmem ama seninki bir harika olmuş. Tuzu da tam kıvamında. Hatta senden tarifini alayım diyordum.”
Böyle gider bu…
Zaten bir yemeği bu kadar övmeyi de hiç anlamamışımdır. Yenilen yemeklerin akıbetlerini düşündüğümde, yoğun takdirlerimi bir günden daha uzun süre kalıcı olacak nesneler için kullanmayı tercih ederim.
Neyse, biz kaldığımız yerden devam edelim.
Dediğim gibi, alçakgönüllülük numarası yaparak kendimi övdürmeyi amaçlamıyorum. Sanatın dallarına karşı gerçekten belirgin bir yeteneğim yok ya da mevcut olan ne varsa bunu ortaya koyabilmek için gerekli sabrı göstermedim. İlkokulda birkaç ay boyunca org dersi almıştım, ne kadar sıkıldığımı hala hatırlarım. Doğrusu bir daha üzerine de gitmedim.
Bazı insanlar bir hatta birkaç enstrüman çalar, besteler yapar, pek çok insan en az bir müzik aleti çalabilmeyi ister. Benzer şekilde, çok güzel dans etmeyi düşleyenler de vardır.
Bense bunların hayalini hiç kurmadım. Daha doğrusu hayal kurarken bile bir ayağım hep yere bastı. Elbette ben de Menuhin gibi keman çalmayı, Fred Astaire gibi ağırlığım yokmuşçasına havada süzülerek dans edebilmeyi isterim. Ama aynı zamanda Kasparov kadar iyi satranç oynayabilmeyi de isterim ve bu liste uzar gider. Bununla birlikte benim için bir şeyi istemek, bu hedefe mümkün olduğunca ulaşabilmek için harcanması gereken zamanı hesaba katmadan yapılabilecek bir şey değildir.
Bu yüzden enstrüman çalmayı, dans etmeyi, vb. öğrenmek için gereken zamanı, kitap okumakta ya da lisan öğrenmekte kullanmayı seçerim. Bana göre her lisan, yeni bir dünyadır. Amerikalı şair Robert Frost, şiiri “çeviride kaybolan şey” olarak tanımlar. Benzer şekilde, birinci sınıf bir şairi kendi dilinde okumanın verdiği hazzı bana hiçbir keman, hiçbir dans vermemiştir.
Çünkü okumayı öğrendiğimden beri en büyük zevkim okumak oldu, yıllar boyunca okumaktan başka bir şey düşünmeden okudum. Bunun sonucunda bir ara edebiyatla uğraşmayı denedimse de ne şiire ne öyküye yeteneğim olduğunu anlamam uzun sürmedi. Eskiden yazı yazardım ama bunlar, artistik bir yaratıcılık gücü gerektirmeyen, deneme türünden şeylerdi.
Tam yirmi yıllık aradan sonra yeniden yazmaya başladığımda kullandığım tür pek değişmemişti; bir fikri olgularla destekleyerek anlatmaya çalışmak.
Hiç yeteneğimin olmadığı sanat dalı ise resimdir. “Çöp adam bile çizemiyor.” derler ya, işte o benim. Okuldayken resim dersleri tam bir kabustu; tüm ödevlerimi babam yapmıştır.
El becerisi eksikliğinin biri önemsiz diğeri önemli iki sonucu oldu.
Önemsiz sonucu şuydu ki, el yazım her zaman kötü olmuştur. Artık sürekli bilgisayar kullandığımız için, el yazımın çirkinliğinin hayatım üzerinde bir etkisi kalmadı. Ara sıra aldığım notları okurken yaşadığım zorluktan başka…
Önemli sonucu ise, uzun süre resim sanatını ihmal etmek oldu. Resimle ilgilenmemenin doğal sonucu olarak, bir resim müzesinin nasıl gezileceğine dair fikrim de yoktu.
Resim müzesi nasıl gezilmez kılavuzu
Yıllar boyunca ne zaman Avrupa’ya gittiysem, o kentin en büyük resim müzesini de bir tür görev bilinciyle ziyaret ettim. Sonuçta kalkıp buraya kadar gelmiştim, şehrin en büyük müzesini görmeden dönmek “okumuş” birine yakışır mıydı?
Müzeleri gezerken uyguladığım beş maddelik yöntemi sizlerle paylaşayım:
- Hangi odalardaki eserleri daha çok merak ettiğim, hangilerindeki eserlerin bana daha çok zevk vereceği, vb. kriterleri göz önünde bulundurmadan, müzedeki bütün odaları numara sırasına göre gezip, sergilenen her şeyi görürüm. Sonuçta dahil olduğum toplumsal sınıfın ahlak anlayışının yapıtaşlarından biri karşılıklılık ilkesidir. Bir eserin müzede sergilenmesi o eserin “değerini” gösterir ve müze giriş ücretini ödeyip bu değerlerin bir bölümünü görmeden geçersem, verdiğim paranın karşılığını alamayarak zarar ederim.
- Elimdeki turistik gezi rehberinde “mutlaka görün” denilen tabloları özellikle bulmaya çalışırım, bulduğumda ise rehberde bu tabloyla ilgili olan ve asla iki cümleyi geçmeyen yazıları okuyarak “bilgi” edinirim. Bu baş yapıtların hakkını vermek için, önlerinde diğer tablolardan on saniye fazla süre geçiririm. Oradan ayrılırken ise, bu başyapıtları “gördüğümü” rehberde işaretlerim.
- Odalar arasında fırtına gibi ilerlerken, mümkün olduğu kadarıyla, “mutlaka görün”lerden olmamakla birlikte rehberde adı geçen diğer tabloları da yakalamaya çalışırım.
- Müzeyi gezmeyi başarıyla tamamladıktan sonra müzenin hediyelik eşya dükkanına girerim. Sanat tarihi, ressamlar, akımlar hakkında yazılan ve bana sonsuz gibi görünen kitapların bazılarını, genelde yalnızca kapakları üzerinden incelerim. Kapakta hasbelkader ismini duyduğum bir ressamın adına rastlarsam, müzeleri gezmemin sonucunda resim alanındaki bilgimi nasıl da arttırdığımı düşünerek mutlu olurum. Hiçbir kitap almadan oradan çıkarken, Türkiye’de resim alanında çok sınırlı sayıda müze ve kitapçı olduğuna hayıflanırım.
- Daha çok müze gezip her müzede bu yöntemi uygulayarak zamanla resim zevkimin kendiliğinden gelişeceğini umut ederim.
Çok “verimli” bir yöntem değil mi?
Kırılma anı
Bir gün Milano’daki Brera Müzesi’ni de aynı şekilde gezdikten sonra, her zaman yaptığım gibi yine hediyelik eşya dükkanına girdim. Kitaplara göz atarken, yıllardır bu tür sayısız kitaba dokunduğumu ancak birini bile alıp okumadığımı fark ettiğimde garip bir huzursuzluk hissine kapıldım.
Gündelik hayatımda bir kitapçıya girdiğimde, her normal insan gibi, ilgimi çeken alanlardaki kitaplara bakıyor, hoşuma gidenleri satın alıyor, ilgimi çekmeyen alanlardakileri ise incelemeden geçiyordum. Ama iş resme geldiğinde durum değişiyordu: Bir müzeyi gezdikten sonra kitaplara bakmakla birlikte, yukarıda söz ettiğim, resim alanındaki beceriksizliğim ve bilgisizliğimin karışımıyla örülmüş bir önyargı duvarı bu kitaplarla benim aramda yükseliyordu: Kitap bana ne kadar ilginç gelirse gelsin, sanki resim dünyası bana yasaklıymış, bundan zevk almam hatta bunu anlamam dahi mümkün değilmiş gibi bir düşünceyle hareket ediyordum.
İşte o gün bir değişiklik yapmaya karar verdim. Resim üzerine bir kitap satın alacaktım. Konu hakkında hiç bilgi sahibi olmamak gözümü korkutuyordu, bu yüzden genel olarak sanat tarihi, belirli dönemler, vb. hakkındaki hacimli kitaplar yerine tek bir ressamın hayatından söz eden ince bir kitap bulmayı tercih ettim. O güne kadar gezdiğim, ya da daha doğru bir tabirle içinde oradan oraya dolaştığım, müzelerde gördüğüm ressamlardan birinin resimlerini ilgi çekici bulmuştum: Caravaggio. Böylece aldığım ilk resim kitabı, bu ressamın yapıtlarını anlatıyordu.
Verdiğimiz kararların etkileri, çoğu zaman o kararı verirken öngörmediğimiz uzaklıklara ulaşır. Ben o gün o kitabı almasaydım, siz şu anda bu yazıyı okumayacaktınız…
Brera Müzesi, Milano. Hiç bilmediğim bir dünyanın kapılarının aralandığı yer…
Ve bu dünyanın başlamasına aracılık eden ressamın bir yapıtı: “Holofernes’in Başını Kesen Judith”, Caravaggio, 1598-1599.
Kaderin cilvesi
Caravaggio kitabı seksen sayfaydı; yarısının resimlerden oluştuğunu düşünürsek alt tarafı kırk sayfa yazı… Yine de, bilmediğimiz konularda ilk kez bir şeyler okurken sıklıkla karşılaştığımız gibi, bu kitabın her sayfasından, her cümlesinden hem bir şeyler öğreniyordum hem de iyice kafam karışıyordu: kitabı bitirdiğimde hiçbiri hakkında fikrimin olmadığı sanat terimleri, akımlar, vb. iç içe geçmişti. İnsan hayatında, öğrenmenin çekiciliğiyle, öğrenilmesi gereken bilgilerin hacminden kaynaklanan umutsuzluğun karşı karşıya geldiği sayısız andan bir tanesi…
Bu savaştan öğrenmenin cazibesi galip çıktı: Caravaggio üzerine bir kitap daha okuyacaktım. Yani başka ressamlara açılmak, sanat tarihini geniş kapsamlı bir biçimde öğrenmek hala gözümü korkutuyordu. Caravaggio’ya ilgi duymuş, üzerine bir kitap okumuştum ve hoşuma gitmişti. Bu güvenli yoldan ayrılmamayı düşünüyordum.
Neyse ki içinde bulunduğumuz koşullar, dar bir hayal gücünün ürünü olan hedeflerimizle yetinmemize izin vermeyebiliyor.
İstanbul’daki belli başlı kitapçıları dolaştığımda, Caravaggio hakkında Türkçe bir kitap bulamadım. Türkiye’de resim üzerine kitapların pek satmayacağını tahmin etmek zor değildi. Ama bir kitap bile yoktu, tek bir kitap…
Kaderin cilvesi olsa gerek; hayatı boyunca resimle hiç ilgilenmemiş olan benim, yurt dışından sipariş edeceğim ilk kitap resim üzerine olacaktı.
İnternette kitap araştırırken kargo ücretinin tek bir kitabın fiyatından daha yüksek olduğu gerçeğiyle karşılaştım. Bir kitap almak astarı yüzünden pahalıya geliyordu. En avantajlısı dört kitap almaktı, böylece kargo ücreti ödemenize gerek kalmıyordu. Kitaplardan ilki elbette Caravaggio üzerine olacaktı ancak başka hiçbir ressamı merak etmediğim için, kalan üçünü kimlerden seçeceğimi bilmiyordum.
Nihayet 1980’lerin sonu, 1990’ların başında çocuk olmanın getirdiği derin kültürel birikimim sayesinde, sipariş edeceğim kitaplara konu olacak ressamları belirlememde Ninja Kaplumbağalar yardımcı oldu: Leonardo, Rafael ve Michelangelo… Şansıma, çocukken rolleri dağıttığımızda hep seçtiğim favori kaplumbağam Donatello’nun ismini aldığı sanatçı, ressam değil heykeltıraştı. Böylece kitap siparişinde zorlanmamıştım.
İşte öykümüz böyle başladı.
Resim yerinde ağırdır
Sipariş ettiğim kitapları okudukça resme ilgim arttı. Bu dört kitabı başka ressamları anlatan kitaplar izledi, onları da başkaları… Kavramları öğrenip, çeşitli dönemlerdeki hakim resim anlayışları hakkında fikir sahibi oldukça daha hızlı okuyabilmeye başladım ve iki yıl boyunca yalnızca resim tarihi ve ressamlar üzerine kitaplar okudum.
Bu da yeni bir ihtiyaç doğurdu: kitaplarda anlatılan tabloları görmek. Bazılarını görmüş olmalıydım ancak müzeleri yukarıda anlattığım şekilde gezdiğim için bu tablolardan hemen hiçbir şey, hatta onları görüp görmediğimi bile, hatırlamıyordum.
Resmin, sanatın o güne kadar ilgi duyduğum diğer dallarından farklı yanı, Türkiye’de eksikliğinin hissedilmesiydi. Örneğin kitap okumaya düşkünseniz, sevdiğiniz bir kitabı, biliyorsanız orijinal dilinden yoksa Türkçe çevirisinden okuyabilirsiniz. Sinemayla ilgiliyseniz aradığınız filmi çok büyük olasılıkla internetten bulabilir, istediğiniz müzisyenin eserini dinleyebilirsiniz.
Resmi ise, üzerine ne kadar okursanız okuyun, gidip yerinde görmek gerekir.
Bu nedenle, resim tarihi ile ilgilendikçe, bu resimleri görmek tutku haline geldi. Eşimle yurt dışına yapacağımız gezileri planlarken, büyük müzeleri olan kentleri öne almaya dikkat ettik.
Bu bakış açısı, gezilerimizde etkisini hala sürdürüyor.
Zevkler ve renkler
Resim tarihinden söz etmeye geçmeden önce bazı noktaları açıklamakta fayda görüyorum. Sıkça karşılaştığımız bir sözle başlayalım: “Zevkler ve renkler tartışılmaz”.
Bu sözden ne anladığımız çok önemli: Eğer insanların birbirlerinden farklı zevklere sahip olmalarını anlıyorsak sorun yok; bir insan bir şeyden başka bir insan başka bir şeyden keyif alabilir.
Ancak bu sözü, “İnsanların beğenilerinin birbirlerine üstünlüğü yoktur, tüm beğeniler aynı kalitededir.” şeklinde yorumluyorsak burayı açmamız gerekiyor.
Dilin yapısını matematikle karşılaştırarak işe başlayalım…
Matematiğin güzelliği kesin olmasından gelir. Sayfalar dolusu bir denklemde X bilinmeyeninin değeri örneğin “3” ise, bu her sayfanın her satırındaki her X için 3’tür, asla değişmez. Tüm X’ler aynı rakama (yani 3’e) eşit olduklarına göre birbirlerine de eşitlerdir, aynı denklemin içindeki bir X bir başka X’ten daha fazla ya da az değerde değildir.
Sıkça yapılan yanlışlardan biri, kelimelerin anlamlarını matematiksel bir kesinlik içinde yorumlamaktır. Örneğin “deniz” denildiğinde herkesin aynı kavramı düşündüğünü varsayarız. Oysa bu kelime her insana farklı çağrışımlar yapar; adada, deniz kenarında, dağ başında yaşayan insanların “deniz” algıları farklılık gösterir. Adada yaşayan tüm insanlar da aynı denizi düşünmezler, herkesin denizi kendine özgüdür. Zira kelimelerin ifade ettikleri, insanın genlerinden zekasına, o güne kadarki yaşantısına kadar pek çok değişkenden etkilenir.
Aynı insanın “deniz” algısı bile sabit kalmaz; 5 yaşındaki denizimiz 25 yaşımızdakiyle aynı değildir, o da 65 yaşımızdakinden farklıdır. Yıllar geçerken içinde yüzdüğümüz her deniz, bindiğimiz her tekne/gemi, deniz üzerine izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar, vb. deniz algımızı değiştirmiştir.
En önemlisi, biz değişmişizdir.
Zevklerin tartışılmayacağını iddia eden sözü “Tüm beğeniler aynı kalitededir.” şeklinde yorumlamak, yukarıdaki örnekte her X’in her zaman 3’e, dolayısıyla birbirine eşit olması gibi, aynı “zevk” kelimesiyle ifade edilen her duygunun/kavramın da birbirine eşit olduğu, zevkler arasında hiyerarşik bir düzenin var olamayacağı varsayımına dayanır.
Peki gerçekten öyle mi?
Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir
Bir şarap tadım uzmanını ele alalım. Bu kişi hayatında binlerce farklı şarap türü denemiş, bu şarapların yapıldığı üzümlerin dünyanın hangi yöresindeki hangi bağlarda nasıl bir iklimde yetiştiğini araştırmış, bu konu üzerine kitaplar okumuş, insanlara eğitimler vermiş olsun… Şarap konusunda uzman kabul edilen bu kişinin bir dergideki yazısı, yaptığı değerlendirme, bir şarap markasının “değeri” üzerinde belirleyici olacaktır; çünkü insanlar kendisini şarap konusunda “otorite” kabul ederler: Yani söz konusu alanda kendilerinden daha derin bir bilgi ve zevke sahip olduğu için sözüne değer verilen, yargılarına güvenilen bir kişi. Günlük tabirle “şaraptan anlayan” biri..
Peki bazı insanlar şaraptan anlarken, bazılarının benzer şekilde edebiyattan, müzikten, resimden, vb.’den anlaması, çevrelerindekilerden daha yüksek bir beğeni düzeyine ulaşmış olması normal değil midir? Bir içeceğin kalitesi üzerinde araştırma yapıp kafa yoran kişilerin yargıları, doğal olarak, kendi alanlarında uzman görüşü olarak kabul edilirken; eserleriyle yüzyıllar boyunca insanların dünyayı algılamalarını, yaşam biçimlerini, tarihi okumalarını, birbirlerine davranışlarını, vb. değiştirmiş dehaların yapıtlarını inceleyen, bu bitmek tükenmek bilmeyen zenginlikteki alanda faaliyet gösteren kişilerin ilgilendikleri sanat dallarındaki zevklerini, bu konular hakkında “Zevkler ve renkler tartışılmaz.” klişesinden başka söyleyecek tek bir cümlesi bile olmayan birininkiyle aynı seviyede değerlendirmek adil midir?
Adil değilse bile, yığınların duygularına hitap eden, alıcısı hazır bu görüşün pazarlanması zahmet gerektirmiyor. Çünkü bu bakış açısı, hayatı boyunca bir elin parmaklarından daha fazla sayıda kitap okumamış bir kişinin çok satanlar listesindeki, içerdiği ucuz entrikalar dışında hiçbir özelliği olmayan bir kitaba karşı beğenisinin; hayatını edebiyat klasiklerini okuyarak geçirmiş, bu konuda yıllarca kafa patlatmış, belki bu eserler üzerine kendi değerlendirmelerini üretmiş/yayınlamış bir entelektüelin kitap zevkiyle aynı konumda olduğu izlenimini yaratmaya yarıyor. Üzerinde hiç emek sarf etmediğim zevkim başkasının zevkine denktir, varsın diğeri yıllarını bu alanda harcamış olsun… Milyonlarca insan bu klişeyi benimsemiş görünerek, belirli bir alandaki bilgilerini arttırmak, zevklerini daha rafine hale getirmek yönünde harcamaları gereken emekten tasarruf edebileceklerine inanıyorlar.
Öyle ya, zevkler arasında bir üstünlük olmadığına, herkesin zevki birbirinden farklı ama birbirine denk olduğuna göre, zevkleri geliştirmeye çalışmak diye bir şey söz konusu olamaz.
Bu görüşün antitezi olarak ise, George Orwell’in kitabı Hayvan Çiftliği’nde geçen ve söz konusu kitapta bambaşka bir anlamda kullanılan meşhur sözün, konu zevkler olduğunda da geçerli olduğu savunulabilir: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir”.
Zevkin kalitesi
Tahmin edileceği gibi, alanlarında otorite kabul edilenler, sanatçılar, eleştirmenler, entelektüeller genel olarak zevkler arasında bir hiyerarşinin olduğunu, insanın bir konudaki bilgisini, görgüsünü, deneyimini arttırdıkça o alandaki zevkini de geliştireceğini öne sürerler. Bu şekilde, insanlar birbirlerinden ayrılır, bazıları belirli konularda diğerlerinden daha nitelikli bir zevk sahibi olur. Amerikalı gazeteci ve kültür eleştirmeni Henry Louis Mencken’in, sinemanın daha emekleme döneminde olduğu 1927 yılında bu sanatın geleceğine dair öngörüsüne göz atalım:
“Günün birinde, adamın biri, “uygar azınlık”ın ilgisini çekecek ucuz, yalın bir film yapacak… O gün gelince, tiyatroda olduğu gibi sinema da ikiye ayrılacak. Kitleler için görkemli, basmakalıp, ağlamaklı filmler olacak; günümüzün sinema devleri o filmleri yapmayı sürdürecekler. Bir de okuma-yazma bilenler için sanatçıların yaptıkları filmler olacak.”
Çizgi roman uyarlamalarından yapılan film serilerinin izleyici sayılarını, Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerininkiyle karşılaştırmak, Mencken’in öngörüsünün gerçekleşmesine verilebilecek örneklerden yalnızca biri…
H. L. Mencken
Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise, yukarıda değinildiği üzere, bazı insanların her konuda değil, belirli konularda diğerlerinden daha fazla bilgiye ve daha yüksek bir zevke sahip olduklarıdır. Genelde bu basit fakat çok önemli ayrım gözden kaçırılır, insanlar “bilgililer-cahiller” olarak kaba ve haksız biçimde kategorize edilir. Nobel ödüllü, İrlandalı yazar Bernard Shaw’un “Herkes İçin Siyasal Sözlük” kitabında belirttiği üzere:
“Uygun terimler seçerken, örnek olarak, “kalite” ve “kalabalık” gibi kavramların birbirlerinden büsbütün ayrı iki tür insandan oluşan sınıflar anlamına gelmediğini hiç unutmamalıyız. Edebiyat ve tiyatroda, örneğin, ben kaliteli olanlardanım. Matematik, atletizm ve mekanikte ise, kalabalıktan biriyim.”
George Bernard Shaw
Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başk’olmasa
Yine tam burada, ilk bakışta ikircikli gibi gözüken ancak böyle olmayan bir husus da şudur: Bir konunun uzmanı olduğu kabul edilen insanların zevkleri aynı değil ise – ki iki uzmanın beğenileri doğal olarak hemen hiçbir zaman tamamen örtüşmez – bu konuda bu derece donanımlı olmayan bizler, bir yapıtın kalitesini nasıl değerlendireceğiz?
İnsan sanatın çeşitli dallarındaki bilgisini, beğenisini geliştirdikçe, ilgili sanat dalının ustalarınca ortaya konulan yapıtların değerini kendiliğinden takdir edebilmeye başlar. Bununla birlikte, başlığa aldığımız Aşık Veysel’in sözünde belirtildiği üzere, herhangi bir alanda tüm insanlar tarafından kabul edilen tek bir gerçek olmadığı gibi, bir sanat dalındaki uzmanların/yüksek zevk sahibi kişilerin tamamının beğendiği bir sanatçı/yapıt da yoktur. Çok iyi müzisyenler içinden Mozart’ın, çok iyi yazarların içinden Tolstoy’un yapıtlarını sevmeyenler çıkabilir. Ancak istisnalar kaideyi bozmaz; müzisyenlerin ezici çoğunluğu Mozart’ın, Beethoven’ın, yazarların ve edebiyatseverlerin çok büyük bölümü Tolstoy’un, Shakespeare’in yapıtlarının değeri hakkında fikir birliği içindedirler. Klasik olmuş yapıtların kalitesi üzerinde hemen hiç tartışma yoktur, dolayısıyla bunların kalitesinden rahatlıkla emin olabiliriz.
Şu ayrımı yapmak da çok önemlidir: Hiç klasik müzik dinlememiş birinin ilk kez duyduğu Beethoven’ın bir senfonisinden zevk almaması ile, bir orkestra şefinin Beethoven’ın müziğini beğenmemesini aynı nedenle açıklayamayız. Birinci kişinin Beethoven’ı beğenmemesinin nedeni çok büyük olasılıkla kulağının klasik müziğe aşina olmamasıdır, çünkü klasik müzikten zevk alabilmek için pek çok kişi bu alanda kulak dolgunluğuna ihtiyaç duyar. Yani klasik müziği dinledikçe, Beethoven’in eserlerinden keyif alır. Yukarıdaki örnekteki ikinci kişi olan orkestra şefinin ise klasik müziği bilmediği için Beethoven’i sevmediğini söyleyemeyiz. Bu şef klasik müziğin eğitimini almış, bu alandaki eserlerin icra edilmesinde aktif rol oynamış, yıllar içinde beğeni yelpazesini oluşturmuş ve Beethoven’in eserlerinin kendisine hitap etmediğine karar vermiştir.
Özetle, belirli bir alanda, bilgisizlikten kaynaklanan beğenmeme ile bilinçli şekilde reddetme arasında derin bir fark vardır.
Bu bölümü eski bir fıkra ile kapatalım: Bir gün iki ziyaretçi Louvre Müzesi’nde gezerken Mona Lisa’nın önünde durmuşlar. Biri diğerine, insanların bu tabloyu neden bu kadar gözlerinde büyüttüklerine hiç anlam veremediğini söylemiş, diğeri de onu haklı bulmuş. Bu konuşmaya kulak misafiri olan müze görevlisi, ziyaretçilerin yanlarına gelerek şöyle demiş:
“Mona Lisa, zaman karşısındaki sınavını başarıyla verdi. Şu anda sınava giren Mona Lisa değil, sizlersiniz.”
Mona Lisa, Leonardo da Vinci
Gerçekten, bilgi sahibi olmadığımız bir sanat dalında “klasik” olarak kabul edilen bir ustanın yapıtları hakkında yapacağımız olumsuz yorum, genelde bu yapıtların değil, bizlerin o alandaki düzeyine ışık tutar.
Bu da bizi bir sonraki bölümümüze götürüyor.
Küçük düşme endişesi
Hakkında fikir sahibi olmadığımız alanlardaki yapıtlar üzerinde pervasızca olumsuz yargılarda bulunmanın tersi, cahil görünme endişesiyle, aslında öyle düşünmesek de bir ustanın eserlerini beğenmiş görünmek, yani gerçek fikrimizi gizlemektir. Ne zaman bu alanda düşünsem aklıma çok sevdiğim yönetmen Woody Allen’ın unutulmaz komedisi “Zelig” filmi gelir.
Zelig bir “mockumentary”, bunu Türkçe’ye “sahte belgesel” olarak çevirebiliriz. Mock-alay konusu/sahte ve documentary-belgesel kelimelerinin birleşiminden oluşan bu kelime, sanki belgeselmiş gibi sunulan ancak aslında içerdiği konu ya da kişiyle dalga geçmeyi amaçlayan bir film türünü ifade etmekte kullanılır.
Filmde Woody Allen’ın canlandırdığı Leonard Zelig karakterinin Amerikalı yazar Herman Melville’in klasik romanı Moby Dick’i okumadığını çevresindekilere söylemekten utanması, yıllar geçtikçe derinleşen bir kişilik bunalımının başlangıcı olur. Öyle ki Zelig, dışlanma korkusuyla, içinde bulunduğu çevrelerin yalnızca fikirlerini kabul etmekle kalmaz, fiziksel olarak da biçim değiştirip Kızılderililerin arasına girdiğinde Kızılderili’ye, Çinlilerin arasında Çinli’ye benzer!
Zelig’in kişilik değiştirmesi
Okuduğunuz yazı dizisinin esas amacı, resim tarihi hakkında bilgi vermek değil, bu bilgiler yoluyla bir resmi görmekten keyif almanızı veya zaten keyif alıyorsanız bunu arttırmayı sağlamak. Bunun gerçekleşebilmesi için bilinçli bir şekilde kendi zevkinizi adım adım oluşturmanız, hoşunuza giden ressamları, akımları, dönemleri diğerlerinden ayırt etmeniz, şart değilse bile, muhtemelen faydalı olur. Bu yazı dizisi bittiği zaman bir tablonun konusunu, ressamın bu tabloyu yaparken ulaşmak istediği amacı, tablonun yapıldığı dönemin resim anlayışını doğru bir şekilde yorumlar ancak o tablonun orijinalini görmek arzusu duymazsanız, hedefime ulaşamamışım demektir.
Ne öneriyorum?
Şu ana kadar dile getirdiğimiz görüşleri toparlamaya çalışalım…
Yazı dizimizde sözü edilecek ressamların her biri bu alanda ustalıklarını kanıtlamış, yapıtlarının değeri resim eleştirmenleri tarafından kabul edilmiş kişilerdir. En ucuz ve kestirme şekliyle ifade edersek, bu ressamların elinden çıkan yağlıboya tabloların piyasa fiyatı milyonlarca, genelde on milyonlarca, kimi zaman yüz milyonlarca Avro’dur.
Bundan çok daha önemlisi ise, bu ressamların ölümlerinin üzerinden yıllar, hatta pek çok durumda dört yüz, beş yüz sene geçmiş olmasına karşın, isimlerinin hala her gün bu gök kubbe altında çınlamasıdır. “İnsan iki kez ölür.” derler, “İlk kez vücudu öldüğünde, ikinci kez ismi yeryüzünde son kez anıldığında…” Bu açıdan bakıldığında, inceleyeceğimiz ressamlar yalnızca bir kez ölmüşlerdir, yapıtlarının onlara ölümsüzlük sağlayıp sağlamadığını henüz bilemiyoruz ancak kalıcılık sağladığı kesindir. Bu yazıyı okuyan ve yazan bizlerin büyük kısmı için ikinci ve nihai ölümün yaşamımız son bulduktan ne kadar kısa süre sonra gerçekleşeceğini düşündüğümüzde, bu ressamların yapıtlarının değeri daha iyi anlaşılabilir.
Bu demek değildir ki, bu ressamların her birini veya bir ressamın tüm yapıtlarını seveceğiz ya da sevmemiz gerekir. Elbette bu ressamlardan kimilerinin birçok yapıtını, kimilerinin yalnızca bazı yapıtlarını seveceğiz; kimilerinin ise belki hiçbir eseri ilgimizi çekmeyecek. Bu çok doğal ve sağlıklı bir durumdur; bize hitap etmemeleri, bu ressamların yapıtlarının sanat tarihi içindeki rollerini teslim etmemize engel olmadığı sürece…
Bir diğer önemli husus da, Uğur Mumcu’nun ünlü sözünde belirttiği gibi bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamaktır. “Ben resmi sevmiyorum.” ya da “Ben falanca ressamı sevmiyorum.” gibi sözlerle işe başlamak yerine “Resim tarihi hakkında yeterince bilgim yok.”, “Falanca ressamın eserlerini pek tanımıyorum, eğer daha fazla tanısaydım belki severdim.” benzeri ifadeler kullanmak daha sağlıklıdır. Çünkü bu ifadeler bir yandan yeniliklere açık bir zihin yapısına işaret ederken, diğer yandan size çok keyif verecek bir dünyanın yolunu önünüze serebilir.
Tabii ki bir şeyi sevmenin ön koşulu bilmek değildir. İrlandalı ünlü yazar Oscar Wilde’ın, “Bir gülden zevk almak, köklerini mikroskop altına koymaktan daha iyidir.” sözü pek çok kişiye doğru gelecektir. Dolayısıyla insan bir şeyi bilmeden de sevebilir ya da bilse bile sevmemeye devam edebilir. Vurgulamak istediğim, artan bilgi seviyesi sonucunda bir yapıt hakkındaki olumsuz yargıların olumluya dönme olasılığı ve üzerinde duracağımız sanatçıların eserlerinin bizim bu alanda göstereceğimiz çabayı fazlasıyla hak ettikleridir.
Resim müzesi nasıl gezilebilir kılavuzu
Beş maddelik “resim müzesi nasıl gezilmez” kılavuzuyla başlamıştık, yine beş maddelik “nasıl gezilebilir” kılavuzuyla bitirelim.
- İşin en zahmetli kısmıyla başlayalım çünkü bildiğim daha kısa bir yolu yok … Einstein’ın dediği gibi, “ortada ödenecek bir bedel yoksa, değer de yok demektir”. Bunun tersi de bir ölçüde doğru; özellikle sanatta, bir konuya ne kadar emek verirseniz, o konuyu ne kadar derinlemesine bilirseniz, aldığınız zevkin de o ölçüde artması beklenir. Bu nedenle, genel olarak resim tarihi, özel olarak ise belli başlı ressamlar ve akımlar hakkında okudukça gezdiğiniz müzelerden daha fazla keyif alırsınız. Bu yazı dizisinin bu amaca yönelik bir başlangıç noktası oluşturacağını umarım.
- Birinci maddeye sınırlı zaman ayırabilecekseniz, internet sayfasına girip müzede hangi eserlerin bulunduğunu önceden araştırabilirsiniz. Bu şekilde, beğeninize uygun eserleri seçebilir ve müzenin sayfasında “mutlaka görün” denilen tablolar belki ilk anda ilginizi çok çekmese bile, haklarında biraz araştırma yaptıktan sonra bunları da görmek isteyebilirsiniz. Sonuçta, göreceğiniz eserlerin bir listesini çıkartıp müzeye gitmeden önce bunlar hakkında mümkün olduğunca okuyarak bilginizi arttırabilirsiniz.
- Müzeye gitmeden, görmek istediğiniz eserlerin müzenin hangi odalarında olduğunu belirlemeye çalışabilirsiniz, bu size zaman kazandıracaktır. Eğer müzenin sayfasında bu bilgi yer almıyorsa, müzeye girince bir müze kat planı alıp resimlerin yerlerini buradan da bulabilirsiniz. Müze çalışanları bu konuda size yardımcı olabilirler.
- Bir müzeye ilk defa gidecekseniz ve düzenli olarak gitme şansınız yoksa, müzede sergilenen tüm eserleri görmeye çalışmak yerine, gerçekten görmek istediklerinizi bulup bunlara odaklanmak daha iyidir. Çünkü sanatta nitelik nicelikten önce gelir, elli tabloyu doya doya seyretmek, beş yüz elli tablonun önünden geçmekten daha keyiflidir. Görmeyi seçtiğiniz tablolarla ilgili olarak, tablonun yanında bir açıklama varsa bunları okumanız da faydalı olur.
- Müzeyi gezdikten sonra müzenin hediyelik eşya dükkanına girip ilginizi çeken ressam, dönem, akım, vb. hakkında bir kitap alıp okumak, ileride gezeceğiniz müzeleri daha bilinçli gezmeniz için yardımcı olacaktır.
Bu yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde çeşitli ressamların hayatlarını, eserlerini ve resim anlayışlarını bulabilir, resim tarihi içinde oynadıkları rolü izleyebilirsiniz.
48