Site icon Berk Birincioğlu

4. Bölüm: Vahşet Senfonisi: 1939 — 1945

“Bir deli, devlete günlük olarak 4 Mark’a, bir sakat 5,5 Mark’a, bir suçlu 3,5 Mark’a mal oluyor. Birçok durumda bir memur sadece 4 Mark’a, bir işçi 3,5 Mark’a, bir kalfa 2 Mark’a mal oluyor.

1. Bu rakamlarla bir grafik yapınız.

2. İhtiyatlı tahminlere göre, Almanya’daki bakımevlerinde yaklaşık 300.000 deli ve epileptik hasta var. 300.000 deli ve epileptiğin senelik olarak ne kadara mal olduğunu hesaplayınız. Eğer bu tutar tasarruf edilirse, kaç adet genç aileye 1.000 Marklık yardımda bulunabiliriz?”

Nazi Aritmetik Alıştırması Kitabından Örnek, Alfred Grosser, “Nazizm Üzerine 10 Ders”

Yazı dizimizin dördüncü bölümünde, kurallara itaat etmek söz konusu olduğunda bir orkestra uyumuyla hareket etmekle gurur duyan Alman halkının nasıl bir vahşet senfonisine imza attığına değineceğiz.

Bu bölümde yer alan metin ve özellikle fotoğrafların okuyucuyu rahatsız edebileceğine ilişkin olarak önceden uyarıda bulunmak istiyorum. Fotoğrafları hiç koymayabilirdim ancak bunları görmemek, yaşanan acıları yok etmiyor. Aksine, bu insanların uğradıkları zulmü en açık haliyle mümkün olduğunca çok kişiye duyurmayı ahlaki bir görev sayıyorum.

Benim için bu görev duygusu ilk okul üçüncü sınıftayken okuduğum bir kitapla başladı. Kitabın adı “Gerçeğin Arkası”, ilgili bölümünki ise “Şehit Köy”.

Oradour-Sur-Glane’da ne oldu?

10 Haziran 1944… Müttefik güçlerinin Stalin’e verdikleri Avrupa’da ikinci bir cephe açma sözünü tutarak Normandiya sahiline tarihin en büyük çıkarmasını yapmalarının üzerinden dört gün geçmiş… Adım adım ilerledikleri Fransa’da, müttefikleri durdurma görevi almış Alman birliklerinden biri “Das Reich”.[1]

O gün Oradour-Sur-Glane köyünde olanların nedenine ilişkin farklı varsayımlar var. Güçlü bir varsayıma göre, bir Alman subayının Fransız direnişçilerine destek veren Oradour-Sur-Vayres köyünde tutsak edildiği haberi “Das Reich” birliğine iletiliyor. Muhtemelen isim benzerliği nedeniyle köyleri karıştıran birlik Oradour-Sur-Glane’a geliyor.

Köy o güne kadar barış içinde yaşamış. Son on yıldaki bütün suç kaydı bir adet hırsızlıktan ibaret… O yüzden köy ahalisi Almanların gelişinden endişe duymuyor.

Askerler herkesin pazar yerinde toplanmasını istiyorlar. Bütün köy halkıyla birlikte, o gün Cumartesi olmasına rağmen, muayene nedeniyle okullarda toplanmış yüzden fazla çocuk da ikişerli sıralar halinde pazar yerine geliyor. Almanlar erkekleri bir tarafa ayırıp kadınlarla çocukları kiliseye kilitliyor ve köyü yağmalamaya başlıyorlar.

Öğleden sonra ise katliam faslına geçiliyor. Önce erkekleri makinalı tüfeklerle tarıyorlar. Sonra kiliseyi yakıp bir yandan da içeriye ateş ediyorlar. O kadar çok kişi ölüyor ki, üst üste yığılan cesetlerin ağırlığından ayin odasının kapısı yıkılıyor. Bu kapıdan kendilerini dışarı atanlar, askerlerin silahlarından çıkan kurşunlarla öldürülüyorlar.

Katliamın görüntüleri yok ancak köy, o günkü halini korumaya devam ediyor.

O gün köy halkının neredeyse tamamı katledilmişti; 190 erkek, 247 kadın, 140 okul çağında, 65 okul çağından da küçük çocuk ve bebek, toplam 642 insan.

Katliamdan yalnızca beş erkek ve bir kadın kurtulmuştu. Kiliseden kaçabilen tek kişi 47 yaşındaki Marguerite Rouffanche, kendisini kilisenin camından aşağı atmış ve üç (bazı kaynaklara göre beş) kurşunla yaralanmasına karşın hayatta kalmayı başarmıştı.

Kilisede öldürülenlerin en yaşlısı Marguerite Foussat 90 yaşındaydı. En küçüğü Maurice Vilatte ise üç aylık…

Soldan sağa dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, katliamdan kurtulan Robert Hebras ve Alman Cumhurbaşkanı Gauck, Oradour-Sur-Glane kilisesini ziyaret ediyorlar, 2013. Bu katliamdan kurtulan altı kişiden 2019 itibarıyla hayatta olan tek isim Robert Hebras’tır.

Oradour-Sur-Glane, 2. Dünya Savaşı’nda Almanların yok ettiği yüzlerce köyden biridir. Bilindiği gibi, katliamlar köylerin yerle bir edilmesiyle kalmamış, insanlar önce toplama sonra da ölüm kamplarında sistemli bir şekilde öldürülmüşlerdir. Bu katliamların nedenini anlamak için, tabii böyle bir şey mümkün ise, öncelikle arkalarında yatan düşünsel altyapıya odaklanmamız gerekiyor.

Üstün bir ırk yaratmak için Alman dışı yöntem: Kısırlaştırma

Öjeni[2] Hareketi’nin tarihi Antik Yunan’a kadar uzanır. Savaşçı bir ulus olan Spartalı’larda ve Roma’nın ilk dönemlerinde sakat doğan bebeklerin öldürülmesi yoluyla, zaman içinde daha güçlü bir ırkın yaratılması amaçlanıyordu.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında “bilimsel” bir nitelik kazanarak İngiltere’de gündeme gelen ve tiyatro yazarı Bernard Shaw’dan ekonomist John Maynard Keynes’e kadar, önde gelen pek çok entelektüel tarafından desteklenen Öjeni Hareketi Avrupa’da, Amerika’da ve Kanada’da taraftar topladı. Darwinizm’in sosyal hayata uygulanmasını savunan öjenistler, genetik yardımıyla insan soyundaki istenmeyen niteliklerin azaltılıp istenen niteliklerin arttırılmasını, sonuç itibarıyla daha üstün bir insan ırkı yaratılmasını hedefliyorlardı. Bu durum Brezilya’dan İsveç’e kadar pek çok ülkede öjeni politikalarının uygulanmasına neden oldu; akıl hastaları kısırlaştırıldı, hamileler kürtaja zorlandı.

Sağlıklı aile yarışması, Kansas, ABD.

Diğer ülkelerde toplumdan tecrit etme ve kısırlaştırmayla yürütülen Öjeni Hareketi Almanya’da bambaşka bir biçimde uygulamaya alınacaktı.

Üstün bir ırk yaratmak için Alman yöntemi: Öldürme

1. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına gelindiğinde Alman doktorlar pek çok salgın hastalığın nedenini tespit etmiş ve bu hastalıkların engellenmesine yönelik olarak hijyenin önemine dikkat çekmişlerdi. Bir organizmanın güçlü ve sağlıklı olması için, kendisine zarar verebilecek mikroplardan arındırılması gerekiyordu.

Bu görüş tıp alanıyla sınırlı kalmadı, politika sahnesinde de “ırksal hijyen” kavramıyla kendisine yer buldu: Bir insan topluluğunun “güçlü ve sağlıklı” olabilmesi için, “mikroplardan”, “toplum içindeki pisliklerden” arındırılması gerekiyordu.

Peki bu “mikroplar/pislikler” kimlerdi?

İki Alman profesörün 1920’de yazdıkları bir kitabın adı şöyleydi: “Die Freigabe der Vernichtung Lebensunwerten Lebens” (Yaşamaya değmeyen hayatların yok edilmesine izin verilmesi). Bu kitapta, zihinsel engeli, akıl ya da kalıtsal hastalığı olan, vb. kişilerin öldürülmesinin toplumsal faydayı arttıracağı görüşü savunuluyordu. Daha sonraki yıllarda Naziler’in sıkça kullanacağı bir terim olan “Lebensunwertes Leben” (Yaşamaya değmeyen hayatlar) yazılı olarak ilk kez bu kitapta yer almıştır.

Hitler’in iktidarıyla birlikte, engellilerin toplum için nasıl bir “yük” oluşturduğu sürekli gündeme getiriliyor, böylece kamuoyu desteği yaratılması amaçlanıyordu. Bu propaganda çalışmasında, durumun ekonomik boyutuna özellikle vurgu yapılıyordu, çünkü eğitimsiz ve aç kitleler için insan hakları, adalet, vb. kavramlar hemen her zaman ceplerine giren paradan sonra gelir.

Bu propagandanın yazılı bir örneği, yazımızın girişinde değindiğimiz “Nazi Aritmetik Alıştırması” kitabında görülüyor. İtalyan Yönetmen Roberto Benigni’nin 1999’da En İyi Yabancı Film Oscar’ı alan filmi “La vita e bella”nın (Hayat Güzeldir) aşağıdaki sahnesinde, 2:00’dan itibaren, benzer bir örneği bulabilirsiniz: Hayat Güzeldir

“Hepsini öldürürsek günde 1.200.000 Mark tasarruf ederiz.”

Konuya ilişkin, Alman toplumunun “yükünü” açıkça ortaya koyan bir afiş de aşağıda:

“Kalıtsal hastalığı olan birinin 60 yaşına gelene kadarki ortalama maliyeti 50.000 Mark’tır.”

Devletin bu “yükten kurtulması” için Hitler, 2. Dünya Savaşı’nın başladığı tarih olan 1 Eylül 1939’dan itibaren geçerli olacak şekilde bir ötanazi programı uygulanması emrini yayınladı. Bu programın yönetileceği merkez ofis Berlin’de Tiergartenstrasse 4 numaradaki bir villa olduğu için, programın adı bu adresin kısaltması oldu: Aktion T4 (T4 Programı).

Arka planda sarı renkli Berlin Filarmoni Binası, önde artık var olmayan Tiergartenstrasse 4 numaradaki villanın yerine konulan plaket

Bu programda çalışan profesörler, doktorlar, hemşireler ve memurlar, programın başladığı 1939 Eylül’ünden sonlandırıldığı 1941 Ağustos’una kadar yetmiş bin hastayı “dezenfekte ettiler”. Nazi Almanyası’nda gerçeğin çarpıtılmasının en temel işaretlerinden biri, rejimin kendine özgü bir dili olmasıydı. O dönemde Almanya’da kimse öldürülmezdi, insanlar “dezenfekte edilir”, “tehcir edilir”, “uzaklaştırılır”, “özel muameleye tabi tutulur”, “Doğu’ya işçi olarak gönderilirdi” ki; bu tabirlerin hepsinin anlamı aynıydı.

Programın resmen sona erdirilmesinden sonra da ötanaziler devam etti. Savaşın bittiği 1945’e kadar bu sayı Almanya’da iki yüz bin, işgal edilen ülkelerde ise yüz bin olacak şekilde toplam üç yüz bine ulaştı.

Peki madem ötanazi uygulamasına devam edilecekti, program neden resmi olarak sonlandırılmıştı? Çünkü bir yandan bazı kilise mensuplarının T4 Programı’na gösterdiği tepkiler artarken diğer yandan Alman ordusunun Rusya’daki ilerlemesinin çıkmaza gireceği belli olmuş, dolayısıyla halk arasında huzursuzluk baş göstermişti. Her diktatör gibi halkın olası tepkisinden korkan Hitler, T4 Programı’nı el altından sürdürmeyi daha doğru buluyordu.

Ancak programın kağıt üzerinde sonlandırılmasındaki en önemli neden, sıranın Hitler’in hayatının amacının gerçekleştirilmesine gelmesiydi.

Yine Nazi jargonuyla söylersek “Yahudi Sorunu’nun Nihai Çözümü”.

Yahudilerin kaderi öldürülmek miydi?

Soykırımla ilgili olarak 1980’li yılların başında ortaya atılmış iki temel görüş vardır: Birinci görüşe göre Hitler daha 1. Dünya Savaşı biter bitmez Yahudilerin tamamını öldürmeyi kafasına koymuştur ve bütün eylemleri bu amaca yöneliktir. İkinci görüşe göre ise, Hitler’in asla yazılı bir soykırım emri vermemesinden de hareketle, Nazi bürokrasisi ve Alman toplumunun yapısı soykırımı kendi iç dinamiklerinden yaratmıştır. İki tarafı da destekleyen çok sayıda kanıt olduğu için, önemli sayıda tarihçi bu iki görüşte de belirli ölçüde haklılık payı olduğunu savunurlar.

Hangi görüş daha doğru olursa olsun, Yahudi Soykırımı’nın tarihine baktığımızda, bunun üç temel aşamada meydana geldiğini görürüz.

2. Dünya Savaşı’ndan önceki ilk aşamada, Yahudiler üzerindeki baskılar, hatta zaman zaman yaralama ve öldürmeler sonucunda, Almanya ve Avusturya’daki Yahudilerin bir bölümü kaçarak çeşitli ülkelere iltica etmişlerdir.[3]

Yine 2. Dünya Savaşı öncesini ve savaşın ilk iki yılını kapsayan ikinci aşamada, Yahudilerin toplumdan tecrit edilmeleri gelir. Savaştan önce toplama kamplarına gönderilen Yahudiler savaşın başlamasıyla birlikte işgal edilen şehirlerde kurulan gettolarda toplanmaya zorlanmışlardır. “Prag Kasabı” lakabıyla bilinen Nazi komutanı Reinhard Heydrich’in fikrine göre, bu gettolar demiryoluna yakın yapılmalıydılar ki, “gelecekte alınacak önlemler kolayca uygulanabilsin.”

28 Ekim 1939’da Polonya Piotrkow’da kurulan ilk gettoyu başkaları takip etti. En büyük iki getto ise Varşova ve Lodz Gettoları idi. İlerleyen dönemde Yahudiler tüm bu gettolardan düzenli olarak toplama ve ölüm kamplarına götürüleceklerdi.

Gettoların en büyüğü, Varşova Gettosu

Almanya ve işgal edilen ülkelerdeki belli başlı toplama (yeşil) ve ölüm (kırmızı) kamplarının haritası

Toplama ve ölüm kampları arasındaki fark şuydu: Toplama kampları; çalışma kampları, savaş esiri kampları, transfer kampları gibi çeşitli amaçlara hizmet eden tüm kampların genel adıydı. Bunların içinde insanların öldürülmesine yönelik bazı mekanizmalar bulunsa da, esas amaçları insanların kitlesel olarak yok edilmesi değildi. Ölüm kampları ise, buraya gönderilen insanların hemen öldürülmesine yönelik olarak kurulmuş, başka bir işlevi olmayan kamplardı. Ölüm kamplarının sayısı, yukarıdaki haritadan da görüleceği üzere, altıdır: Treblinka, Sobibor, Belzec ve Chelmno[4] doğrudan ölüm kampları olup, Auschwitz ve Majdanek’in içinde ise hem toplama hem de ölüm kampları bulunmaktaydı.[5] Nitekim Auschwitz’in bu kadar ünlü olmasının bir nedeni de, en büyük ölüm kampı olmasına ek olarak, içinde toplama kampı da barındırmasıydı. Bu yüzden buradan az sayıda insan kurtulabilmiş ve Auschwitz’te yaşananları anlatabilmişlerdir. Diğer taraftan, kuruluş amaçlarına uygun olarak, Treblinka, Sobibor, Belzec ve Chelmno’dan hemen hiç kimse canlı çıkmadığı için bu kamplar Auschwitz kadar tanınmaz.

Toplama kamplarının sayısı yukarıdaki görselde görülenlerden çok daha fazlaydı. Aşağıdaki haritada yer alan siyah noktaların hepsi bir kamptı ama bu harita da tüm kampları göstermemektedir. 1933-1945 arasında Almanya ve müttefiklerince kurulan kamp, tecrit bölgesi ve gettoların sayısı kırk dört bin civarındadır.

22 Haziran 1941’de, savaşın başlamasından yaklaşık iki sene sonra, Almanya’nın Rusya’ya saldırmasıyla birlikte üçüncü aşamaya geçildi. Çok sayıda Yahudi’nin en kısa sürede öldürülmesi.[6]

İnsanlar nasıl öldürülebilir?

Birinci adım: Kurşuna dizmek

İlk akla gelen yöntem kurşuna dizmekti. 1941 yazında Alman ordusu Rusya içlerinde fırtına gibi ilerlerken, ordunun ele geçirdiği yerlerde “düzeni sağlamak” için dört adet özel operasyon birliği kuruldu: Einsatzgruppe A, B, C, D.

Mayıs ayından beri Berlin’in güneyindeki Pretzsch kasabasında talim gören bu birliklerin görevi, sürekli hareket ederek Yahudiler, partizanlar, komünistler, vb.’ni sistematik bir biçimde katletmekti. Aslında birlikler görece az kişiden oluşuyorlardı, dört birlikte sırasıyla bin, altı yüz elli beş, yedi yüz ve altı yüz kişi vardı. Ancak kendilerine Alman yedek polis taburları ile Ukrayna, Belarus, Letonya ve Litvanya’dan gelen gönüllüler yardım ediyordu.

Bu birliklerin faaliyet gösterdiği bölgelerde, yüzyıllar boyunca Yahudilere saldırılar düzenlenmişti. Ama Almanların sebep olduğu katliamlar, daha önce görülmemiş boyuttaydı.

Örneğin Kişinev’de 1903’deki pogromda kırk dokuz Yahudi’nin öldürülmesi Batılı ülkeleri şoke etmişken, şimdi öldürülenlerin sayısı yirmi dört binden fazlaydı. 1907’de Odessa’da üç yüz Yahudi öldürülmüştü, 12 Ocak-23 Şubat 1942’de ise on dokuz binden fazla Yahudi katledilecekti.

Kovno’da (Almancası Kauen) düzenlenerek Einsatzgruppe A’nın Riga’daki merkezine gönderilen, Litvanya’daki katliamların boyutunu gösteren belge. Katliamların sorumlusu Albay Jäger son satırda, öldürülen 138,272 kişiden 55,556’sının kadın, 34,464’ünün çocuk olduğunu belirtmiş.

Bu birliklerce yapılan katliamların en ünlülerinden biri Kiev’deki Babi Yar[7] katliamıdır. Kiev Yahudileri’nin yok edilmesinin amaçlandığı bu katliamın hazırlığına yönelik 26 Eylül 1941’de şehre yapılan duyuruda, tüm Yahudilerin “belgelerini, paralarını, değerli eşyalarını, sıcak tutacak giysilerini, yorganlarını, vb.” alarak 29 Eylül sabahı belirli bir noktada toplanmaları isteniyordu. Yanlarına bu tür eşyaları almalarının istenmesindeki amaç, Yahudileri kandırarak göç edeceklerini düşünmelerini sağlamaktı.

29 Eylül sabahı binlerce erkek, kadın ve çocuk, eşyalarıyla birlikte belirtilen yere geldiklerinde, uzun bir yol boyunca yürütüldüler. Yükleri giderek hafifledi; değerli eşyalarını, bavullarını, giysilerini, ayakkabılarını, en son iç çamaşırlarını çeşitli noktalarda bıraktılar. İtiraz edenler tekmelenerek yola devam etmeye zorlandılar.

Konvoy o kadar uzundu ki, kurbanlar ancak yolun sonuna gelip makinalı tüfeklerle karşılaştıklarında başlarına gelecekleri anladılar. O zaman da kaçmaya fırsatları olmadı.

İlk gelenler öldürüldü. Sonrakiler, az önce öldürülmüş Yahudilerin üzerlerine yattıktan sonra elinde silahlarla dolaşan Almanlar tarafından kurşuna dizildiler. Onları başkaları takip etti, onları da başkaları…

Tüm kurbanlar öldürüldüğünde Almanlar çukuru toprakla kapattılar. Böylece yaralılar da diri diri toprağa gömüldü.

Babi Yar

29–30 Eylül 1941’de yapılan bu katliamdan sorumlu birliğin komutanı raporunda, Yahudilerin iş işten geçene kadar başlarına geleceklerden şüphelenmemesinin nedenini “son derece zekice planlanmış bir organizasyona” bağlıyordu. 33.771 kişinin öldürüldüğü raporlanırken, bilindiği kadarıyla bunların içinden yalnızca 28’i kaçmayı başarabilmiştir, yani binde birden azı…

Almanlar için bile kabul edilebilecek bir hata payı olsa gerek.[8]

Bu tür katliamlardan kurtulmak ne yazık ki hayatta kalmayı garantilemek anlamına gelmiyordu. Özellikle küçük çocuklar, bir katliamdan kaçmayı başarsalar bile, uzun süre ormanlarda gizlenip kendilerine bakamazlardı. Bir keresinde küçük bir kız çocuğu Alman karargahına gelip anne babasının, erkek ve kız kardeşlerinin ölümüne tanıklık ettiğini, kendisinin bu olay sırasında gizlendiğini ama şimdi ne yapacağını bilemediği için kendisini de öldürmelerini istediğinde askerler şaşırmışlardı.

Ancak benzer durumlarla ilerleyen dönemlerde sık sık karşılaşılmaya başlandı, sürekli birileri Alman ordusuna teslim olup Yahudi olduklarını “itiraf” ediyorlardı. Hayatta kalmak için, boş yere, düşmanlarının insafına güvenmek dışında bir seçenekleri yoktu.

Bu sırada katliamlar dolu dizgin devam ediyordu.

Yahudi anne kucağındaki çocuğuyla birlikte öldürülmeyi bekliyor. Lubini, Ukrayna, 1941

Kapatılan Mizocz Gettosu’ndan toplanan kadınlar, kucaklarında çocuklarıyla birlikte öldürülmeyi bekliyor. Mizocz, Ukrayna, 14 Ekim 1942

Bir üstteki resimde görülen kadın ve çocuklar kurşuna dizildikten sonra, iki katil öldüklerinden emin olmak için kurbanlarının arasında dolaşıyor. Biri, başını kaldıran bir kurbana nişan alıyor. Mizocz, Ukrayna, 14 Ekim 1942

2. Dünya Savaşı’nın en ünlü fotoğraflarından biri; vücudunu çocuğuna siper eden Yahudi anneye ve çocuğuna nişan alan Alman askerleri. Bu fotoğrafı ailesine gönderen asker, fotoğrafın arkasına not düşmüş: “Ukrayna 1942, Yahudi Operasyonu, Ivangorod”.

Başka bir asker ise aşağıdaki fotoğrafın arkasına şöyle yazmış: “Vinnitsa’nin Son Yahudi’si, Ukrayna, 1941”

Tabii her tarafta, Babi Yar’daki gibi doğal bir çukur bulunmadığından, yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi kurbanlar kendi mezarlarını kazmak zorunda kalıyorlardı. Çukur kazılması, insanların kurşunlanması ve gömülmesi çok zaman alıyor, cephane israfına neden oluyor, en önemlisi, askerlerin morali üzerinde de olumsuz etki yapıyordu.

Daha etkin ve “insancıl” bir yöntem bulunması şarttı.

İkinci adım: Kamyonlara doldurup gazla zehirlemek

T4 Programı’nda sakatların öldürülmesinde gaz kamyonları ve ötanazi merkezlerindeki gaz odaları kullanılmıştı. Gaz kamyonları, insanların çıplak şekilde doldurulduktan sonra gazla zehirlendikleri kamyonlardı. T4 Programı resmen durdurulduktan sonra bu kamyonlar yukarıda değindiğim Einsatzgruppe’lerin (özel operasyon birlikleri) hizmetine verilmiş, daha sonra da ölüm kamplarına dağıtılmıştı.

Chelmno Ölüm Kampı’na verilen bir gaz kamyonu

Bu kamyonlardan birinin içinde öldürülmeyi bekleyen Yahudiler, Chelmno, 1942.

Fakat hem bu kamyonların sayısı azdı hem de tek seferde en fazla otuz-kırk kişiyi öldürmekte kullanılabiliyorlardı. Mevcut gaz odaları ise küçük hacimlilerdi ve düzgün bir havalandırma sistemine sahip olmamaları nedeniyle, iki öldürme eylemi arasında uzun bir süre havalandırmaya ihtiyaç duyuyorlardı.

Özetle gerek gaz kamyonları gerek gaz odaları, T4 Programı’nda hedeflenen on binlerce kurbanın katli için yeterli imkanı sunuyordu ancak milyonlarca insanın öldürülmesi için, üstün Alman mühendisliğine gereksinim duyulacaktı.

Yine de bu bölümü bitirmeden önce, Almanların tüm bu olumsuzluklara karşın, kendilerine verilen görevi yerine getirebilmek için ellerinden geleni yaptıklarını vurgulamamız gerekir. Treblinka Ölüm Kampı’nda görevli SS Astsubayı Franz Suchomel, kendisiyle yapılan röportajda, söz konusu kampta, Auschwitz’te kullanılan ve birazdan detaylarını vereceğimiz Zyklon-B gazı yerine egzoz gazı kullanıldığını belirtir. Suchomel’in anlatımına göre, muhtemelen altı-yedi metre derinlikteki mezar çukurlarına, egzoz gazıyla öldürülen o kadar fazla insan istiflenmişti ki, Ağustos’un en sıcak günlerinde bu cesetlerden çıkan gazlar yüzünden, üstlerindeki kumlu, ince toprak tabakası dalgalar gibi hafifçe hareket ediyordu.

Üçüncü adım: Gaz odalarında zehirleyip fırınlarda yakmak

Yahudi katliamının soykırım haline gelmesi kararının ne zaman verildiği üzerinde çok tartışılmıştır. Uzmanlar bu konuya ilişkin çeşitli tarihler öne sürerler: Hitler’in Sovyetlere saldırdığı 1941 Yazı, Rusya seferinin zorlanmaya başladığı 1941 Sonbaharı, ABD’nin savaşa girdiği 1941 Aralık’ı, aşağıda belirteceğimiz Wannsee Konferansı’nın toplandığı 1942 Ocak’ı ya da SS’lerin başı Himmler’in bir emrine istinaden 1942 Yazı ön plana çıkar.

Aslında, 20 Ocak 1942’de Berlin’in banliyösü Wannsee’de toplanan konferanstan önce Belzec Ölüm Kampı’nın yapımına zaten başlanmıştı, diğer ölüm kampları da planlama aşamasındaydılar. Yukarıda değindiğimiz gibi, işgal edilen topraklarda Yahudilerin katli halihazırda doludizgin devam ediyordu. Ayrıca bu konferansta Hitler, Goebbels, Himmler, Goering, vb. Nazi Partisi’nin en üst düzey yetkililerinden kimse yoktu.

Bununla birlikte Wannsee Konferansı Yahudi Soykırımı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu konferansta, SS’ten ve çeşitli bakanlıklardan gelen on beş kişi – ki bunlardan sekizi doktora sahibidir – şık koltuklarda oturup, leziz yiyecekler ve pahalı içkiler eşliğinde, “Endlösung der Judenfrage” (Yahudi Sorunu’nun Nihai Çözümü) politikasının nasıl uygulanacağını tartışmışlardır.

Wannsee Konferansı’nın yapıldığı bina. Şu anda müze olarak kullanılmaktadır.

Yahudi Soykırımı’nın mimarlarından Adolf Eichmann’ın Wannsee Konferansı katılımcılarına sunduğu liste, hangi ülkede kaç Yahudi’nin öldürülmesinin planlandığını gösteriyor.

Bu politika uyarınca, insanların öldürülmesi sürecinin nasıl işlediğine en büyük kamp olan Auschwitz üzerinden bakalım…

Auschwitz’teki doktorlardan Heinz Thilo’nun ünlü tanımıyla bu kamp “anus mundi” idi, yani insanlığın “dışkısı” olan Yahudilerin “atıldıkları”, “dünyanın kıç deliği”. Aynı kampta görev yapmış başka bir doktor Johann Paul Kremer ise, bu kampta gördüklerinden sonra, “Dante’nin Cehennem’inin, kendisine neredeyse komedi gibi göründüğünü” belirtmiştir.

Auschwitz’te ilk çaba, kurbanların direniş göstermesini engellemek amacıyla katliamın gizli tutulmasına yönelikti. Bu da oldukça başarılı bir şekilde uygulanmıştı zira uzun bir süre boyunca, Yahudilerin gaz odalarından haberi yoktu, haberleri olduğunda da pek çoğu buna inanmadı/inanmak istemedi. Avrupa’nın çeşitli gettolarından toplanıp[9] Auschwitz’e gönderilen Yahudilerin, vardıkları gün geride kalanlara yazdıkları mektuplar şöyle cümlelerle bitiyordu: “Auschwitz diye bir yere geldik, buranın bir sanayi kenti olduğu belli çünkü her yerde bacalar var.” ya da “Uzakta ışıklar içinde bir bina görüyorum. Yakında tekrar görüşürüz.”

Bunlar genelde yazdıkları son mektuplar oluyordu.

Auschwitz-Birkenau Kampı’nın girişi

Bazen Yahudilerin arasından daha deneyimli olanlar çıkıyor ve başlarına gelecekleri az çok tahmin ediyorlardı. Örneğin, Auschwitz’ten kurtulan Hans Frankenthal’ın anılarını yazdığı kitabın, Auschwitz’e olan yolculuğundan bahsettiği bölümünde Frankenthal, bavullarını koydukları vagonun artık trenin arkasında olmadığını fark eder. Daha önce bir toplama kampında bulunmuş babasına bunu söylediği zaman, babasının verdiği cevap şöyle olur: “Gideceğimiz yerde bagaja ihtiyacımız olmayacak”.[10]

İnsanlar Auschwitz’e trenle vardıklarında ilk yapılan şey, çalışmaya uygun olup olmadıklarının kamptaki doktorlar tarafından tespit edilmesiydi. Buna “ayıklama” deniyordu. Kurbanları üzerinde yaptığı korkunç deneyler nedeniyle “Ölüm Meleği” lakabıyla anılan Auschwitz’in ünlü doktoru Josef Mengele, insanlar trenden indiklerinde bir operet ya da vals çaldırır, kendisi de bir orkestrayı yönetiyormuş gibi ellerini sallayarak insanları sağa ya da sola yönlendirirdi. Sağa ayrılanlar çalışmaya uygun olanlardı, diğerleri doğrudan gaz odalarına gönderiliyorlardı.

Bu aşamada çok acıklı sahneler ortaya çıkıyordu, özellikle küçük çocuklar annelerinden ayrılırken çocuklar ve anneleri çığlık çığlığa ağlayıp bağırıyorlardı. Bu durumda Mengele, “Hanımefendi, uzun ve zor bir yolculuk geçirdiniz, çok yorulmuşsunuzdur. Çocuğunuzu bu hanıma teslim ediniz, birazdan onu oyun odasında tekrar göreceksiniz.” diyerek korkmuş anneleri sakinleştiriyor ve çocuklarını gaz odasına göndermek ya da deneylerinde kullanmak üzere alıyordu.

Auschwitz’ten kurtulan Norbert Lopper’in şahit olduğu bir olayda, sol tarafa ayrılan yaklaşık üç yaşlarındaki bir kız, bir yandan sıra boyunca koşuyor bir yandan “Anne, anne, neredesin?” diye ağlıyordu. Bu sırada annesi diğer tarafta kızından gizlenmeye çalışıyordu. Nihayet yaşlı bir kadın, kızın elinden tuttu. Onu annesine götüreceğini söyledi ve beraber gaz odasına girdiler.

Auschwitz’e gelen Macar Yahudileri “sağa” ya da “sola” ayrılmayı bekliyor, Mayıs 1944

Yine Auschwitz’ten kurtulanlardan biri olan Lili Jacob, 1944 İlkbahar’ında on sekiz yaşındayken ailesiyle birlikte Auschwitz’e gelmişti. Kendisi genç olduğu için “sağa” ayrıldı, ailesinin kalanı ise ya çok yaşlı ya da çok küçüktü, o yüzden hepsi “sola” ayrıldılar. Yaklaşık bir sene sonra Amerikan ordusu, Auschwitz’ten yüzlerce kilometre uzaklıktaki Dora Toplama Kampı’na girdiğinde, kampta bulunanlar arasında Lili de vardı. Lili o gün, terk edilmiş bir Alman kışlasında bir resim albümü buldu. Albüme baktığında, Auschwitz’e geldikleri gün ailesinin Alman askerleri tarafından çekilmiş son fotoğraflarını gördü.

Lili’nin iki erkek kardeşi Yisrael ve Zelig

Lili’nin Teyzesi Tauba ve dört çocuğu

Yazı dizimizin “Yerini Bulmayan Adalet-1945 Sonrası” başlıklı bölümünde detaylarını bulacağınız Eichmann davasında tanıklık edenlerden Dr. Martin Földi, 1944 kışında ailesiyle birlikte Auschwitz’e gelişini anlatmıştı: Trenden inince kendisi, on bir yaşındaki oğluyla birlikte sağa, karısı ve iki yaşındaki kızı ise sola ayrıldılar. Fakat sonra Alman muhafızlardan biri, oğlunun da sola gönderilmesine karar verdi. Dr. Földi bir anda telaşlandı; oğlu istasyondaki binlerce insanın arasında annesini ve kız kardeşini nasıl bulacaktı? Fakat sonra rahatladı. Küçük kızı kırmızı bir palto giyiyordu, ağabeyi böylece onu ve annesini diğerlerinden ayırabilirdi.

Dr. Földi, tanık ifadesini şöyle bitirdi: “Onları bir daha görmedim.”

Eichmann davası yargıçlarından Gavriel Bach, kendisiyle yapılan bir röportajda, aylar boyunca devam eden dava sürecinde en çok etkilendiği kısmın Dr. Földi’nin hikayesi olduğunu söyledi. Çünkü kendi kızı da o sırada tesadüfen kırmızı bir palto almıştı. Sonra da şunu ekledi: “O günden beri tiyatroda ya da restoranda, ne zaman kırmızı palto giymiş küçük bir kız görsem, kalp atışlarım hızlanır.”

Amerikalı yönetmen Steven Spielberg’in ünlü filmi “Schindler’in Listesi”ndeki kırmızı paltolu kız karakterinin esinlendiği olay budur.

Schindler’in Listesi filminden bir sahne

Auschwitz’te trenden inenlerin “ölecekler” ve en azından bir süre “hayatta kalacaklar” şeklinde ikiye ayrılması her zaman gerekli görülmüyordu. Bir keresinde, Theresienstadt Toplama Kampı’ndan yaklaşık iki yüz çocuk Auschwitz’e gelmişti. Her birinin kolunun altında birer ekmek vardı. Trenden inince ekmekleri büyük bir sepete attılar ve el ele tutuşarak gaz odasına girdiler.

Chelmno Ölüm Kampı’ndaki gaz odalarına gönderilen Lodz Gettosu çocukları, Eylül 1942

Auschwitz’e yeni gelenlerin hemen hiçbiri iki tarafa ayrılmanın ne anlama geldiğini bilmiyordu. Örneğin, Auschwitz’teki tutsaklardan biri olan Renee Firestone kampa geldiği ilk gün, demiryolunun karşı tarafında yaşlılar, çocuklar ve bebekler olduğunu görmüştü. Askeri araçlar gelip onları toplarken bunun iyi bir işaret olduğunu sanmış, “Biz genç ve güçlüyüz, o yüzden yürümemiz gerekiyor. Ama yaşlıları ve çocukları arabalarla taşıyorlar” diye akıl yürütmüştü. Karşı taraftakilerin gaz odalarına götürüldüklerinin farkında değildi.

Ama eski mahkumlar sayesinde, yeni gelenler kampın amacını öğrenmekte gecikmiyorlardı. Auschwitz’ten kurtulanlardan biri olan Roman Frister’in yanına gelen yaşlı bir mahkum şöyle demişti: “Şuradaki dumanı görüyor musun? Auschwitz’ten kaçmanın tek yolu işte bu.”

Bazıları böyle bir uyarıyla karşılaşsa bile bu durumu kabul etmekte zorlanıyorlardı. Örneğin bir mahkum, Zdenka Ehrlich’e annesinin yanında olup olmadığını sorduğunda Ehrlich, annesinin sola ayrıldığını söyledi. Bunun üzerine diğer mahkum krematoryumun bacasını göstererek “İşte annen orada!” dediğinde Ehrlich “Bu da ne demek böyle? Zavallı adam aklını oynattı herhalde…” diye düşünmüştü. Yeni mahkumlar da kısa sürede, her ne kadar istemeseler de, sürekli gelen trenlerle hiç durmadan tüten bacalar arasındaki bağlantıyı çözüyorlardı.

Auschwitz’teki fırınların bacaları

Auschwitz’teki mahkumlardan Frank Bright’ın, yukarıda anlatılanları özetleyen bir anısı: Frank Bright

Ender olarak, kamptaki mahkumlar trenden inenleri, birazdan başlarına gelecekler hakkında uyarmaya fırsat bulabiliyorlardı. Bu gibi durumlarda, özellikle daha genç ve kuvvetli olanlar Alman askerlerine saldırmayı planlarken, yaşlılar buna karşı koyardı. Daha önce ismini andığımız “Gece” kitabında yazar Elie Wiesel, Auschwitz’e geliş sahnesini şöyle anlatır:

““(…) Sizi yakacaklar! Sizi kavuracaklar! Kül haline getirecekler!”

(…)

Orada burada fısıltılar duyuyordum:

“Bir şeyler yapmak lazım. Bizi öldürmelerine izin veremeyiz. Mezbahaya giden hayvanlar gibi ölüme gitmemeliyiz. Karşı koymalıyız.”

Aramızda güçlü kuvvetli birkaç kişi bulunuyordu. Üzerlerinde bıçakları vardı ve arkadaşlarını silahlı muhafızların üzerlerine atılmak için kışkırtıyorlardı. Bir genç şöyle diyordu:

“Tüm dünya Auschwitz’in varlığını öğrensin. Hala özgür olanlar bunu öğrensinler.”

Fakat en yaşlılar çocuklarına herhangi bir aptallık yapmamaları için yalvarıyordu:

“Kılıç kafanızın üzerinde sallanıyor bile olsa, güveni kaybetmemek lazım. Bilgelerimiz böyle söylerdi.”

Başkaldırı rüzgarı dindi.”

Bu gibi istisnai haller dışında tüm süreç, gaz odalarına gönderilenlerin hiçbir şeyden şüphelenmemelerini sağlamaya yönelikti. Kendilerini gaz odalarına götüren araçların üzerine Kızılhaç çizilmişti. Kurbanlara kirli ve bitli oldukları, duş aldıktan ve dezenfekte olduktan sonra diğerlerinin arasına katılacakları söyleniyordu. “Ayakkabılarınızı birbirine bağlayın ki, duştan çıktığınızda tekini kaybetmeyin.” ya da “giysilerinizi astığınız çengelin numarasını unutmayın.” denilerek biraz sonra tekrar kıyafetlerine kavuşacakları izlenimi yaratılıyordu. “Hadi acele edin, yemeğiniz ve kahveleriniz soğuyacak.” gibi cümlelerle de kurbanların bir an önce gaz odalarına girmeleri amaçlanıyordu.

Genel olarak bu planın işe yaradığı söylenebilirdi, arada bir şeylerden şüphelenip “huzuru bozanlar” çıkarsa, bunlar diğerlerine fark ettirmeden gaz odasının bulunduğu binanın arkasına götürülür ve tabancayla öldürülürlerdi.

Az sayıdaki bazıları ise, sonlarını bile bile, ellerinden bir şey gelmediğinden ya da müthiş iradeleri ile kendileri için bu kaderi seçtiklerinden usulca gaz odasının yolunu tutarlardı. Uzun süre Auschwitz’in komutanlığını yapan Rudolf Höss’ün anılarında, bu insanların öykülerine de yer verilir.

Höss’ün anlattığı bir anekdotta, bir kadın gaz odasına girerken dört oğlu daha küçük çocuklara yardım ediyordu. Kadın, Höss’ün yanına yaklaşıp şöyle fısıldadı: “Böyle güzel, tatlı çocukları nasıl öldürebiliyorsunuz? Hiç kalbiniz yok mu?”

Başka bir seferinde, yaşlı bir adam Höss’ün yanından geçerken şunları söylemişti: “Almanya, Yahudilerin bu toplu katliamı için ağır bir bedel ödeyecek.” Höss, bu yaşlı adamın gözlerinin nefretle parladığını ama yine de sakince gaz odasına girdiğini yazar.

Höss’ün anılarında, genç bir kadından da söz edilir. Höss’e göre, hiç de “Yahudi’ye benzemeyen” bu kadın dört bir yana koşturarak en küçük çocukların ve yaşlı kadınların giysilerini çıkarmalarına yardım eder. Son ana kadar çevresindeki çocuklu kadınlara cesaret verir ve çocukları sakinleştirir. Gaz odasına son girenlerden biridir. Kapıda şöyle der: “Başından beri, Auschwitz’e getirilmemizin nedeninin gazla öldürülmek olduğunu biliyordum. Bizi iki yana ayırırlarken, çocuklarla ilgilenebilmek için, çalışmaya uygun olanların yanında kalmayıp bu tarafta yer aldım. Neler yaşanacağının tamamen bilincinde olarak, bütün bu aşamalardan geçmeyi istedim. Umarım hızlı olur. Elveda!

Gaz odasına gönderilenlerin kıyafetleri,

gözlükleri

ve ayakkabıları…

Gaz odasının içi beyaza boyanmıştı, insanları duş alacaklarına inandırmak için tavanda duş başlıkları vardı. İnsanlar içeri çıplak şekilde girerlerdi.

Başta her şey normal görünürdü. Ancak görevliler Yahudileri grup grup içeri tıktıklarında içerisi giderek havasız bir hal alırdı. En ön sıradakiler bir şeylerin ters gittiğini anlayıp çığlık atmaya başladıklarında, henüz dışarıda olanlar odaya girmemek için direnirlerdi. O zaman Almanlar silahları ve uzun sopalarıyla, kalan kurbanları zorla içeri sokarlar, çok sorun çıkaranları ise hemen oracıkta vurup öldürürlerdi.

Yine Höss’ün anılarında, kapı kapanmak üzereyken, çocuklarını gaz odasının dışına fırlatmaya çalışan bir anneden söz edilir. Anne çığlık çığlığa ağlarken Almanlara yalvarıyordu: “En azından canım yavrularımın yaşamasına izin verin.”

Gaz odasının içi

Gaz odasının hava sızdırmayan kapıları tok bir sesle kapandığında içeriden en çok “Dinle İsrail” duası ile “anne”, “baba” çığlıkları yükselirdi. Bu sırada Almanlar gaz odasının duvarlarının üstlerindeki deliklerden Zyklon B[11] zehrini aşağı dökmeye başlarlardı.

Zyklon B kristalleri

Aslen katı halde olan bu zehir, yere düştüğünde buharlaşır ve yavaş yavaş çevresindeki oksijeni yok ederek yükselirdi. O zaman gaz odasındakilerin çığlıkları, inlemeleri ve yakarışları öksürüğe dönüşür ve bu öksürük sesleri giderek artardı. Ciğerlerinden kan gelen, kusan kurbanlar birbirlerinin üzerlerine çıkarak odadaki son temiz hava parçasına ulaşmaya, böylece ömürlerini birkaç saniye daha uzatmaya çabalarlardı. Hayatta kalma içgüdüsüyle saçlarını yolup ortaya çıkardıkları gözeneklerden oksijen almaya çalışır, bir yandan da odanın duvarlarını tırnaklarıyla parçalamaya uğraşırlardı.

Gaz odasından çıkmaya çalışan kurbanların el izleri

Zehirli gaz nefes borularını felç ettikçe öksürük sesleri yavaş yavaş azalırdı. En sonunda tek tük öksürükler de kesilince, “Sonderkommando”lar[12] kapıyı açarlardı. Ancak kurbanları dışarı çıkarmak çok zor bir işti, çünkü içeridekiler son bir umutla kapıyı zorladıkları için hepsi kapının arkasında üst üste yığılmış halde olurdu. Bu sahneye tanıklık eden Sonderkommandolardan biri, son andaki hayatta kalma mücadelesinin hep aynı manzara ile sonuçlandığını söylemiştir: Üstte erkekler, ortada kadınlar, altta ise çocuklar. Üsttekilerin ağırlığından, en alttaki cesetler tanınmaz hale gelir, çocukların kafatasları parçalanırdı.

Bu haldeki cesetler birbirlerinden güçlükle ayrılır, altın dişleri olup olmadığı kontrol edilir, varsa çekilir, saçları kazınırdı. Saçlar önemliydi çünkü Alman sanayisi bu saçları çeşitli ürünlerin imalatında hammadde olarak kullandığı için, kilosunu yarım Mark’tan satın alıyordu.

Kızıl Ordu Auschwitz’e girdiğinde, paketlenmiş halde bulunan saçların ağırlığı yedi tondur.

Auschwitz kurbanlarının saçları

Nihayet cesetler fırınlara taşınır ve yakılarak imha edilirlerdi. Bu sırada, ender hallerde, annelerinin üstlerine kapanması sonucunda tesadüfen meydana gelen bir hava boşluğu sayesinde zehirli gazdan etkilenmeyip gaz odasından canlı çıkmış bebeklerle karşılaşılırdı. Bu bebekler bazen bir kurşun, dipçik darbesi ya da tekmeyle öldürüldükten sonra, bazen ise buna dahi gerek duyulmadan canlı canlı fırınlara atılırlardı.

Auschwitz’te o kadar çok insan öldürülüyordu ki, fırınlar cesetleri yakmaya yetmiyordu. Böylece “Ekspres yöntem” icat edildi; artık bir fırında aynı anda üç ceset yakılabiliyordu. İki erkekle bir kadını yakmak en iyi sonucu veriyordu çünkü kadınların vücutlarındaki yağ oranı daha fazla olduğu için, kadın cesetler üçlü sıranın en altına konulduğunda, cesetten eriyen yağlarla alevler harlanıyor, üstteki iki ceset daha hızlı yanıyordu.

Bu şekilde 1943 sonuna gelindiğinde, günde sekiz bin kişinin gaz odasında öldürülüp fırınlarda yakılması mümkün hale gelmişti. Bu sayı, Auschwitz Birkenau’daki dört yeni krematoryum-gaz odası kompleksinin inşasından sorumlu SS Subayı Karl Bischoff’un dört bin dört yüz on altı olarak yaptığı hesaplamanın epey üzerindeydi.

Bu Alman subayının hesaplamada gösterdiği titizlik, yani öngörülen sayının dört bin değil, dört bin dört yüz değil, dört bin dört yüz on altı olarak en ince biçimde ortaya konulması, bütün yazı dizimizin ana fikrini özetler. Çünkü bahsedilen sayı, belirli bir zaman aralığında üretilecek çamaşır makinesi adedi ya da döşenecek demiryolunun km. cinsinden uzunluğu değildir.

Bu sayı, yirmi dört saat içerisinde fırınlarda yakılması planlanan ceset adedini gösterir ve insan kalmayı başaranlar için, ceset adedi ile çamaşır makinesi adedi, farklı türde adetlerdir.

Robotlar için her ikisi de yalnızca birer adettir.

Auschwitz’teki fırınlar

Almanlar bu vahşeti, mümkün olduğu kadar uzun süre devam ettirdiler. Hatta savaşı kaybedecekleri belli olduğunda, sanki ellerindeki iş — olabildiğince çok insanı olabildiğince kısa zamanda öldürmek — müttefiklerin zaferi ile sekteye uğrayacakmış, bu yüzden bir an önce bitirilmesi gerekiyormuş gibi hareket edip insanları daha da hızlı öldürmenin yollarını aradılar.

Öyle ki, 1944 Mayıs’ından itibaren Macar Yahudileri’nin geniş ölçekte Auschwitz’e taşınmaları başladıktan sonra, gazla öldürülen insanların sayısı müthiş bir noktaya ulaştı. Artık fırınlar yirmi dört saat aralıksız çalışıyordu, Sonderkommando’ların sayısı iki katına çıkartılmıştı. Yine de fırınlar yeterli gelmedi; cesetler açık havada kazılan büyük çukurlarda yakıldılar. Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss, cesetlerin çokluğu karşısında hava akımının sağlanıp ateşin sönmemesi için, sürekli olarak çukurlardaki ateşin karıştırılması, cesetlerden sızan yağların boşaltılması ve cesetlerin alt-üst edilmesi gerektiğini yazmıştı.

Savaşın son aylarına ilişkin olarak, Auschwitz cehennemini yaşamış iki Yahudi yazarın yapıtlarından birer bölüme göz atalım.

İlki, daha önce de alıntı yaptığımız, Elie Wiesel’in “Gece” kitabı… Wiesel aşağıdaki bölümde, savaşın sonlarına doğru, Rus askerleri tarafından kurtulma umudu ile son dakikada Alman acımasızlığının kurbanı olma korkusu arasında gidip gelen mahkumların ruh halini anlatır:

“(…) Kızıl Ordu Buna’ya saldırıyor, artık yalnızca saatler kaldı deniyordu.(…)

Yüzü olmayan komşum o zaman konuştu:

“Hayallere kapılmayın. Hitler saat on ikiyi vurmadan, Yahudiler son vuruşu duymadan hepsini yok edeceğini kesinlikle belirtti.”

Patladım:

“Sizin için ne önemi olabilir ki? Hitler’i bir peygamber gibi mi görmemiz gerekiyor?”

Sönmüş ve donuk gözlerini dikti ve bezgin bir sesle:

“Hitler’e, diğer herkesten daha çok güveniyorum. O, Yahudi halkına verdiği sözleri tutan tek kişi. Verdiği bütün sözleri.””

Alıntı yapacağımız diğer yapıt ise, Primo Levi’nin “Bunlar da mı İnsan” adlı kitabı… Levi, savaşın sonu kesinleştiğinde bile Almanların insan öldürme gayretlerinde herhangi bir azalma olmadığını şöyle anlatıyor:

“(…) Buna’nın yeni sessizliği içinde top atışlarının hafif, boğuk gümbürtüsü duyuluyor aralıksız. Soluduğumuz havada bir gerginlik, bir değişiklik var. Polonyalılar artık çalışmıyor, Fransızlar başlarını dik tutup yürüyorlar. İngilizler bize göz atıp gizliden gizliye orta ve işaret parmaklarını kullanarak zafer işareti yapıyorlar; hatta kimi zaman hiç gizlemiyorlar bile V harfini.

Ne var ki, Almanlar hala kör ve sağır, bir dik kafalılık ve bihaberlik zırhına bürünmüş gibiler. Sentetik lastik üretimi için yine bir süre saptadılar durup dururken: 1 Şubat 1945. Hava akınlarına karşı sığınaklar, siperler kazıyor, zararları onarıyor, kavga ediyor, komut veriyor, örgütlüyor ve öldürüyorlar. Hoş başka ne yapabilirler ki? Onlar Alman. Bu yaptıkları şeyleri düşünüp taşınarak değil, yaradılışlarıyla, seçtikleri kader gerektirdiği için yapıyorlar. Başka bir şey yapamazlardı ki: Ölüm halinde bir hastayı yaralayacak olsak ve o hastanın bedeni hemen öbür gün ölecek de olsa, yara yine iyileşme çabası içindedir.”

Yahudi ırkını tamamen ortadan kaldıramasalar dahi, Almanların amaçlarına büyük ölçüde ulaştıklarını söyleyebiliriz. Soykırımda altı milyon Yahudi’nin öldürüldüğü kabul edilmektedir. Auschwitz’te ise, yüzde doksanı Yahudi olmak üzere, bir milyon yüz bin insan ölmüştür, yani soykırım kurbanı her altı Yahudi’den birinin son durağı Auschwitz’tir.

Üstün ırk yaratma saplantısının sonuçları

Nihai Çözüm’de yeni olan nedir?

1961’de yayımlanan “Avrupa Yahudileri’nin Yok Edilmesi” isimli yapıtıyla, Yahudi Soykırımı’nın dünyaya tanıtılmasında çok önemli rol oynamış Avusturya asıllı Amerikalı tarihçi Raul Hilberg, Hitler iktidarında Almanya’da Yahudilere ilişkin uygulamaların, çıkartılan yasaların, vb. büyük ölçüde, tarihteki benzer örneklerin tekrarından ibaret olduğunu ifade eder: Yahudilerin kamu hizmetlerinden uzaklaştırılması, ırklar arası evliliklerin yasaklanması, kırk beş yaş altındaki Alman kadınlarının Yahudi evlerinde hizmetçi olamaması, Yahudilerin “sarı yıldız” başta olmak üzere çeşitli işaretler takmalarının zorunlu olması, gettolara kapatılması…

Bütün bunlar, kilisenin egemenliği altındaki Ortaçağ’da görülmüş, sonraki seküler iktidarlar tarafından da çeşitli dönemlerde yinelenmişti.

Nazi jargonundaki ifadesiyle “Nihai Çözüm” ise, bir insan grubunun tümüyle yok edilmesi hedefinin, en ince ayrıntılara kadar tanımlanan bürokratik bir sürece dönüştürülmesiyle, tarihsel açıdan benzersizdir.

Diğer yandan “Nihai Çözüm”, yüzyıllardan bu yana süregelen uygulamaların mantıki bir sonucudur. Daha 4., 5., 6. yüzyıllarda Hristiyan misyonerler Yahudileri din değiştirmeye zorlarken şöyle diyorlardı:

“Yahudi olarak bizimle birlikte artık yaşayamazsınız.”

Ortaçağ’ın sonlarından itibaren, dünyevi iktidarlar Yahudileri gettolara hapsederken, bu hedefi ilerletmişlerdi:

“Bizimle birlikte artık yaşayamazsınız.”

Hitler Almanyası bunu bir adım ileriye götürdü:

“Artık yaşayamazsınız.”

Oradour-Sur-Glane suçluları hangi cezalara çarptırıldılar?

Yazımıza Oradour-Sur-Glane’la başlamıştık, onunla bitirelim.

Katliamdan sorumlu iki yüz kadar Alman askerinin bir bölümü Fransa’daki savaşta öldü. 1953 yılına gelindiğinde hayatta kalan altmış beş askere Fransa’da dava açıldı ancak yalnızca yirmi biri davada hazır bulundu, çünkü diğerleri Doğu Almanya’daydı ve bunların Fransa’da yargılanmasına Doğu Almanya izin vermemişti.

Yargılanan yirmi bir askerden yedisi Alman, kalan on dördü ise Alzas bölgesinden gelen Fransız’dı. Fransızlar mahkemede, kendilerinin bu birliğe katılmaya zorlandıklarını iddia ettiler. Sonuçta yirmi bir askerden yirmisi suçlu bulununca, Alzas bölgesi bu karara isyan etti. Bunun üzerine Fransız hükümeti önce Alzas kökenli on dört kişiyi serbest bıraktı, sonra da yedi Alman’ı… Böylece katliamın tüm sorumluları serbest kalmış oldu. Birliğin komutanı Heinz Lammerding başarılı bir iş hayatından sonra 1971’de öldüğünde, kendisi için “Das Reich” birliğinin askerlerince şaşalı bir tören düzenlendi.

Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde, savaş suçlularının akıbetine ve Alman halkının adalet anlayışına bakıyoruz.

Yukarıda T4 Programı’nı anlatırken değindiğimiz plaketin son cümlesinde şöyle yazıyor: “Kurbanların sayısı büyük, hüküm giymiş faillerinki küçük.”

[1] “Das Reich” tümeniyle ilgili bilgi almak isteyenler, şu belgeseli izleyebilirler: Das Reich

[2] Eugenics: Kelime anlamı “iyi soy/tür” olup Yunanca’dan gelir. Eu-Iyi, Genos-Gen/soy/tür.

[3] Almanya’dan ne kadar uzağa gidebildikleri ise uluslararası tanınırlık, maddi olanaklar ve vizyonları ile ilgilidir. Bu şekilde örneğin Albert Einstein ABD’ye, Sigmund Freud İngiltere’ye kaçabilirken Anne Frank’ın ailesi Hollanda’ya gitmiş ve orada Naziler’in eline düşmüştür. Almanya’dan ne kadar uzağa gidebildikleri ise uluslararası tanınırlık, maddi olanaklar ve vizyonları ile orantılıdır. Bu şekilde örneğin Albert Einstein ABD’ye, Sigmund Freud İngiltere’ye kaçabilirken Anne Frank’ın ailesi Hollanda’ya gitmiş ve orada Naziler’in eline düşmüştür. Elbette bazı Yahudilerin Almanya’dan ayrılmayı bir türlü kabullenemediklerini de unutmamak gerekir. Örneğin bir Alman Yahudisi olan Lore Pels, vize alabilmeleri için ABD’de yaşayan kuzeninin yardım teklifini babasının tekrar tekrar aynı gerekçeyle reddettiğini belirtmiştir: “Ben 1. Dünya Savaşı’nda Almanya için savaştım.” Benzer şekilde Serem Freir, 1. Dünya Savaşı’nda savaşmış amcasının, ellerindeki Şangay vizesinden yararlanmadığını çünkü kendi deyimiyle “Almanya’dan kalkan son trenin son vagonunda” olmak istediğini, ancak bunun yerine Buchenwald Toplama Kampı’na giden ilk trende yer aldığını yazar. Bu kategoridekilere ek olarak, Almanya’da kalıp diğer Yahudilere mümkün olduğunca yardım etmeyi seçenler de vardır.

[4] Almancası Kulmhof

[5] Bunlardan Chelmno 1941 Aralık’ında açılmıştı, diğer beş kamp ise, ilerleyen paragraflarda değineceğimiz Wannsee Konferansı’ndan sonra faaliyete geçtiler.

[6] Bununla birlikte, “çok sayıda” ifadesinin, milyonlarca insanı kapsayacak şekilde sistemli bir kıyıma dönüştürülmesi kararını Hitler, muhtemelen, 1941’in son üç ayında vermiştir. Bu dönemde hem Almanlara karşı Sovyet saldırısı başlamış hem de Hitler’in ABD’ye savaş ilanıyla, o güne kadarki büyük ölçekli çarpışmalar tam bir dünya savaşına dönüşmüştü. Hitler bu dünya savaşının kışkırtıcısı olarak Yahudileri görüyordu, bu nedenle söz konusu dönemde kendisinin Yahudi nefreti tam bir soykırım kararına evirilmiştir.

[7] “Yar” Türkçe kökenli bir sözcük olup “dağ geçidi” anlamına geliyordu.

[8] Yine de Babi Yar, bir seferde yapılmış katliamların en büyüğü değildir: 1943 Kasım’ındaki “Erntefest” (Hasat Festivali) katliamında Almanlar, Polonya’nın Lublin bölgesindeki kırk iki bin Yahudi’yi öldürdüler. Bununla birlikte, tek seferde yapılan en büyük Yahudi katliamı 1941 Ekim’inde Odessa’da Rumenler tarafından gerçekleştirilmiştir. Burada hayatını kaybedenlerin sayısı elli binden fazladır.

[9] Bazen, bir şeylerden şüphelenen çok sayıda Yahudi’nin trenlere binmemek için gettolarda köşe bucak saklandığı olurdu. Bu durumlarda Almanlar, trenler kalktıktan sonra gettoda bir anons yapar ve yeni kimlik kartlarının dağıtılacağını, bu kartları taşıyanların başına bir şey gelmeyeceğini, taşımayanların ise görüldükleri yerde öldürüleceklerini duyururlardı. Çaresizlik içinde ve biraz daha hayatta kalma umuduyla, saklandıkları yerlerden çıkan Yahudiler bir araya getirilir ve eğer yeterince Yahudi’nin toplandığı düşünülürse, gettodan uzağa götürülerek kurşuna dizilirlerdi.

[10] Nitekim babası Auschwitz’e geldiği gün gaz odasına gönderilir.

[11] Zyklon B’nin akıl hastalarının öldürülmesine yönelik T4 Programı’nda kullanılması daha 1939 Eylül’ünde gündeme gelmişti. Ancak o dönemde karbon monoksit kadar kuvvetli olmadığı düşünüldüğü için, insan öldürmekte kullanılmadı. Bunun yerine bir süre dezenfektan işlevi gördü. 1941 Yaz’ında, bir dezenfeksiyon odasına yanlışlıkla giren bir kedinin çok kısa sürede öldüğü görülünce, bunu gözlemleyen denetçi sordu: “Eğer bu kadar etkiliyse, neden insanları öldürmekte kullanmıyoruz?”. Zyklon B’nin gaz odalarında kullanılma öyküsü böyle başladı.

[12] Sonderkommando: Gaz odalarında ölenlerin eşyalarını toplamak, cesetlerini fırınlara taşıyıp yakmak, vb.’den sorumlu Yahudi mahkum

48

Exit mobile version